İ
Bu çalışmada Türkler ve Firdevsî’nin Şehnâme’sindeki ilişki daha detaylı araştırılacaktır. Bu bağlamda Şehnâme’nin Türkler üzerindeki etkisinden ziyâde eserin kendisinin Türklere olan tutumu analiz edilecektir. Çalışmanın araştırma sorusu ise şu şekildedir: ‘Neden Firdevsî 11. yüzyılda yazdığı Şehnâme eserinde Türklere belirli bir rol vermiştir?’ Bu sorunun çevâbı Firdevsî’nin Şehnâme’sinde hangi amaçla Türklere belirli bir rol verdiğini netleştirmekle kalmayıp bu tutumun (târihî) bilimsel açıdan doğru olup olmadığını da açığa kavuşturmak hedefindedir.
İlk bölümde Firdevsî’nin Şehnâme gibi büyük bir eser yazmasında onun sosyal, ekonomik ve kültürel kökeni ve çevresinin etkili olup olmadığı, olduysa ne kadar olduğu araştırılacaktır. Firdevsî’nin Şehnâme’yi yazma amacı ve eserin içerisindeki temalar irdelencektir. Nitekim Firdevsî’nin eserini yazma amacı ve eser içerisindeki temalar Firdevsî’nin eserinde Türklere biçtiği rol hakkında ipuçları verebilir.
İkinci bölümde Firdevsî’nin hangi sebeplerden dolayı Türkleri Turânlılarla özdeşleştirdiği araştırılacaktır. Türklerin bahse konu Turânlıların soyundan gelip gelmedikleri sorusu bu bölümdeki anameseledir. Bu bağlamda çeşitli teoriler irdelenecektir. Firdevsî’nin Türkleri Turânlılarla özdeşleştirme sebebi, bunun mantıklı ve târihî açıdan doğru olup olmadığı, onun Türklere belirli bir rol verme gerekçesinde mühîm bir yer tutmaktadır.
Üçüncü bölümde Türklerin Şehnâme’de işleniş şekilleri ortaya konacaktır. Türklerin Şehnâme’de belirli bir şekilde işlenmesi ve bunun sebepleri bu bölümün anakonusu olacaktır. Nitekim Türklerin belirli şekilde Firdevsî tarafından işlenişi, onun yazdığı şâheserinde Türklere neden belirli bir rol verdiği konusunda bizlere ipuçları verebilir.
Dördüncü bölümde Firdevsî ve İran’a hâkim olmayı başarmış Türk soylu Gaznelilerin ilişkisi üzerine durulacaktır. Bilindiği gibi Firdevsî hayâtının önemli bir kısmında Gazneli hükmü altında yaşamıştır. Onun Gazneliler ve bilhâssa Gazneli Mahmut ile olan ilişkisi onun Şehnâme’de Türklere verdiği belirli rol üzerinde etki etmiş olabilir. Bu çalışmanın araştırma sorusu için Gazneliler ve Firdevsî’nin arasındaki bağ ile onun eserinde Türklere biçtiği rol arasında bir ilişki olup olmadığı detayı sorunun cevâbı açısından önemlidir. Araştırma sorusunun cevâbının daha doğru ve daha nüanslı olması açısından bu mesele araştırılmaktadır.
Çalışmanın sonunda özet mâhiyeti de olan bir sonuç ile nihâyete erdirileceğini söylemek gerekir. Sonuç bölümünde Firdevsî’nin Şehnâme eserinde Türklere neden belirli bir rol verdiği açıklığa kavuşacaktır.
1. Firdevsî ve Onun Şehnâme’si
Bu bölümde kısaca Firdevsî’nin hayatı araştırılacak ve onun Şehnâme’si genel içerik (işlenmiş temalar) açısıdan analiz edilecektir. Bundaki amaç ise yazarın Şehnâme’yi yazma motif ve amaçlarının bulunmasıdır. Nitekim Firdevsî’nin Şehnâme eserini yazma sebepleri onun Türklere belirli bir rol vermesinde etken olmuş olabilir.
Firdevsî’nin nerede ne zaman doğduğu husûsu tartışmalıdır. Kendisi büyük olasılıkla 3 ocak 940 yılında doğmuştur. (Shahbazi 30) Horasan bölgesinde bulunan Tûs şehrinin yakınlarında doğduğu bilinmektedir. Kendisinin gerçek ismi konusunda da farklı görüşler mevcûttur. İsim ve künyelerinden en doğrusunun ‘el-Emîr el-Hakîm Ebû’l Kâsim bin el-Firdevsî el-Tûsî’ öldüğünü söylenebilir. (Khalegi-Motlagh) Müsteâr ismi olan Firdevsî’nin kökeninde ne olduğun konusunda da ihtilâflar vardır. Muhtemelen müsteâr ismi Cennet’teki firdevs bahçelerine bir atıftır. Böyle kabûl edecek olursak bu müsteâr ismin doğrudan tercümesi ‘firdevs’ten’ veyâ ‘Cennet’ten’ manâsına gelmektedir.’ (Zutphen 442)
Firdevsî iyi bir eğitim almıştır. Şiîdir ve âilesi Tûs’ta yaşayan dehkân, toprak ve mülk sâhibi olan soylu İranlı âileler, zümresindendi. O dönem dehkân’ın geleneklerin, âdetlerin ve kültürün koruyuculuğunu yaptığı ve bunlara sâhip çıktıkları bilinmektedir. Elbette bunlara İran destânlarını da ilâve edebiliriz. (Shahbazi 20-21) Firdevsî’nin islâm öncesi kadîm İran destânlarını çok erken yaşlarda işitmiş olması büyük bir olasılıktır. Firdevsî’nin bu hikâyelerden etkilenerek Samanî başkenti Buhâra’ya gidip Dakiki adlı Fârisî şâirin yarım kalmış Şehnâme’sini tamamlamak emelinde olduğu biliniyor. Her ne kadar orjinal çalışmayı elden geçirememiş olsa da eserin bir kopyası üzerinden Tûs şehrinde kendi eserine başladığı kesindir. (Khalegi-Motlagh) Arapların İran coğrafyasını fethinin ardından (7. yüzyıl) Farsça’nın nüfûzunun Arapça tarafından tamâmen bir kenara itildiği söylenemez. Samanîler zamanında (819-999) yöneticilerin özgür tutumu ve kültürel alanı teşvîkleriyle Fars dili ve kültürü tekrar bir doğuş içerisine girmiştir. (Zutphen 438)
Firdevsî Şehnâme eserini İranî soylu Samanîler İran’a hakim iken yazmaya başlamıştır. Fakat kısa bir süre sonra doğum yeri olan bölge Gazneliler diye anılan Türk soylu kölemenler tarafından hâkimiyet altına alındı. Eser bittikten sonra bilhâssa vatansever Fârisîler arasında hızla bilinir oldu. Eserin en eskisi 1217 yılına, yâni yazar öldükten iki asır sonrasına, âit olmak üzere birçok kopyası bulunmuştur. (Robinson 5)
975 veyâ 977 yılından îtibâren, ki bu yıllar Firdevsî’nin Şehnâme’ye muhtemelen başladığı yıllardır, Firdevsî hakkında daha fazla bilgi elde edebiliyoruz. Yaşı, hayâtı ve âilesi hakkında bâzen bilgi verdiği Şehnâme eseri ile birlikte 12. asırda yaşamış Nizâmî Arûzî’nin ‘Çahar makâle’ (Dört makâle) eseri Firdevsî’nin hayâti hakkında çeşitli mâlumatlar vermektedir. Firdevsî’nin Şehnâme’ye başlamadan önce de şiir denemeleri yaptığı muhtemel olsa da bunların hiçbiri günümüze kadar ulaşmış değildir. (Khalegi-Motlagh)
Bir Ortadoğu edebiyât klasiği olan ve Hz. Yusuf ile Eski Mısırlı soylu bir hanım arasındaki aşk ilişkisini anlatan ‘Yusuf ve Züleyhâ’ hikâyesinin ona âit olduğu iddiâ edilmiştir. Yapılan araştırmalar netîcesinde bunun doğru olamayacağı ispatlanmıştır. (Shahbazi 18) Bunun dışında da Firdevsî’nin Şehnâme hâricindeki bir serine dâir herhangi bir bilgi yoktur. Muhtemelen Firdevsî hayâtını Şehnâme eserine adamıştır diyebiliriz.
Şehnâme’yi yazmak için Firdevsî’nin eserde geçen hikâye ve destânların eski Pehlevîce (Orta Farsça) kaynaklar ve Arapça tercümelerinden istifâde ettiği muhtemeldir. Bundan çıkarılacak sonuç ise Şehnâme’de anlatılanların ve onun kahramânlarının kaynağının kadîm Pers destânları olduğudur. (Levy xv-xvi) Firdevsî’de Şehnâme’sinde bâzen bir dehkânı bâzen bir mobed’i (zerdüst din adamı) kaynak göstermesinden dolayı bu durumu teyît etmektedir. (Zutphen 442) Bunun dışında Firdevsî’nin muhtemel anakaynağı 6000 yıllık bir Pers târihini anlatan ve Sasanîler döneminde derlenmiş olan Hudâynâme’dir. (Shahbâzi 67)
Şehnâme bilginin övülmesi ile başlar ve o dönemin târih yazımında âdet olduğu üzere dünyâ’nın insanın yaratılışı ile devâm eder. (Levy 1-4) Bu girişin ardından gerek Arapları gerekse Türkleri Fârisîlerin düşmanı olarak kimlikleştiren iki destân nakledilmiştir. Arap diyârının kralı olarak soylu Pers sülâleleri tarafından İran’a hükmetmesi için dâvet edilen Zehhâk hikâyesi buna örnektir. Hikâyeye göre Pers kralı Cemşîd’i öldüren, şeytân ve kötülüğün etkisi altına girmiş bu tirana karşı gelen demirci Kâve’nin isyânı meselesi dolaylı olarak İran’daki Arap-islâm hâkimiyetine oldukça olumsuz bir tavır takınır. (Levy 11-16) Kâve sonrasında Perslerin atababası da olan Fereydûn’u (Feridûn) bulur. Feridûn Zehhâk’ın hükmünü yıkacağı bilinen ve beklenen kişidir. Feridûn Zehhâk’ı mağlup etmeye muvaffâk olur. Feridûn bundan sonra Cemşîd’in iki kızkardeşi ile evlenir ve bu evliliklerden üç oğlu olur. Oğullarından Salm Bizans ve devletin diğer batı topraklarının sâhibi olur. Oğullarından Tur’a Çin ve Turân’ı (Türkistân/Orta Asya) topraklarını verir. En küçük oğlu İraj ise Arap ve İran topraklarının hükümdârı olur. Salm ve Tur’un İraj’ın topraklarında gözü olması nedeniyle üç kardeş savaşa tutuşur. (Zutphen 9-12)
Firdevsî Şehnâme’nin devâmında bu savaşlardan özellikle İran ve Turân mücâdelesi üzerinde durur ve bunu yaparken Turânlıları Türklerle özdeşleştirir. 7. yüzyılın başlarından beri İran’da Sır Deryâ (Jaxartes, Seyhun) ve Amu Deryâ (Oxus, Ceyhun) çevresine Turân denir. Bu terim yine o yıllardan îtibâren göçebe Türkleri ve daha doğu’daki Çinlileri belirten bir coğrâfî ve etnik içerik de kazanır. O dönem bölgede İranî boyların yaşadığı biliniyor olsa da bölgeye Türklerin yurdu olarak bahsedilmeye başlanmıştır. (Bosworth, Central Asia) Bu temâyüle Firdevsî de uymuş gibi görünmektedir.
Şehnâme’deki önemli anlatılardan biri de Büyük İskender’in doğu’ya olan seferleridir. Milâttan önce 4. asırda İran kralı Dârâ (Darius) Büyük İskender tarafından mağlûp edilir. Bunun hâricinde Sasanîler öncesi İran hânedânlarına dâir bir bilgi oldukça azdır. (Zutphen 451) Benzerî bir tutumu Firdevsî’ye göre İran sınırlarının ulaştığı toprakları analiz ettiğimizde de görmekteyiz. Şehnâme’nin İran’ı Sasanî İmparatorluğu’nun sınırları ile örtüşmektedir ve günümüzdeki Irak’tan Amu Deryâ (Oxus) nehrine kadar uzanmaktadır. Bu nehir ayrıca Turân ile olan sınırdır. Şehnâme’nin destânsı bölümleri çoğu zaman bu bölgenin doğusunda gerçekleşir. (Zutphen 440)
Firdevsî’nin eserinde kadîm İran dîni olan zerdüstlüğün kutsal kitabı sayılan Avesta’dan öğeler vardır. Sonuç olarak Şehnâme’deki temel dînin zerdüştlük olduğunu söyleyebiliriz. Ateşin kutsanması ve ateş üzerinden anlatılan ritüellerin sıkça bahsedilmesi bunun delillerindendir. Zerdüştlükteki düalist fikir açısı ve ‘iyi’ ile kötü’nün mücâdelesi Şehnâme’de sürekli karşımıza çıkan bir temadır. (Zutphen 450) Firdevsî’nin zerdüştlük lehine olan tutumu onun dînî inancı hakkında çeşitli tartışmaların çıkmasına sebep olmuştur. Her ne kadar İranlı araştırmacılar onu Gazneli Mahmut’un tavizsiz sünnîlik politikasına karşı gelen bir şiî ölarak lanse etse de, Firdevsî’nin zerdüştlük veyâ o minvâlde bir inanışa mensûp olduğu iddiâları da vardır. (Shahbazi 49)
Firdevsî hakkında önceki teorileri kritize eden bir biyografi yazmış olan iranolog Şapur Şahbâzi’ye (Shapur Shahbazi) göre Şehnâme’nin yazarı Firdevsî zerdüşt değil bir şiî idi. Ona göre Firdevsî’nin zerdüşt gibi görülmesinin sebebi bahse konu yazarın kaynaklarına olan sadâkatinden kaynaklanmaktaydı. Bu kaynaklar kimi zaman Arap karşıtı, islam karşıtı, zerdüstlük yanlısı ve hattâ İran karşıtı bir tutumda olabiliyordu. Şehnâme’deki tüm bu öğelerin Firdevsî’nin şahsî görüşünü yansıttığını iletmek güçtür. Nitekim eserde Firdevsî’nin islâm hakkında doğrudan kendi görüşünü ileten alçaltıcı en ufak bir cümle yoktur. Buna ilâveten Firdevsî’nin çocuklarına islâmî (Arapça) isimler koyduğu da ortadadır. (57)
Araştırma sorusunun cevâbı için Firdevsî’nin büyükçe olan eserini yazmasındaki amaçlarını bilmek önemlidir. İhtimâldirki bu amaçlar yazarın Türklere biçtiği belirli rolde etken olmuştur. Firdevsî’nin bilinçli bir şekilde bir sözcüğün Farsça’sı dururken Arapça’sını kullanmadığı kesindir. (Robinson 7) Eserinde islâm öncesi kadîm İran övülmektedir. Eserin, anakronik bir değerlendirme sayılabilecek olsa da, oldukça milliyetçi bir tavrı olduğunu söylemek mümkündür. (Canfield 7) Fârisî bürokratlar ve Sasanî döneminde süvari birliklerini oluşturan dehkân zümresi İran’ın Arap ve Türk hâkimiyetine girmesinin ardından kaleme sarılmışlardır. (Axworty 90) Her ne kadar Arap ve Türklere hizmet etseler de dehkân zümresinde oturmuş bir birnevî kimlik bilinci vardı. Onlar, topraklarına girip hükmeden, onlara göre, işgalcilere karşı kalemle mücâdeleyi sürdürüyorlardı.
Firdevsî eserini yazma sebeplerininin bir kısmını Şehnâme’nin daha başında açıkça iletir. Ona göre kadîm Pers kral ve kahramânlarının hikâyelerinde, sözlerinde ve yaptıklarında, ki o bunları dehkândan duymuştur, tüm insanlık için bir fayda vardır. Meselâ bir ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği Pers krallarına bakarak öğrenilebilir. Firdevsî’ye göre onların yaptıklarına bakılarak iyi ve kötü işlerin ayrımını yapmak mümkündür. (Shahbazi 37-38) Diğer taraftan eski İran destânlarından beslenen bu eseri islâm öncesi kadîm İran kültür ve inancının hâfızada tutulması ve tekrar geliştirilmesine hizmet ettiği söylenebilir. Peki Firdevsî’nin gerçek amacı neydi? Şahbâzi bu konuda yazarın İran milliyetçiliğini güçlendirmek ve ona ivme kazandırmak amacında olduğu görüşündedir. İsmini ölümsüzleştirmenin yanında Firdevsî’nin amacı islâma geçmiş İranlıların islâm öncesi kadîm mîrâsa yönelik eleştiri ve taarruzlarına yine İran târihinden kadîm hikâyelerle cevâp vermektir. Kısacası Firdevsî’nin amaçlarından biri islâm öncesi kadîm İran’ı ve kültürünü savunmaktır. 'İslâm öncesi dönem kötülüklerin işlendiği pagan ve câhiliye dönemi olarak görülmekteydi. Kimi İranlıların işgalci Arapların dilini kayde değer tek dil kabûl ettiği bir zamanda Firdevsî Farsça’nın güzelliğini ispâtlamak niyetindeydi. Onun amacı İran’ın rüyâlarını canlandırıp kendi fikirlerini de gerçekleştirmekti.' (118) Şahbazi Firdevsî’nin amaçlarını üstte belirtilenler husûslardan yola çıkarak şu şekilde sıralar:
1. Kadîm İran târihinin şiirsel bir tekrar anlatımı.
2. Kadîm İranlıların savunulması ve temize çıkarılması.
3. Unutulmaz ve olumsuz bir eser (hâtırat) ortaya koymak.
4. İran milliyetçiliğinin dirilişini sağlamak.
5. Kişisel şöhret ve prestij.
6. Târihten ders ve ibret aldırmak. (118-127)
Buna ek olarak Şahbâzi Şehnâme’nin karakter ve tutumunda etken olan meseleleri maddeler hâlinde sıralamıştır:
1. Ona göre İran târihi eserin anatemasıdır.
2. Bir özelliği ise kaynakların işlenişidir.
3. Kaynaklara gösterilen sâdıkâne bağlılık.
4. İslâmlaşmanın görmezden gelinmesi.
5. Şiir biçimlerinin etkisi. (127-135)
Firdevsî’nin Türklere verdiği belirli rolü Şahbazi’nin araştırmasında zikrettiği Firdevsî’nin Şehnâme’yi yazma amaçları çerçevesince araştırmak mantıklıdır. Unutmamak gerekirki Şehnâme’nin (edebî ve içerik açısından) karakteristiği de müellifinin Türklere biçtiği rolde etken olmuş olabilir. Şâyet mesele dâhilinde kişisel bir husûmet yoksa, ki buna dâir emâreler yoktur, Şehnâme’de Türklere verilmiş rolü Firdevsî’nin eserini yazma amacı bağlamında irdelemek gerekir.
2. Türkler ve Turânlılar
Bu bölümde Firdevsî’nin Şehnâme’sinde yaptığı gibi Türklerin Turânlılarla özdeşleştirilmesinin târihî ve bilimsel açıdan doğru olup olmadığı irdelenecektir. Bu meselenin araştırma sorusunun temelini incelediğini iletmek gerekir. Nitekim bu konunun aydınlığa kavuşması demek Firdevsî’nin Şehnâme’sinde Türklere belirli bir rol verirken bir ‘gizli ajanda’ veyâ bir art niyet olup olmadığına dâir bir fikir verecektir. Eğer Türkler târihî açıdan Turanlıların soyundansa Şehnâme’de Türklerin Turânlılar olarak nitelendirmesine farklı, şâyet böyle birşey sözkonusu değilse daha farklı bir bakışla araştırma sorusu analiz edilmelidir. Üçüncü bir ihtimâl de Firdevsî’nin yaşadığı dönemde Türklerin Turânlıların soyundan geldiğine dâir yaygın bir kanaatin hâkim olması durumudur.
Bu bölümün konusu iki farklı biçimde işlenecektir. Bir taraftan bilimsel açıdan hangi milletlerin veyâ boyların târihî açıdan Turân coğrafyasının halkı olarak nitelendirilebileceği araştırılacaktır. Muhtemel cevâp veyâ cevâplar belkide Türklerle ilişkilendirilebilir. Diğer taraftan Türk târihine bakılarak bunun Şehnâme’deki Turân ve daha kadîm Pers metinleriyle bir bağı olup olmadığı irdelenecektir. Bu iki araştırma yoluyla birlikte Şehnâme’nin Turânlıların Türklüğü meselesindeki bilimsellik düzeyi ortaya konmaya çalışılacaktır. Buradan çıkan sonuç elbette araştırma sorusunun cevâbının formüle edilmesinde değerlendirilmeye alınacaktır.
Şehnâme eserinin kadîm Pers destân ve metinlerinden esinlenerek yazıldığı muhakkak. Bu destânların geçtiği dönemlere dâir net bir sonuca ulaşmak zordur. Dönemin destânlarında olduğu gibi Şehnâme dünyâ’nın ve insanın yaratılışı ile başlar. Bu girişten sonra eser İran ve Turân arasındaki savaş hikâyelerine daha doğrusu çeşitli mitlerin anlatılmasına geçer. Bu mitolojik hikâyelerin târihi kesin olarak tespît edilemese de eser kronolojik açıdan incelendiğine bunun en azından milâttan önce 329 yılında vukû bulan Büyük İskender’in doğu’ya olan seferinden önce gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Şehnâme’de Saka’lar (İskitler) hakkında da destânlar vardır. Burada ilginç olan konu bu topluluğun aslen Orta Asya’dan geldiğidir. (Zutphen 447-451) Coğrâfî konumu (Orta Asya ile Çin) ve Şehnâme eserinde ortaya çıkan Turân ülkesinin gücünü de hesâba kattığımızda milâttan önce 4. ve 5. yüzyılda (Büyük İskender öncesi) bölgeye hâkim tek bir devlet öne çıkar ki bu devlet İskit İmparatorluğu’dur. Her ne kadar Firdevsî Saka’ları yâni İskitleri Turânlılarla ilişkilendirmese de böyle bir çıkarım târihî açıdan mantıklı bir sonuçtur. (Malcolm 213n)
Her ne kadar İskitlerin kökeni ve dili hakkında fazla mâlumat olmasa da Batılı araştırmacılarının genel görüşü onların Hint-Avrupalı olduğu, dillerinin Hint-Avrupa dillerinden olduğu ve İskitlerin İranî bir topluluk olduğu yönündedir. Bu varsayımın temel dayanağı ise Grek târihçi Herodot’un (m.ö. 5. yüzyıl) ‘Istoria’ eserinde İskitlerin gelenekleri hakkında naklettiği bilgilerle birlikte İskitlerin konuştuğu dilden sözcükler olarak yazdığı 10 kadar kelîme’den ibârettir. Birçok araştırmacı için bu veriler İskitlerin Hint-Avrupalı olduğunu iddiâ etmek için yeterli bir bilgidir. (Huntingford 791-793)
Bu açılardan bakacak olursak Türklerin İskitlerle veyâ târihsel Turânlılarla hiçbir bağı yok gibi görünmektedir. Bunun sebebi elbette Türklerin Hint-Avrupalı olmaması ve İskitler zamânında muhtemelen daha Orta Asya’da yaygın olmamasından kaynaklanmaktadır. Yine de çıkan bu sonucun sağlıklı olmadığının altını çizmek gerekiyor. İskitler hakkında Herodotâ ilâveten Romalı târihçi Büyük (Yaşlı) Plinius (m.s. 1. yüzyıl) dikkate alınarak geliştirilmiş teoriler de mevcûttur. (Karatay. İran ve Turan 148-165)
Firdevsî Şehnâme’sini yazıp bitirdiğinde kölemen kökenli Gazneli Mahmût’a takdîm ettikten sonra eser Türkler arasında bilinir olmaya başlamıştır. Birçok Türk hânedân Orta Asya ve İran’daki hükümlerini meşrû kılmak (legalize etmek) için kendilerini gerek İran gerekse Turân kral ve kahramânları ile özdeşleştirmiştir. (Bosworth, The heritage 62) Bu bir kenara, Türklerin Şehnâme’ye nasıl baktığına dâir en ilginç anekdotu Kaşgarlı Mahmût’ta (11. yüzyıl) buluyoruz. Kaşgarlı yazdığı ‘Divân-i lugât-it Türk’ isimli eserinde efsânevî Türk hükümdâri Alp Er Tonga’nın Şehnâme’de geçen Afrâsiyâb olduğuna dâir bir bilgi verir. (149) Yine aynı eserinde Alp Er Tonga hakkında muhtemelen daha büyük bir eserin parçaları olan bir methiye ve sagu (ağıt) nakletmiştir. (41-42) Bunlara ilâveten kendisinin Türk saydığı Sakaların (İskitlerin) Büyük İskender’in doğu’ya seferini durdurdukları Şu (Saka) Destânı’nı da eserde okumak mümkündür. (412-416) Yine Afrâsiyâb ile ilintili olarak Kaşgarlı, günümüzde İran’da bulunan ‘Kazvîn’ şehrinin isminin Afrâsiyâb’ın kızı ‘Kaz’dan geldiği iddiâsina yer verir. Kaşgarlı aynı bölümde İran ve Turân sınırından bahseder ve sınırın kimilerince Kazvîn, kimilerince Kum veyâ Merv olduğundan bahseder. Müellifin aktardığına göre Afrâsiyâb’ın (yâni ona göre Türklerin) isminde dahi hâlen Türkî olan bâzı şehirleri Fârisîlerin şehirlere göç edip yerleşmeye başlamasıyla Fârisî şehirlere benzemeye başladığını yazar. (149-150) Elbette bu ve meselâ Yusuf Has Hâcib’in ‘Kutadgu bilig’ (11. yüzyıl) ve Ali Şir Nevâî’nin ‘Târıh-i mülûk-i Acem’ (15. yüzyıl) eserindeki ankedotlar anakronik yaklaşımların bir sonucu olabilir. (Yusuf Has Hâcib 31 ve Abdurrahman) Hattâ bunun olmaması daha küçük bir ihtimâldir. Bu bağlamda belkide Alp Er Tonga’dan bahsedip anakronik de olmayan tek kaynak Moğolistan’daki Orhun Kitâbeleri’ndedir (8. yüzyıl). Bu anıtlarda Türklerin Tonga Tiğin isimli birini anıp onun için yas tuttukları iletilmiştir. (Öğer 514) Burada Afrâsiyâb ile kurulabilecek bağ ikisinin de prens olmasıdır. Afrâsiyâb daha prens iken babası Feridûn’dan büyük bir toprak parçasının hükümdârı olmuştur.
Türklerle İskitler (Turânlılar) arasındaki bağ üzerine geliştirilmiş teoriler sâdece ikincil kaynaklar üzerinden gitmemektedir. Nitekim yine Herodot ve Büyük (Yaşlı) Plinius’un İskitler hakkında verdikleri bilgilerle Türklerle İskitlerin aralarındaki ilişki hakkında daha tutarlı ve ciddî bir teori geliştirilebilir.
Öncelikle, Herodot’un İskitlere âit olduğunu iddiâ ettiği sözcüklere baktığımızda kadîm Türkçe’nin gerek kelime haznesi gerekse grameriyle uyuştuğunu görürüz. ‘Api’ (tanrıça), ‘oior’ (adam, er, -er), ‘pata’ (vurmak, patak(lamak)), ‘sai’ (soy), ‘karpalouk’ (ana, apa/apalık), bu kelîmelere örnektir. İskitlere âit oldukları iddiâ edilen, meselâ ‘İssyk-kurgan’ ve Suşa çevresinde çivi yazısıyla yazılmış kalıntılar, Hint-Avrupa dillerinde okunduğu gibi Türkçe de okunabilmektedir. Herodot’un verdiği ‘Targitai’ (targit/turgut, Türk mitolojisinde bir kuş), Budini (budun, ulus/millet), Agatshyri (ağaçeri) gibi İskit boy isimleri bu teoriyi besleyen unsûrlardır. (Chay ve Dremin) Bu çerçevede belkide en ilginç boy ismi Herodot’un ‘İurcae’ olarak bahsettiği İskit topluluğunundur. Herodot’un aksine Büyük Plinius aynı boydan bahsederken ‘Turcae’ der. Bunun sâdece basit bir rastlantı olmadığı âşikâr. Türkçe’de ‘Türk’ kelîmesinin esas biçimi ‘Törük’ veyâ ‘Türük’tür. Aynı ses değişimini ‘İurcae’ sözcüğüne uyguladığınız vakit Türkçe’deki ‘Yörük’ veyâ ‘Yürük’ kelîmesini buluruz. Bu kelîme ‘yürümek’ fiili ile ilintilidir ve Türkçe’de esâsen ‘göçebe’ mânasına gelir. (Bakır ve Altıngök 376) Herodot’un İskitleri göçebe olarak tanımladığı mâlumdur. Onların Perslerden tamâmen farklı olduğunu da vurgulamıştır ve bu iki toplumun birbiriyle anlaşabildiğine dâir en ufak bir bilgi vermemektedir. Başka bir deyişle, Herodot İskitleri İrânî topluluk addetmeye yarayacak hiçbir mâlumat vermez. Aksine, iki toplum kültüreleri birbirinden farklı olan cân düşmânlarıdır. İskitler hakkında araştırma yapmış bâzı târıhçiler İskit kültürünün, her ne kadar İskitlerin Hint-Avrupa dili konuştuklarını iddiâ etseler de, Hint-Avrupalı olmadığını kabûl etmek zorunda kalmıştır. (Karatay, Iran ve Turan 151)
İskit kültür ve hayât tarzını Herodot’un aktardıkları çerçevesince incelediğimizde bunun islâm öncesi Türk târıhini bilenler için kadîm Türk kültür ve inançları ile benzer tarafları olduğu görülür. Nitekim kadîm Türk kültüründe olduğu gibi İskit inancında da şamanizm veyâ şaman âdetleri önemli bir yer tutmaktaydı. İskitler at üzerinde yaşayan, kurumuş et yiyen (pastırma), at sütünden imâl edilen içki içen (kımız), ‘kan kardeşlik’ müessesisinin bulunduğu ve mağlûp ettiği düşmanlarının kafatasından şarap içen bir topluluktu. Bu kültürel öğeler ile birlikte savaş tarz ve taktikleri, atların ve okçuların kullanılması, en azından Hunların târihinden îtibâren başlatılabilecek Türk bozkır geleneklerine uymaktadır. (Durmuş 65-71) Fakât tüm bu benzerlikler İskitleri ‘proto-Türk’ (Öntürk) yapmamaktadır. Unutmamak gerekirki bu ve benzerî âdet ve davranışlarda coğrâfî etkilerin ve bunun berâberinde getirdiği zarûrî yaşam tarzının etkileri yadsınamazdır.
Bilindiği gibi İskitlere âit olduğu iddiâ edilen birçok kurganlarda çeşitli mumyalar bulunmuştur. Yapılan DNA araştırmaları netîcesinde bunların önemli kısmının Hint-Avrupalılara âit olduğu tespît edilmiştir. Fakât bâzılarında Avrupâî ve Asyatik elementlerin birlikte olduğu mumyalara da rastlanmıştır. Bunun ilginç olan tarafı bu karışımın Türklerin mensûbu sayıldıkları Turâni ırka işâret etmesidir. (Keyser vd.) Tekrar Herodot’a döndüğümüzde İskitlerin, kökenleri hakkında çeşitli iddiâların olduğu Amazonlar ile evlilik yoluyla akrabâlık kurup güçlendiklerini okuyoruz. Herodot İskitlerle Amazonların birbirinden farklı kültürlerden geldiklerini ve birbirlerini anlamayacak kadar farklı lîsanlarda konuştuklarının altını çizmektedir. Bir DNA-araştırması sonucunda Kazak kızı Meryemgül’ün DNA’sının kalıntıları bulunan bir Amazon kadınının DNA’sı ile aynı olduğu tespît edilmiştir. (Kimball 16) Bu araştırma Türklerle Amazonlar ve dolaylı olarak İskitler arasındaki muhtemel bağın belkide en somut göstergesidir. Her neyse, nereden bakarsak bakalım İskit kültür ve medenîyeti Türkler tarafından devâm ettirilmiştir. Hunlar, Göktürkler, Avarlar, Bolgarlar ve Hazarlarda İskitlerin etkisini görebilmekteyiz. Bu Türk topluluklarının, daha doğrusu kurdukları bozkır devlet ve imparatorluklarının, kavîm ve boy yapısı heterojendi. Bu devlet ve imparatorluklar sâdece Türk boylarının bir kısmını veyâ tamâmını bir araya toplamakla kalmamış bünyelerine Moğol, İrânî, Ugor ve hattâ Slav boyları da katmışlardır. Bunun sebebi ise bozkır geleneklerince bir kişi, kavîm veyâ boyun kökeninden ziyâde amacının önemli olmasındandır. Bir boy konfederasyonu ne kadar büyük olursa o kadar güçlü demektir. (Karatay, İran ve Turan 140-141)
Çin kaynaklarına baktığımızda bunların Türkler hakkında kimi zaman kumral (sarışın) kimi zaman kızıl saçlı olarak bahsettiğini görürüz. Diğer taraftan siyâh saçlı ve koyu göz renklerine sâhip Türklerin de olduğu mâlumdur. Yine de Çin kaynakları Türklerden bahsederken onların renkli (mâvi veyâ yeşil) gözlerinden bahseder. (Karatay, Türklerin kökeni 243-244) Bu bilgiler dışında Türklerin veyâ en azından bir kısım Türklerin Hint-Avrupa kökenli olabileceğini öne süren bilim adamları da vardır. 20. asrın başında birkaç Fransız araştırmacı Türklerin Hint-Avrupalı olduğu yönünde tezler geliştirmiştir. Bu teorilerin artık eskidiğini ve bunların ciddîye alınamayacağını iletmek gerekir. (Danişmend 99-100) Yine de günümüzde bambaşka argümanlarla Türklerin en azından bir kısmının Hint-Avrupa kökenli olabileceğini düşünen târihçiler vardır. Bunlardan biri Amerikalı türkolog Peter Benjamin Golden’dir.
Golden’e göre Göktürklerin (6.-8. yüzyıl) yönetici âilesinin yâni Aşina ailesi muhtemelen Hint-Avrupa kökenlidir. Golden teorisini ‘aşina’ (dişi kurt Asena) kelîmesinden yola çıkarak geliştirmiştir. Amerikalı türkolog ‘aşina’ sözcüğünün Sanskritçe’den Türkçe’ye geçtiğini ve ‘mâvi’ anlamına geldiğinin altını çiziyor. Göktürklerin kendilerine ‘gök’ demesiyle bu bilgi örtüşmektedir. Nitekim dönemin Türkçe’sinde ve günümüzde birçok Türkçe ağız ve lehçesinde ‘gök’ kelîmesinin mânası ‘semâ’, ‘Tanrı’ ve ‘mâvi’dir. (Some thoughts, 140-143) Fakât Göktürklerden yâdiğâr Orhun Anıtları’nda (8. yüzyıl) ‘aşina’ kelimesinin bir kez olsun kullanılmadığını görüyoruz. Bu yazıtlarda sürekli ‘gök’ten bahsedilir. Bu sebeple Türk târihçi Osman Karatay, Peter Benjamin Golden’e karşı çıkmaktadır. Karatay’a göre Golden tezinde çabuk ve hâliyle sağlıksız bir sonuca varmıştır. Karatay’ın savunduğu tez Türklerin, belkide Hint-Avrupalı olmasa da, sanılanın aksine Çinlilerden ziyâde Hint-Avrupalıların komşusu olmuş olması gerektiği yönündedir. Ona göre kadîm Türkçe’ye Çince’den geçmiş sözcük adedi bir a4 kağıt parçasını dolduramazken Hint-Avrupa dillerinden geçmiş bir hayli fazla kelîme mevcûttur. (Karatay, Türklerin kökeni 152-153)
Çince’den Türkçe’ye bu kadar az kelîmenin geçmiş olması enteresandır. Biliyoruzki Göktürkler döneminde kağan ve yöneticiler lüks Çin hayâtı tarafından cezbedilen Türk aristokrasisine veryansın ediyordu. Türklerin bir kısmı Çinli gibi davranıyor, Çin’de mêmûriyet ve vazîfe alıyor ve Çin şehirlerinde yaşıyordu. Orhun Anutları’ndan anladığımız kadarıyla Göktürklerin yöneticileri Çinlileşmenin Türkler için bir ölüm olduğunu ve bunun Türklerin sonunu getireceğini öngörmekteydi. Yine Orhun Anıtları’nda Göktürk kağanının Çinli kadınlarla evlilik yüzünden halkının bir kısmının değişen yüz ve tiplerinden memnûn olmadığı da anlaşılıyor. (Göktürk Anıtları) Üstte zikrettiğim kültürel etkileye rağmen Türkçe’ye az sayıda Çince kelîmenin geçmiş olmasının üzerinde durmak gerekiyor. Osman Karatay'ın iddiâsında pek haksız olmadığını söylemek gerekir. Türkçe’nin Çince’den ziyâde Hint-Avrupa dillerinin komşusu olması gerektiği, aksini belirten tezlere nazaran, daha güçlü bir tezdir. Burada ortaya konan mesele Türklerin Hint-Avrupalı oldukları değil Türklerin Hint-Avrupalıların komşusu olduğudur. Orhun Anıtları’nda ‘doğu’ hakkında ‘ileri’ diye bahsedilerek Türklerin en azından bir kısmının daha batıdan yola çıkarak Moğolistan’a geldiği düşünülebilir. Nitekim Macar türkolog Gyula Nemeth (1890-1976) çok daha önceleri bunu ifâde eden tezler öne sürmüştü. Ona göre Türklerin atayurdu Fin-Ugor ve Hint-Avrupalıların atayurtlarının yakınında, Ural Dağları’nın doğusundadır. Günümüzde birçok târıhçi Hakasya (Orta Sibirya bölgesinin güneyi, Rusya) ve etrâfının Türklerin atayurdu olduğu kanısındadır. Bu görüş Nemeth’in teorisinin paralelinde sayılabilecek bir yaklaşımdır. (Karatay, Türklerin kökeni 239)
Tüm bu teoriler Türkleri Şehnâme’nin Turanlılarına ve İskitlere yaklaştırmaktadır. Yine de bu teorilerdeki eksik taraf bahsedilen coğrafyaların İran ile doğrudan bir sınırı olmadığı veyâ en azından bilinir bir sınırı olmadığıdır. Bu bağlamda Türklerin çok erken bir zamanda güneye inmiş olabilecekleri ve İran-Turân arasındaki kadîm sınır olan Oxus (Amu Deryâ, Ceyhun) nehrine ulaştıklarını düşünmek gerekir. Târihî bakımdan bunu destekleyen bir bulgu yoktur.
Gen ve antropoloji uzmanı Amerikalı Spencer Wells’in çıkardığı gen harîtalarına göre Avrasya coğrafyasındaki insanların kökeni Orta Asya’da bulunmaktadır. Bilhâssa National Geographic Channel televizyon kanalı için çektiği (ve daha öncesinde kitap olarak basılan) ‘The journey of man’ (İnsanın yolculuğu) isimli çalışmasıyla bir hayli ses getiren Spencer’e göre Avrupa ve Asya’da yaşayan 1,5 milyardan fazla insanın atasının genleri Kazakistan’da yaşayan Zekircân Niyazov’da bulunmaktadır. Gerek Asya tipi gerekse Avrupa tipi ortak atadan türemiştir. Bu çalışma Türklerin kökeninde çok erken dönemde neden farklı tiplerin mevcût olduğunu açıklığa kavuşturduğu gibi Şehnâme’deki Turânlılar (İskitler) ve Türkler arasındaki bağı dile getiren tezlere de güç kazandırmaktadır. Belgesel bahsedilen Kazak Türkü Niyazov’un soyunun 40 000 yıldır Kazakistan’da yâni Orta Asya’da yaşadığını ortaya koydu. (Maltby) Kısacası, Türkler Hint-Avrupa odaklı târihçiliğin iddiâsinin aksine ezelden beri Orta Asya’daydı.
Bu bilgiyi Şehnâme ve İskitler özeline yaklaştırmaya çalıştığımızda Türk destânlarında bâzı ipuçları bulmaktayız. Türkmen/Oğuz boylarının atası sayılan Oğuz Kağan’ın Kaşgarlı Mahmût’un önemli eserinde zikredilmemiş olması kayda değer bir bilgidir. Osman Karatay Alp Er Tonga denilen kahramânın daha sonraları Türkmenler/Oğuzlar tarafından Oğuz Kağan ismini aldığını öne sürmektedir. Karatay’a göre Afrâsiyâb, Alp Er Tonga ve Oğuz Kağan, destân ve hikâyelerinin de birbirine benzemesi nedeniyle, aslında tek bir kişi olduğunu iddiâ etmektedir. Ona göre Feridûn ve Oğuz Kağan arasında dahi bir bağ kurmak mümkündür. (Iran ve Turan 177-183) Oğuz Kağan ile ilgili daha derine indiğimizde onun isminin kimi araştırmacılara göre ‘öküz’ mânasına geldiğini okuruz. Burada ilginç olan mesele Ceyhun nehrinin Grekçe isminde gizlidir. Ceyhun nehri yâni Amu Deryâ ve yâni İran ile Turân devletlerinin kadîm sınırının Grekçe ismi yine ‘öküz’ anlamına gelen ‘Oxus’tur.’ (Köprülü 154) Oğuz Kağan’ın bu sınır nehrine ismini verdiği veyâ ismini ondan aldığı düşünülebilir. Bu hâlde Oğuz Kağan’ın, yâni Afrâsiyâb ve Alp Er Tonga’nın, Herodot’un ‘Istoria’ (Târih) eserinde bahsettiği ‘Modova’ olması muhtemeldir. (Bakır ve Altıngök 377)
Yine de tüm bu teoriler ne Türkleri Şehnâme’de bahsedilen Turânlıların soyundan geldiğini kanıtlar ne de İskitlerin Türklerin atası olduğunu. Tüm bu tezler bizlere konu hakkında birçok ipucu veren ama maalesef kesin bir kanaate ulaştıramayan savlardan oluşmaktadır. Kesin söylenebilecek belkide tek şey İskitlerin köken olarak heterojen bir topluluk olduğudur. Yönetici grubun soy kokeni ise net değildir. Bu durum Firdevsî’nin Şehnâme’sinde Türkleri bilinçli bir şekilde, daha doğrusu bir amaçla, Avesta’daki kötülüğün timsâli Turânlılarla özdeşleştirdiği ihtimâlini açık bırakmaktadır. Bunun öyle olup olmadığını anlamak için Firdevsî’nin yaşadığı dönemi incelemek gerekmektedir. Kaynaklarına sâdık olduğu bilinen Firdevsî’den önce böyle bir özdeşleştirmenin yapılıp yapılmadığı irdelenmelidir.
Avesta’nın bir Sanskritçe tercümesinde ‘Tura’ ve ‘Turuska’ dan bahsolunur.’ (Bakır ve Altıngök 388) Bu iki sözcüğün Türklerden bahsettiği bir olasılık dâhilindedir. Daha somut bir örneğe ise Firdevsî’nin Şehnâme’sinden kısa bir süre önce tamamlanmış bir eserde rastlamaktayız. Arap târihçi ve seyyâh Mesudî (10. yüzyıl) ‘Mürûc ez-Zeheb’ (Altın bozkırlar) eserinde Afrâsiyâb’in Türk topraklarında doğmuş olmasına rağmen Türk olmadığını yazar. Mesudî’nin Şehnâme ve oradaki Afrâsiyâb’ı çağdaşı olan Fârisî şâir Dakikî’den öğrenmiş olması olasıdır. Burada not edilmesi gereken sözlerden biri de Mesudî’nin Göktürkleri Afrâsiyâb soyundan saymasıdır. (Şeşen 44)
Yine bâzı hadîs ve isrâiliyata göre Hz. Nuh’un oğullarından Yafes Türklerin atası sayılmaktadır. Hz. Nuh ve üç oğlunun (Ham, Sam ve Yafes) hikâyesi ile Feridûn’un üç oğlunun (İraj, Salm ve Tûr) hikâyesi birbirine oldukça benzemektedir. Fârisî târihçi Taberî’nin (839-923) Turânlılar ve Türkler arasındaki soybağı hakkında bir tereddütü yoktur. Ona göre Türkler Türânlıların soyundan gelmekteydi. Türklerin Turânlılarla özdeşleştirilmesi büyük olasılıkla 7. asırdan îtibâren, Türklerin İran sınırına daha yoğun göç etmesiyle, başlamıştır. (Yarshater) Şehnâme sonrasında ise Türklerin kendilerine Afrâsiyâb’i atababa olarak saymaya başladığını daha önce işlemiştim. Kesin olan vazîyet şudurki zaman içerisinde Turân ve Turânlılar kavramı (daha önce öyle değildiyse) Türkleşmiştir. İskit kültürü ise Türk bozkır geleneğinin temelini oluşturmuştur.
Firdevsî daha Şehnâme’sini yazmadan Türkler Avesta’daki Turânlılarla özdeşleştirilmekteydi. Sâdece yaşadıkları coğrafya değil âdet ve yaşam tarzları da birbirine benzemekteydi. Bu durum Firdevsî’nin Şehnâme’de Türklerden Turânlılar diye bahsederken bir art niyeti veyâ ‘gizli ajanda’sı olmadığı kanaatini güçlendirmektedir. Ona göre, yaşadığı dönemin gereği, bu özdeşleştirme muhtemelen doğru kabûl edilen bir bilgi ve yaygın bir görüştü. Yine de şimdilik çıkan bu sonucun doğru bir kanaat olup olmadığını anlamak için Firdevsî’nin Türklerle olan ilişkisini incelemek gerekmektedir. Bir sonraki bölüm Firdevsî’nin Türklerle olan ilişkisi ve onlara olan bakışını araştıracak ve onun ‘gizli ajanda’sı olup olmadığı hakkında daha net bir fikir verecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder