Bundan bir müddet önce bir dostumla tartışırken bana ‘Orta Asya’daki Türklerle bir bağımız kalmamış, tamâmen farklılaşmışız’ gibi bir kelâm etti. Aslında bunu söyleme sebebi bunun doğru olup olmadığından emîn olması değil, târihe bakışını kendi siyâsî düşüncesine fedâ etmesindendi. Böyle bir adama aksini anlatmanın fayda etmeyeceğini bildiğimden, biraz da yorgun olduğum için, sustum. Ben anlatsam da anlamayacaktı ve kabûl etmeyecekti. Onun gibi düşünen insanların biraz olsun algısını değiştirmek ümidiyle bu yazıyı çeşitli örneklerle kaleme almış bulunuyorum.
Türklerin kitleler hâlinde Anadolu’ya Orta Asya’dan, Horasan’dan kalkıp geldiği herkesçe mâlumdur. Bu târihî bir hakîkat olmakla birlikte çoğu zamân insanımız Orta Asya ile olan kültürel bağlarımızdan bîhaberdir. Günümüzde yaşadığımız ve yaşattığımız birçok gelenek ve âdetin birebir aynılarının Orta Asya’daki Türkler tarafından da yaşatıldığını bilmiyoruz. Mutfak kültürü, gelenek-âdet (töre), sözlü kültür ve doğrudan yanımızda getirdiklerimizle Orta Asya kültürü ile Anadolu kültürü arasında sıkı bir bağ olduğunu birkaç basit örnekle ortaya koyacağım.
Meseleye karın doyurmakla başlayacak olursak eğer buradan iki bâriz örneği iletmek istiyorum. Kayseri mutfağının en bilinen iki yemek ve yiyeceğinden olan pastırma ve mantının kökeni doğrudan Orta Asya’ya dayanmaktadır. Ünlü Grek târihçi Herodot’un (m.ö. 5. yüzyıl) ‘Istoria’ eserinde, adını zikretmese de, pastırmanın ne olduğunun târifi vardır. Türk kültürünün öncülünü bulduğumuz atlı bir medenîyet sâhibi İskitlerin pastırma yediklerini Herodot’tan biliyoruz. Kezâ Hunların da pastırma tükettikleri biliniyor. Sözcüğün etimolojik kökenine indiğimizdeyse adını bir parça etin at ile eyer arasına sıkıştırılıp süvarinin de ata binmesiyle ‘bastırılmasından’ aldığını görüyoruz. ‘Bastırma’ zamânla ‘pastırma’ olmuştur.
Günümüzde Kayseri’de olduğu gibi Orta Asya’nın (Moğolistan dâhil) çeşitli yerlerinde çeşitli mantı çeşitleri yapılıp yenmektedir. Kayseri’de dolaşan tevâtüre göre sırf Kayseri’de dahi kırk çeşidinin olduğu söylenen mantının açıkçası özbeöz Türk mutfağının bir parçası olup olmadığının tartışma konusu olduğunu iletmek gerekir. Elbette kelîmenin Türkçe'ye benzememesi Türk mutfağından olmadığını iddiâ etmek için yeterli bir sebep olmamakla birlikte, Çin (Uzakdoğu) mutfağında da mantı çeşitlerine rastlanıldığını belirtmek şarttır. Nitekim bir rivâyete göre İtalyanların mantı çeşidi olan ‘ravioli’yi Marco Polo Orta Asya ve Çin seyâhati sonrası İtalya’ya getirmiştir. (Bunun doğru olmadığı ispât edilmiştir). Fakât Korelilerin ‘mandu’ dedikleri mantıyı bölgeye Türklerle sıkı bir etkileşim hâlinde olan Moğolların getirdikleri düşünülür. Ek olarak mantının Türk mutfağının en belirgin özelliklerinden olan ‘hamur işi’ olması da mantının özbeöz Türk kültürünün parçası olduğunu desteklemektedir. Bu tartışmalar bir kenara, kesin olan Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelirken mantı yapmaya devâm ettikleri ve bunu âfiyetle tükettikleridir.
Coğrafya değişimine rağmen Türk kültüründeki devâmlılığa örnek olarak ‘dilek/adak ağacı’nı ve ‘nazar boncuğu’nu verebiliriz. Ortodoks islâma aykırı olmasına rağmen Anadolu’nun birçok yerinde devâm eden belirli ağaçlara adak ve dilek niyetiyle ‘çaput bağlama’nın kökeninde islâm öncesi Türk kültürünü etkilemiş olan şamanizm vardır. İslâmda yeri olan ‘nazâr’ın aksine ‘nazar boncuğu’ tamâmen tengrici ve şaman kökenlidir. Boncuğun (göz) rengi dahi tesâdüfî değildir ve kendi içinde ‘göksel’ (gök/kök kadîm Türkçe’de ‘Tanrı’ anlamına da gelmekteydi) bir atıf da yapmaktadır. Bu yazıda tüm bunların detaylarına inmeyeceğim.
Türklerin Anadolu’ya göçerken berâberinde getirdikleri hayvan kurt değil, onun belâlısı olan kangal köpeğidir. Anadolu’da ‘Sivas Kangalı’ olarak nâm salmış köpek cinsinin soyunun türediği ve doğrudan akrabâları Orta Asya’da ‘Orta Asya Çoban Köpeği’ olarak bilinmektedir. Ki bu akrabâlık bağında ‘Akbaş’ cinsi köpeklerin de olduğunu iletmek gerekir. Sivas Kangalı’nın Türklerin ‘Kanglı’ (Kangar) boyu tarafından getirildiği düşünülmektedir. Kangal adının da onlardan geldiğini anlamak zor değil.
Üstte zikrettiğim köpek cinsleri kadar doğrudan olmasa da, Türklerin Orta Asya’dan berâberinde getirdikleri bir başka kültürel devâmlılık örneğiyse ‘lâle’dir. Anavatanı Pamir, Hindukuş ve Tanrı Dağları olan ‘lâle’, Türkler tarafından Anadolu’ya gelmeden önce Selçuklular eliyle İran’da yaygınlaştırılmış, oradan da Türklerin bu çiçeğe olan âşinâlıkları netîcesi, Anadolu’ya geçmiştir. Türkçe’deki adını Farsça’dan almış bu çiçek, 16. yüzyıldan îtibâren Anadolu üzerinden Avrupa’ya taşınmış ve daha sonra Avrupa’da ‘lâle çılgınlığı’na yol açmıştır.
Yanlarında birçok kültürel varlıklarını getiren Türklerin berâberinde getirdikleri en önemli mîrâslarıysa ‘sözlü kültürleri’ olmuştur. Bunun belkide en çarpıcı örneği ‘Köroğlu Destânı’dır. Bizlerin Osmanlı döneminde yaşadığını varsaydığı Köroğlu’nun gerçekten târihî bir gerçeklik payı olduğunu kabûl etmek gerekir. Esâsen bir Celâlî beyi olan Köroğlu’nun târihî bir boyutu olduğu gibi bir de efsânevî boyutu vardır. Daha doğru ifâde etmek gerekirse, muhtemeldir ki ‘Köroğlu Destânı’ aslında Türklerde çok daha önce vârolan bir destânın Osmanlı döneminde yaşamış bir Celâlî beyine uyarlanmasıdır. Nitekim günümüzde Azerbaycân, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve hattâ Tataristan’da çeşitli Köroğlu varyantları anlatılmaktadır. Bu durum iki yolla izâh olunabilir; ya bunlara Anadolu ve Orta Asya arasındaki ticâret bağı nedeniyle rastlanılmaktadır ya da her varyantın kadîm ve ortak bir kökü vardır. Destân içerisindeki mitolojik ipuçları kadîm bir destâna işâret etse de, birçok yerde kahramânın adının ‘Ruşen Ali/Rovşen Ali’ olması ticâret nedeniyle oluşmuş etkileşime işâret etmektedir. Elbette bui ki izâh da birbirini beslemiş olabilir.
‘Köroğlu Destânı’na benzer şekilde ‘Nasreddîn Hoca’ fıkraları ve hikâyeleri de Anadolu ile Orta Asya arasında bir kültürel bağ, devâmlılık veyâ en azından geçişkenlik olduğunu ispât eden bir kültürel öğedir. Târihî kimliği tartışmalı olsa da, târihî bir gerçeklik payı açık olan Nasreddîn Hoca Orta Asya’da daha çok ‘Koca’, ‘Efendi’ veyâ ‘Molla’ diye anılmaktadır. Nasreddîn Hoca’nın ‘Köroğlu Destânı’ndan farklarından biri Türklerin ayak bastığı her yerde biliniyor olmasıdır. Balkanlardan (Bosna, Arnavutluk, Yunanistan, Romanya) Çin’e kadar, ki buna Afganistan, Pakistan, Hindistan dâhildir, Nasreddîn Hoca fıkraları anlatılmakta ve birçok farklı millet ona sâhip çıkmaktadır. ‘Köroğlu Destânı’nda da olduğu gibi târihî açıdan en kuvvetli deliller Anadolu’da yaşamış târihî bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.
Bir çırpıda verdiğim örnekler Orta Asya ve Anadolu arasında doğrudan bir kültürel bağ olduğunu apaçık şekilde gösteriyor. Daha burada yoğurt ve süt ürünlerinden, baklavadan, Hoca Ahmet Yesevî ve ‘Horasan Erenleri’nden, çadırlardan, yaşam tarzındaki detaylardan, ölüm ve evliliğe dâir yapılan ritüellerden bahsetmediğimin altını çizmek isterim. Yoksa Anadolu Türkünün bağdaş kurmasının kökeninde bile Orta Asya vardır. Elbette mesele farkında olmak ve görebilmektir. Bunun içinse bilgi lâzımdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder