22 Ekim 2016 Cumartesi

NİZÂMÜLMÜLK-TERKEN HÂTUN GERİLİMİNİN ARKA PLANI


 
Türk tarihi göçlerin ve büyük imparatorlukların tarihidir. Bunun yanında Ortadoğu ve Orta Asya’da hakim çeşitli din ve kültürlerden etkilenmenin ve kültürel alışverişin tarihidir. Buna bir örnekte Türklerin 10. asırdan itibaren yoğun olmak üzere İslamlaşması ve Ortadoğu’ya yerleşmesidir. İslamlaşma süreci devam ederken Türk boyları büyük kitleler hâlinde İran’a ki öncelikle Horasan bölgesine ve daha sonraları Arap topraklarına ve Anadolu’ya göç etmişti.
     Türklerin İslamlaşmasını da beraberinde getiren bu göçler şüphesiz Türk tarihinde yeni bir fasılın açılması demekti. Nitekim söz konusu olan sâdece yasam alanını ve dini değiştirmek değil ayrıca kadim göçebelikten yüzyıllar sürecek olan bir şehirleşmeyi, daha doğrusu yerleşikliği, beraberinde getiriyordu. Türklerin Ortadoğu’ya olan göçleri ise onların İslam Medeniyetinin önemli ve belirleyici bir faktör olmasını sağlıyordu.
    Türklerin önemli bir faktör olmasının sebebi onların Ortadoğu’da birbirinin devamı niteliğinde olan birçok devlet kurmaları ve bu devletlerin bölgedeki siyâsî ve sosyal gelişmeleri belirlemesiydi. Fakat bu Türk devletleri Ortadoğu’nun yerel kültür ve toplum yapısından bir hayli etkilenmişti. Burada İran’ın bilhassa coğrafi açıdan önemli bir rol aldığını söylemek gerekir. Ayrıca Fârisîler bu devletlerin oluşum şekline ve özellikle devletlerin yapısına önemli katkı ve etki sağlıyorlardı.
Tarihte birçok istilâya uğrayan İran, kapılarını Türklere de açmıştı. Fakat Fârisîler yeni gelenleri kendi kültür ve sanatlarıyla etkilemekte oldukça mahirdi. Türkçe’deki en önemli ve en temel İslami terimlerin Arapça değildi Farsça olması İranlıların Türkler üzerindeki etkisinin sâdece bir kanıtıdır.[1] Mesele elbette bununla da kalmamıştır.
   Arap yayılması ile birlikte Emevî hâkimiyeti altında birkaç asır Araplaşma dönemi geçirmiş olan Fârisîler, Emevîlerin 8. yüzyılda yine Arap olan Abbâsîler tarafından devrilmesiyle İslam Dünya’sı içerisinde karar verici veya en azından bunu etkileyici durumuna yükselmişlerdir. Abbâsîlerde zamanla daha fazla Fârisî bürokrat, basta Baş vezir olmak üzere, hizmet etmekteydi. Bu dönem Türklerin Arap Devleti tarafından daha yoğun bir şekilde kölemen (memlûk) asker olarak hizmete alınmasının ve Türklerin gücü kendi lehlerine çevirmesinin başlangıcıdır. Türkler bu gelişme ile birlikte Ortadoğu içinde ve dışında birçok İslam devleti kurmuşlardır. Gazneli İmparatorluğu (962-1187), Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1038-1157), Harezmsâhlar Devleti (1077-1256), Timurlular İmparatorluğu (1370-1507), Karakoyunlu Devleti (1375-1468), Akkoyunlu Devleti (1378-1501), Safevî İmparatorluğu (1501-1736) ve İran’daki Afşar Hanedanı (1736-1796) ve Kaçar Hanedanı (1794-1925) birçok tarihçi ve uzman tarafından Türk-Fars geleneğinin (Turco-Persian tradition) bir ürünü olarak addedilmiştir. Bahse konu gelenekten kasıt Türkler, Fârisîler ve Araplar arasında oluşmuş kültürlerarası alışveriş ve bunun meydana getirdiği ‘yeni’ ve ‘üst’ kültür ve medeniyettir. Üstte zikredilmiş devletler dışında İran dışında kurulmuş ve Hindistan’a, Orta Asya’ya, Ortadoğu’ya veya Balkanlara hâkim olmuş Anadolu (Rûm) Selçuklu Devleti (1077-1307), Delhi Sultanlığı (1206-1526), Bâbür (Mugal) İmparatorluğu (1526-1858), Karahanlı Devleti (840-1212) ve Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922) da çoğu zaman Türk-Fars geleneğine bağlı sayılmıştır. (Canfield, 1991, ss. 12-20)
    Ortadoğu tarihçiliğinin en etkili isimlerinden biri olan ve ‘Türk-Fars geleneği’ terimini sıkça kullanan kişi Bernard Lewis’tir. ‘The Middle East’ (Ortadoğu) eserinde Lewis, Türk-Fars (kültürel) ortak yaşamının yapısı hakkında Abbâsîler devrinde Türklerin önce ordu içindeki Arapları ve Fârisîleri devre dışı bıraktığını ve devamında aynisini İslam topraklarındaki siyâsî hegemonya meselesinde de yaptığını iletmiştir. Ona göre 9. yüzyıldan itibaren İslam Dünya’sı içerisinde güç kazanmaya başlayan Türkler bu güçlü pozisyonlarını 1000 yıla yakın bir süre muhafaza etmişlerdir. (Lewis, 2000, s. 87)
    Abbâsî İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra İslam Dünya’sında iki kültürel alan oluşmuştur. Merkezi İran platosu olmak üzere kuzeyde Fars medeniyeti Batı’da Anadolu ve Osmaneli’nin Avrupa’da fethettiği topraklardan Doğu’da Orta Asya ve Hindistan’a kadar uzanmaktaydı. Türk ve daha sonraları Moğol hanedanları Fars kültürünün edebiyat ve sanat hayatındaki baskınlığını korumuşlardır. Türkler ve Moğolların İslam Dünya’sı içerisinde Akdeniz bölgesinden Orta Asya ve Hindistan’a kadar hâkim olmuş olmalarından mütevellit Fars medeniyeti de İslam âleminin büyük bir kısmına ulaşıyordu. (Lewis, 2000, ss. 99-100) Lewis ‘From Babel to Dragomans’ (Bâbil’den dragomanlara/mütercimlere) isimli eserinde Türk-Fars ortak yaşamı meselesine daha derinden iner ve şöyle yazar:

‘İran elbette ıslamlaşmıştı fakat Araplaşmamıştı. Farslar Farisi kalmıştı. (…) Iran İslam içerisinde ayrı, farklı ve kendine özgü bir öğe olarak tekrar ortaya çıktı, ve hatta İslamın kendisine de yeni bir unsur kattı. Kültürel, siyasi ve hatta hepsinden daha kayda değer olan dini alanda İranlıların bu yeni İslam medeniyetine katkısı muazzam bir öneme sahiptir. Iranlıların yaptıkları işler kültürel alandaki her uğraşıda, buna eserlerini Arapça kaleme alan Fars asıllı şairlerin kayda değer katkısının olduğu Arap edebiyatı da dahildir, görülebilmektedir. Bir bakıma, Fars İslamı İslamın ikinci ilerleyişidir, kimi zaman 'İslam-ı Acem' (Acemlerin/Farsların İslamı) diye anılan yeni İslamdır. İşte bu Fars İslamı, Arap İslamından daha ziyade, yeni bölgelere ve yeni topluluklara götürülmüştü: Türklere, önce Orta Asya'da ve daha sonra Ortadoğu'da sonraları Türkiye diye anılacak ülkede, ve elbette Hindistan'a. Osmanlı Türkleriyse İran medeniyetinin bir çeşidini Viyana surlarına götürdü. (…) İslam Dünya'sının merkezi, ikisi de İran kültüründen oluşturulmuş, Türk ve Fars devletlerinin (hakimiyeti) altındaydı. Gerek politik gerekse kültürel güç merkezlerı olan Hindistan, Orta Asya, İran, Türkiye gibi geç dönem Ortaçağ ve erken modern dönem büyük İslam merkezlerinın hepsi bu Iran medeniyetinin bir parçasıydı. Her ne kadar çoğunda Türkçe'nin farklı varyantlarının yanısıra yerel diller konuşulsa da, Farsça onların klasik ve kültür diliydi. Arapça ise elbette kutsal kitabın ve hukuğun diliydi fakat Farsça şiir ve edebiyatın diliydi.' (Lewis, 2004, ss. 43-44)

     Sözün özü Türk-Fars geleneği Türk, Fars ve Arap kültüründen ögeler barındırmaktadır. Oluşum başlangıcı ise 9. ve 10. asırda Horasan ve Mâverâünnehir’de (Orta Asya, Transoxania’da) vuku bulmuştur.(Canfield, 1991, s. 1) Ve bu kültür Türklerin İslami kalıcı bir unsur yaptıkları her bölgede yayılmış ve oturmuştur. Türk-Fars geleneği İslam kültürünün bir varyantıdır ve temelinde Türk patronajı (hamiliği) altındaki Fars edebiyatı vardır. (Canfield, 1991, s. 12)
Ortaya çıkan bu Türk-Fars geleneğinin hiç açık veya üstü kapalı mücadele olmadan gerçekleştiği sonucunu çıkarmak zordur. Tam tersi Türk-Fars ortak yaşamında devlet yönetimindeki ve devlet kültüründeki Türk ve Fars ögelerin birbirleriyle gerilim hâlinde olduğunu iletmek mümkündür. Bunun örneklerini bilhassa Ortadoğu’nun büyük kısmını hâkimiyet altına alan ilk Türk devleti olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda görmekteyiz.[2] (Peacock, 2010, s. 2) Bu konuda özellikle Selçuklu sultanı I. Melikşâh’ın (1055-1092) ölümü ve sonrası dikkat çekicidir. Gücünün ve ihtişamının en parlak dönemini yasayan imparatorluk, I. Melikşâh’ın vefatının ardından çeşitli sebeplerden dolay Fârisî asıllı Baş vezir Nizâmülmülk (1018-1092) ve sultanın eşi Terken (Türkân) Hâtun (?-1094) arasında siyâsî bir mücadeleye şahit olmuştu.
     Bu araştırmada Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki siyâsî mücadele Türk-Fars ortak yaşamı çerçevesince araştırılacaktır. Bu bağlamda Selçuklu İmparatorluğu’nun devlet ve saray kültürü çerçevenin anahtarlarını oluşturmaktadır. Araştırma sorusu ise şu şekildedir: ‘Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasında 11. yüzyılda cereyan eden siyâsî mücadele, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndaki Türk-Fars devlet ve saray kültürünün oluşumunun çerçevesince nasıl gelişmiştir?’ Bu araştırma sorusu ile birlikte Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki mücadelede Selçuklu devlet ve saray kültüründeki Türk ve Fars ögelerin oynadığı rol ortaya konacaktır.
     Birinci bölümde kısaca Büyük Selçuklu tarihine değinilecektir. İkinci bölümde Nizâmülmülk ve Terken Hatun’un şahsiyetleri ve hayat hikâyeleri yaz ilmiştir. Üçüncü bölümde bu iki isim arasındaki mücadeleyi ve bunun peyda ettiği politik gelişmeler ve sonuçlar anlatılmıştır. Dördüncü bölümdeyse Büyük Selçuklulardaki Türk-Fars devlet ve saray kültürü irdelenecektir. Son bölüm olan besinci bölümdeyse Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki mücadele, Türk-Fars devlet ve saray kültürünün oluşumu çerçevesince konumlandırılacaktır. Araştırma baş soruya cevabın bulunduğu bir sonuç bölümüyle bitirilecektir. 

1. SELÇUKLULAR
Adını Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na vermiş olan Selçuk ailesi Oğuz (Türkmen) boylarının Kınık boyuna mensuptur. Oğuz boylarının İkinci Göktürk İmparatorluğu’nun (7.-8. yüzyıl) batı sınırları olan Aral Gölü havzası, Mâverâünnehir ve İtil (Volga) nehri havzasına yerleşerek mühim ve kilit bir rol oynadıkları bilinmektedir. (Peacock, 2010, ss. 17-18)
     Selçuk Bey’in babası olan Dukak (Tokak) Oğuz boyları içerisinde nüfuzu olan saygın bir kişiydi. Devlet oluştuktan sonra Selçuklular kendilerini efsanevi Afrâsiyâb’ın (Alp Er Tunga) soyuna bağlamışlardır.[3] Aral Gölü havzası ve Orta Asya’ya yerleşmiş olan Selçukluların bağımsız olmadan önce akrabaları olan Oğuz Yabgu Devleti’ne mi yoksa Museviliğe geçmiş yine Türk soylu Hazarlara mı tâbi oldukları bir muammadır.[4] Bunun bilinmemesinin sebebiyse Oğuz Yabgu Devleti hakkında fazla bir malumatın olmamasından kaynaklanmaktadır. (Peacock, 2010, s. 21) Her ne kadar ağırlıklı görüş onların Oğuz Yabgu Devleti hizmetinde olduğu yönündeyse de bezi Selçuklu ailesine mensup olan kişilerin isimleri, meselâ İsrail ve Mikail gibi, Selçuklular üzerindeki Hazar etkisinin bir tezahürü olarak görünmektedir. (Kafesoğlu, 1972. ss. 4-6)
     Babasının vefatının ardından Oğuz Yabgu Devleti hizmetinde subaşı (ordu komutanı) olan Selçuk Bey, 10. yüzyılın başında kendisi ve Oğuz Devleti’nin yabgu’su arasındaki bir husumet nedeniyle boyu ile birlikte daha güneye göç etmiştir. Horasan ve Mâverâünnehir bölgesine yapılmış bu göçün muhtemel sebeplerinden biri de otlak bulma ve sâhip olma ihtiyacı nedeniyledir. (Kafesoğlu, 1972. ss. 7-8) Kuzeyden gelen Türk soylu Kıpçak boylarının baskısı, Türk soylu Karahanlıların Orta Asya’da yükselen gücü ve Selçuklular ile diğer Oğuz boyları arasındaki dinsel farklılık bu göçte rol oynamış diğer faktörlerdir. O dönem Oğuz boylarının geneli daha Müslüman olmamışken Selçuklular arasında müslümanlaşma başlamıştı.[5] (Sevim ve Merçil, 1995, s. 17)
     Orta Asya’daki Karahanlı ve İran’daki Gazneli imparatorlukları arasındaki siyâsî gerilimlerden Selçuk Bey’in oğulları olan Tuğrul ve Çağrı kardeşler Gazellileri 1040 yılında mağlup ederek muzaffer çıkmışlardır. Bu meşhur Danadanken Muharebesi sonrası Selçuklular Tuğrul Bey önderliğinde bağımsız oldular. İran toprakları Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun güç merkezi konumundaydı. Bundan neredeyse 30 yıl sonra Selçuklu sultanı Alparslan, 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Bizans İmparatorluğu’nun Anadolu’daki Selçuklu ilerleyişini durdurma çabalarını sona erdiriyordu. Bu savaş neticesinde Anadolu Türklere yeni bir anayurt olmuştur. (Sümer, 2014, ss. 368-370)
     Sultan Alparslan’ın oğlu olan I. Melikşâh (saltanat süresi 1072-1092) sultanlığında Büyük Selçuklu İmparatorluğu, bilhassa Alparslan’a da hizmet etmiş olan Fârisî bas vezir Nizâmülmülk ’ün de çabalarıyla, gücünün doruk noktasını ulaşmıştır. O dönem imparatorluğun sınırları Batı’da Anadolu ve Levant’tan Doğu’da Hindistan’ın kuzeyi ve Çin’e kadar uzanıyordu. Sultan I. Melikşâh’ın vefatıyla birlikte devlette karışıklıklar peyda olmuştur. Bundan neredeyse 60 yıl sonra, 1157 yılında, Büyük Selçuklu İmparatorluğu yerine daha küçük Selçuklu devletlerine birikiyordu. (Sümer, 2014, ss. 368 ve 370-371) I. Melikşâh sonrası Büyük Selçuklu İmparatorluğu dört büyük parçaya bölünmüştü. Irak ve Horasan Selçukluları büyük imparatorluğun doğrudan vârisleriyken, Kirman Selçukluları (İran’ın güneydoğusu), Suriye Selçukluları ve Rûm (Anadolu) Selçukluları diğer vârislerdi. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1308 yılında yıkılmasıyla birlikte Selçuklular tarih sahnesinden çekilmişlerdir. (Kafesoğlu, 1972, s. 71)
     Selçukluların 11. ve 12. yüzyılda Ortadoğu’ya girişi ve hâkimiyet altına almaşı bölge tarihinde şüphesiz bir dönüm noktasıdır. Yaşanan yoğun göçle bugün Türkler Anadolu’da (Türkiye’de), Azerbaycan’da ve Kafkasların bazı bölümlerinde nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Ortadoğu’da yeniden Sünniliğin hâkim olmasını sağlamıştı. Bununla birlikte Selçukluların çoğunlukla Fârisî bürokrat hizmete almaları nedeniyle İran-İslam geleneği tüm Ortadoğu’ya yayılmıştır. (Peacock, 2010, s.1)

2. NİZÂMÜLMÜLK VE TERKEN HÂTUN
Bu bölümde Nizâmülmülk ve Terken Hatun’un hayatları, kişilikleri ve kökenleri ortaya konacaktır. Bunun ortaya konmasının önemi, onların aralarındaki mücadele içerisindeki konumunu Büyük Selçukludaki Türk-Fars devlet ve saray kültürü çerçevesince doğru bir pozisyona oturtmak amacından ileri gelmektedir.
     Nizâmülmülk 10 nisan 1018 yılında Horasan bölgesinin Tûs şehrine bağlı Razkân köyünde doğmuştur. Tam künyesi ‘Ebû Ali al-Hasan b. İshâk el-Tûsî idi ve doğduğu yer nedeniyle Şehnamenin yazarı Firdevsî’nin hemşerisi sayılabilir. Ünlendiği ismi olan ‘Nizâmülmülk’ Arapça’da ‘mülk’ün (yâni krallığın veya devletin) nizami’ anlamına gelmektedir. Babasının Gazneliler döneminde dehkân (toprak sâhibi) sınıfına mensup olduğu biliniyor. Nizâmülmülk Bağdat’ta iyi bir eğitim almıştı. Gazneli İmparatorluğu’na kısa bir dönem hizmet ettikten sonra, bu devletin 1040 yılındaki Danadanken Meydan Muharebesi’nde Selçuklular tarafından yok edilmesiyle, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun hizmetine girmiştir. 1059 yılında başlamış Tuğrul Bey saltanatı sırasında Nizâmülmülk Horasan valisi olarak görev almıştı. (Özaydın, 2014, s. 194) Fakat onun esas önemli rol oynadığı ve nüfuzunu arttırdığı dönem Sultan Alparslan zamanındadır.
     Terken Hâtun hakkında çok daha az bilgiye sâhibiz. Gerçek ismi ve doğum tarihi meçhuldür. ‘Terken/Türkân’ veya ‘Terken Hâtun’ onun ismi değil Selçukluların birçok farklı sultan zevcesi için kullandığı bir nüvendir.[6] Bahse konu Terken Hâtun Bati Karahanlıların kurucusu İbrahim Tamar’ın kızıdır ve dolayısıyla Türk soylu bir prenses/ece’dir. Bu Karahanlı prensesinin 1068 yılında Büyük Selçuklu sultanı I. Melikşâh ile 1068 yılında evlendiği ve bu evlilikten üç oğul ve bir kız sâhibi oldukları biliniyor. (Bezer, 2014. s. 510) Ata bindiği, kılıç kuşanıp kılıç eline aldığı ve ordu komuta ettiği de bilinmektedir. Selçuklu hâtunlarında âdet olduğu üzere Terken Hâtun da birçok câmi, medrese ve şifahane inşa ettirmiştir. (Kitapçı, 2008, s. 293)

3. ‘ÇATIŞMA’
Bu bölümde Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasında gerilimlere sebep olan politik gelişmeler anlatılacaktır. Bu bölümün amacı etkili baş vezir ile yine en az onun kadar etkili Selçuklu hâtunu arasındaki çatışmaları ortaya koymaktır.
     Nizâmülmülk Sultan Alparslan’ın 1066 yılında emriyle birlikte Bağdat’ta kendi adıyla anılacak olan bir medrese yaptırmıştır. Bağdat’taki bu Nizamiye medresesi imparatorluğun önemli merkezlerinde kurulacak olan medreselerin ilkiydi. (Kafesoğlu, 1972, s. 71) Bu medreselerde, Selçuklular Hanefi mezhebine bağlı olmasına rağmen, Nizâmülmülk kendi mezhebi olan Şafiiliğin yayılmasına ve nüfuzunu arttırmasını sağlamıştır denebilir. (Peacock, 2010, s. 101) Bu bir kenara bas vezir Nizâmülmülk ‘ün bazen mühim noktalara Şiileri yerleştirdiği de bilinmektedir. (Duran-Guedy, 2010, s. 146)
     Nizâmülmülk başvezir olmanın hâricinde ayrıca Selçuklu ‘Atabek’i idi.[7] Sultanın hocası bir nevi yasam koçu olan Nizâmülmülk sultanın bütün gezi ve seferlerine katılmıştı. Sultan Alparslan’ın vefatı sonrası Nizâmülmülk etkisini arttırarak daha güçlü bir konuma gelmiştir. (Bowen ve Clifford, 2005) Alparslan 1072 yılında açıklanan vasiyetinde Nizâmülmülk ‘ün Baş vezir olarak kalmasını istemiştir. (Sevim ve Merçil, 1995, s. 74) Bu istek yerine getirilmiş ve bas vezir genç sultan I. Melikşâh’ı yoğun bir şekilde etki altına almıştır. Buna mukabil I. Melikşâh da daha çocuk yasta tanıdığı Baş vezire derin bir saygı besliyordu.(Kafesoğlu, 1973, s. 9) Sultan Alparslan’ın kardeşi Kavurt Bey tahtta hâk iddia etmekteydi fakat Melikşâh ve Nizâmülmülk tarafından mağlup edilmişti. Amcasını affetme meyilinde olan Sultan Melikşâh, bas vezir Nizâmülmülk ‘ün etkisiyle amcasının katli fermanını veriyordu. Bu olay bilhassa asker arasında infiale sebep olmuş ve önemli bir miktar askerin isyan etmesine sebep olmuştu. Askerlerin iddiasına göre Alparslan vasiyetinde Fars ve Kirman bölgelerinin Kavurt Bey’e verilmesini istemişti. Bu karışıklıklar nedeniyle genç Melikşâh Baş veziri Nizâmülmülk ülkeyi ve devleti düzene koyması için geniş yetkiler vermişti. Nizâmülmülk yetkilerini kullanarak devlete gerçekten nizam getirmişti diyebiliriz. (Sevim ve Merçil, 1995, s. 81)
Nizâmülmülk dışında Terken Hâtun da oldukça güçlü bir pozisyondaydı. Bunun sebebi öncelikle askerlere olan yumuşak ve dostane tutumundan kaynaklanmaktaydı. Ordu üzerinde etkisi büyüktü. Bunun dışında kendisi soylarını efsanevi Türk başbuğu Afrâsiyâb’a (Alp Er Tonga) dayandİran Karahanlı hanedanındandı. Bundan dolay kendisine büyük saygı gösteriliyordu. Üçüncüsü, Terken Hâtun para ve mülk sâhibiydi ve (finansal açıdan) istediklerini yapma konusunda ekonomik özgürlüğe sâhipti. (Hillenbrand, 2003, s. 114) Ekonomik gücün yansıra Terken Hâtun 10 000 süvariden oluşan bir ordu sâhibiydi ve Tâcülmülk adlı nüfuzlu bir vezir onun sahsı danışmanı konumundaydı. (Kitapçı, 2008, s. 283) Selçuklu hatunlarında sıkça gördüğümüz gibi Terken Hatun’un da kendi Divan’ı vardı. (Sevim ve Merçil, 1995, s. 512) Sözün özü, Terken Hâtun egemen bir kraliçenin tüm gereksinimlerine sâhipti.
     Nizâmülmülk‘ün Melikşâh ve devlet politikası üzerindeki etkisi yine Fârisî olan Tâcülmülk (mülkün/krallığın tacı) gibi başka vezirlerin tepkisine neden oluyordu. Tâcülmülk’ün Terken Hâtun tarafından desteklendiği biliniyor. Terken Hâtun hakkında dönemin kaynakları ilk olarak kızı Mâh Melek Hâtun ve Abbâsî halifesi el-Muktedî (hilâfeti: 1075-1094) arasındaki izdivaç nedeniyle bahsetmektedir. Bunlara göre Terken Hâtun kızını Abbasîlere vermeye ve onları seçmeye razı olmak için 400 000 dinar talep etmiştir. Nitekim kızına Gazneli ve Karahanlı sultanları da talip olmuştu. Sonunda Abbâsî halifesinin başka zevce almaması sertiyle daha az bir miktar paraya kızının izdivacına onay vermiştir. Bu evlilik 1087 yılında gerçeklemiştir. (Bezer, 2014, s. 510) Bu evliliğe giden yol Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki ilk somut siyâsî gerilim olarak zikredilebilir. Baş vezir devletin Abbasîlerle olan bağını güçlendirmesi görüsündeydi. Bu iki devlet arasında iyi ilişkiler olması için de sürekli çabalamıştır. Bu evlilik organizasyonu da bunun bir tezahürüydü. (Kafesoğlu, 1973, s. 89) Terken Hatun’un bu evliliğe ilk etapta sıcak bakmaması onun kızını muhtemelen Gazneliler’e veya Karahanlılar’a vermek istemesinden kaynaklanıyordu. Bu Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasında siyâsî vizyon farkı olduğuna delâlettir. Terken Hâtun Abbâsî halifesinin ikinci bir zevce almama sözü vermesi ve bir miktar para ödemesiyle evliliğe rıza göstermiştir. Bu olay aslında Terken Hâtun ne kadar etkili ve nüfuzlu biri olduğunu açıkça göstermektedir. Daha sonra yaptığı hamleler de gücünü ve etkisini arttırmak isteyen bir hâtun portresi çizmektedir. Kızının Abbâsî halifesinden bir oğlunun olması üzerine Cafer isimli torununu Isfahan’da bir saray inşa ettirmiştir. Terken Hâtun daha torununun babası el-Muktedî hayattayken torunu Cafer’e ‘emîr-ül müminîn’ (müminlerin emîri) diye hitap etmiştir. (Bezer, 2014, s. 510)
    Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki gerilim özellikle veliaht tayininde bariz bir şekilde ortaya çıkmıştı. Nizâmülmülk göre, ona göre devlet geleneğinin de öngördüğü gibi, tahta hakki olan kişi Sultan Melikşâh’ın yasayan en büyük oğlu olan Berkyaruk’du. Berkyaruk Türk soylu Zübeyde Hanım’dan doğma idi. Terken Hâtun ise küçük oğlu Mahmut’un veliaht olması gerektiğini savunuyordu. Nizâmülmülk ‘ün Melikşâh üzerindeki etkisini gören ve bilen Terken Hâtun için oğlunun sultan olması için en büyük engel Nizâmülmülk olarak görünmekteydi. Terken Hatun’un baş vezirin devlet yönetimindeki ve bürokrasideki etkisini azaltma ve yok etme isteğinin en önemli sebeplerinden biri ikili arasındaki bu anlaşmazlık nedeniyledir. (Kitapçı, 2008, ss. 284-285)
     Başvezir olmak isteyen Tâcülmülk ve oğlu Mahmut’un veliaht olmasını isteyen Terken Hâtun birçok kere Nizâmülmülk’ü adam kayırmacılık, yolsuzluk ve para iç etmeyle suçlamışlardır. (Kafesoğlu, 1973, ss. 182-183) Bu suçlamaların çoğunda I. Melikşâh baş veziri Nizâmülmülk’ü haklı bulmuş ve yetkilerini arttırmıştır. (Özaydın, 2014, ss. 194-195) Buna rağmen iddiaların tamamen asilsiz olduğunu iletmek mümkün değildir. Baş vezir önemli pozisyonlarda kendi akrabalarını (ve özellikle oğullarını) görevlendirerek güç ve nüfuzunu muhafaza etme ve geliştirme eğilimindeydi. (Sevim ve Merçil, 1995, ss. 126-127) Nizâmülmülk ‘ün devlet içeresinde kendi kliğini kurduğunu söyleyebiliriz. Fakat bundaki niyeti ne olursa olsun bunu teyit eden sözleri yazdığı Siyâsetnâme’sinde okumak mümkündür. Bu eserinde Nizâmülmülk Horasan dışından gelen bürokratlarla sorunlu olduğunu ve anlaşamadığını iletir. Türkler (Gazneliler ve Selçuklular) âdet üzere her daim Şafiî veya Hanefi mezhebine bağlı Horasanlı bürokratlar ve memurlardan hizmet almaktaydı. Burada ilginç olan Tâcülmülk’ün Horasan kökenli olmayan vezirlerden biri olmasıdır.(Duran-Guedy, 2010, s. 114) Yâni Nizâmülmülk muhtemelen üstü kapalı bir şekilde Tâcülmülk’ü eleştirmektedir.
     Yine de zamanla Sultan Melikşâh ile Nizâmülmülk‘ün de arası açılmıştır. Başvezir birçok oğlundan biri olan Şemsülmülk (devletin/krallığın güneşi) Osman’ı Merv valisi tayin etmişti. Sultan ise ileri gelen emirlerinden biri olan Kodan’ı Merv’e ‘sihna’ (askerî vali) olarak görevlendirmişti. Buradaki siyâsî gerilimin arka planında sihnaların her daim Türk kökenli ve doğrudan sultana bağlı olması gerçeği vardır. Nizâmülmülk‘ün sihnalar üzerinde bir etkisi yoktu. (Duran-Guedy, 2010, s. 117) Yâni sultan ister istemez Nizâmülmülk’ü devre dışı bırakıyordu. Bu olay üzerine babasının nüfuzuna güvenen Şemsülmülk Osman Kodan’ı tutuklatmıştı. Bunu haber alan I. Melikşâh ise Nizâmülmülk mektup yazarak onun alınan karara uymasını ve kendisine sadâkat göstermesini istemiştir. Nizâmülmülk ve ailesi adam kayırmacılıkla da suçlanmıştı. Son olarak Sultan Melikşâh bas veziri Nizâmülmülk gerekirse onu görevden alacağını da iletmiştir. Buna cevaben Nizâmülmülk sultanın konumunu ve gücünü kendisine borçlu olduğunu ve bunu unutmaması gerektiğini hatırlatmıştır. Nizâmülmülk göre sultanın kaderi ve başarıları kendisinin başarılarına bağlıydı. Bazı bürokratların araya giresiyle Nizâmülmülk görevden alınmadı fakat Selçuklu sultanı I. Melikşâh bir daha ona öncesinde olduğu kadar itibar etmedi. (Sevim ve Merçil, 1995, ss. 130-131)
          Terken Hâtun ve Tâcülmülk’ün kışkırtmaları nedeniyle sultan ile baş vezir Nizâmülmülk arasındaki gerilim tırmanırken, 1092 yılında Nizâmülmülk bir Haşhaşî tarafından suikaste uğrayarak öldürülmüştü. Her ne kadar oklar azmettirici olarak Haşhaşî lider Hasan Sabbâh’ı gösterse de I. Melikşâh ve Terken Hâtun diğer potansiyel azmettiriciler olarak görülebilir. (Özaydın, 2014, ss. 194-195) Selçuklu uzmanı İbrahim Kafesoğlu suikastın Tâcülmülk’ün kışkırtması üzerine Hasan Sabbâh’ın işaretiyle gerçekleştiği görüsündedir.[8] (Kafesoğlu, 1973, ss. 185-186) Olayın devamında hâtunun desteğini alan Tâcülmülk baş vezirliğe yükselmiştir. (Duran-Guedy, 2010, s. 115) Terken Hâtun ise politik karar alma aşamalarındaki en önemli rakibinden kurtulmuştu. Nizâmülmülk ‘ün vefatından kısa bir süre sonra, daha ayni yıl içinde, Sultan Melikşâh şüpheli bir şekilde vefat etmiştir. Ölümünün müsebbibinin Terken Hâtun olduğu ileri sürülmüştür. Terken Hatun’un küçük oğlu Mahmut’un veliaht olmasını istediği biliniyor. Fakat muhtemelen kocası Sultan Melikşâh ayni görüşte değildi. (Bezer, 2014, s. 510) Kocasının ölümünü bir süre gizleyen Terken Hâtun bu sürede Isfahan’daki elini, kendisine sadık olan ordularla, güçlendirmiştir. Nizâmülmülk ‘ün kliğine bağlı son kalıntılara karşı askerî bir harekât yapmıştır. (Duran-Guedy, 2010, ss. 154-155) Büyük vaatler vererek ve büyük paralar harcayarak Terken Hatun Selçuklu bürokrat ve kumandanlarının bir kısmının oğlunu desteklemesini sağlamıştır. (Kitapçı, 2008, s. 288)
     Terken Hâtun halifenin itirazı ve Nizâmülmülk‘ün dostu olan Fârisî Muhammed Gazali’nin karşı fetvasına rağmen (veliahdın çocuk olması nedeniyle) oğlu adına hutbe okutmaya muvaffak olmuştur. Bunu Abbâsî halifesi oğlunun Terken Hâtun tarafından Isfahan’dan Bağdat’a geri yollanması üzerine kabul etmiştir. Oğlu adına hutbe okunması demek oğlunun egemen bir hükümdar olmasının kabulü anlamına geliyordu. (Bezer, 2014, s. 510 ve Kafesoğlu, 1973, ss. 138-146)
     Bundan sonrasında Nizâmülmülk kliğinin desteğini alan ve hâlâ Berkyaruk ve onu savunan kitleyi bertaraf etmek zorundaydı. Bunu gerçekleştirmek için çeşitli evlilik ve koalisyon girişimlerinde bulunmuştur. 1094 yılındaki bu girişimlerin birinde daha emelini gerçekleştiremeden sağlığını kaybetmiş, hasta düşerek vefat etmiştir. (Sevim ve Merçil, 1995, ss. 126-127) Ölümü sonrası oğlu Mahmut güçlü konumunu kaybetmiş ve bertaraf edilmiştir. (Hillenbrand, 2003, s. 114)

4. TÜRK-FARS DEVLET VE SARAY KÜLTÜRÜ
Bu bölümde Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndaki Türk-Fars devlet ve saray kültürü izah edilecektir. Bu bölümün amacı Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki çatışmanın nasıl bir sosyo-politik ortamda gerçekleştiğini ortaya koymaktır. Bu bölüm ayrıca sonraki bölümün araştırma konusu olan bas vezir ve hâtun mücadelesinde saray ve devlet geleneğindeki Türk ve Fars etkilerinin konumu için önemlidir.
     Oğuzlar ve diğer Türk boyları İran’a geçtiklerinde Nişâbur, Merv, Herât, Rey, Isfahân ve Hemedân gibi şehirlerde temelinde İslami akîdelerin olduğu fakat İslam öncesi kadim Sasânî (Pers) geleneklerinden etkilenmiş bir yerleşik İslam kültürü ile tanıştılar.[9] Türkler zamanla bu medeniyet çeşitlemesini benimsediler. Bu durum Nizâmülmülk gibi Fârisî bürokratları hizmete alan Selçuklular için de geçerlidir. Bu baş vezirin Farsça yazdığı Siyâsetnâme’nin Selçuklulardaki Türk-Fars devlet geleneğinin özünü oluşturmuştur.[10] Elbette bu Selçukluların bozkır kültüründen kalma âdet ve geleneklerini terkettikleri anlamına gelmiyor. Leviratus (kayın alma), toy (kurultay), yağma, tuğ, askerî kıyafet, ‘ok ve yay’a atfedilen güç semboliği, av tertibatları ve savaşlarda bozkır geleneklerini ve stratejilerini uygulamak Selçuklulardaki bariz bozkır kültürü ögeleridir. (Kafesoğlu, 1973, ss. 129-131 ve Peacock, 2010, ss. 72-83)
     Sarayda ve askerler arasında Türkçe konuşuluyordu. Farsça ve Arapça ise diplomasinin diliydi.(Kafesoğlu, 1972, s. 117) Hanefilik Türklerin mezhebidir. Hatta bu konuda bezi Selçuklu sultanlarının, devlette görev yapmış nüfuzlu Şafiiler olan Nizâmülmülk ve Muhammed Gazali’ye rağmen, oldukça kati ve fanatik bir tutumda oldukları biliniyor. (Peacock, 2010, ss. 105-107)  Nizâmülmülk ‘ün Nizamiye medreseleri üzerindeki etkisi nedeniyle Büyük Selçuklularda Hanefiliğin yanında Şafiilikte propaganda edilmekteydi. Nizâmülmülk göre, belki de kendini orta yolu bulma zorunda hissettiği için, iki hâk mezhep olduğunu iletmiştir: Hanefilik ve Şafiilik. (Kömürcüoğlu ve Kömürcüoğlu, 2009, s. 53) Yâni Büyük Selçuklulardaki Türk-Fars devlet kültüründe uygulamada iki resmî mezhep vardı. Türkmenler arasındaysa Şamanizm’den oldukça etkilenmiş olan İslam öncesi kadim dinlerinden ögeler bulmak mümkündü. (Peacock, 2010, ss. 122-127) Bu ögelerin bir kısmı Türklerin İslamlaşması sonrası sufîlikte yer bulmuştur.
     Büyük Selçuklular Türklerdeki yönetim anlayışını ve vizyonunu korudular. Türklerde hükümdar Tanrı tarafından (tüm) insanlara hükmetmesi için vazifelendirilmiş biriydi. Bu Selçuklularda da öyleydi. Kan bağı nedeniyle ki kan kutsaldır, Hakan’ın akrabaları veya boyu hükmün delege edilmesini talep edebiliyordu. Her Selçuklu sultaninin tahta geçmeden veya geçerken önce tahtta hâk iddia eden kendi akrabalarını mağlup etme zorunluluğu bu (kutsal olan) kan bağından kaynaklanır. (Sevim ve Merçil, 1995, ss. 497-498) Gerektiğinde infazlar İslam öncesi kadim Türk töresinin gerektirdiği gibi kan dökmeden yay kirişi ile boğularak yapılmaktaydı. (Kafesoğlu, 1972, s. 119) Bunun dışında hükümdarın görevlerinden biri halkının selâmetini sağlamaktı. Eğer hakan 'milletin karnini doyuramaz ve sırtlarını giyindiremez’ ise halkı Tanrı’nın ondan ‘Kut’unu (hükmetme hakki, kader) ondan çektiğine inanırdı. Bu hükümdarın (meşru olarak) tahttan indirilmesine yol açabilmekteydi. (Gömeç, 1996, ss. 81-87) Büyük Selçuklular için hükümdarın Türk töresince meşru olarak tahttan indirilebilmesi ciddî bir tehlike olarak görülüyordu. (Peacock, 2010, ss. 47-71)
     Selçuklu devlet ve saray kültüründeki Fars ögelerine örnek olarak saray düzeni ve oluşturulmuş çeşitli divanlar (meclisler) gösterilebilir. Burada şüphesiz en önemli divan siyâsî kararların alındığı ‘Büyük Divan’dı. Bas vezir Nizâmülmülk bu devlet kurumlarının oluşturulmasında önemli bir rol oynamıştı. (Kafesoğlu, 1973, s. 137) Selçuklularda kullanılan unvanlarda da Arap-Fars etkisini görmek mümkündür. ‘Sultan’, ‘melik’, ‘şah’, ‘şehinşah’ gibi unvanlar bunlara örnektir. Selçuklulardaki bu meyil Arap-Fars egemenlik ve hükümranlık tarzının alan kazandığı söyleyebiliriz.
Her ne kadar İslam öncesi kadim Türk gelenekleri Selçuklu ordusunda güçlü bir şekilde korunsa da orduda da çeşitli değişimler olmuştur. Nizâmülmülk Türkmenlerden, taşkınlık çıkarmalarından dolay, açıkça yakınsa da, Selçuklularla olan akrabalıkları nedeniyle hizmette tutulabilecekleri görüsündeydi.(Nizâmülmülk, 1978, s. 102) İmparatorluğun genişlemesiyle birlikte Büyük Selçuklular devlet içerisindeki, Araplar ve Farslar gibi, başka grupları da ordu içinde hizmete almak zorunda kalemisti. (Nizâmülmülk, 1978, s. 147) Nizâmülmülk bunun bilinçli bir hamle olduğunu Siyasetname eserinde yazar. Onun bundaki amacı farklı kökenlerden oluşturulmuş birlikler arasındaki rekabeti kızıştırarak askerî verimliliği arttırmaktı. (Nizâmülmülk, 1978, s. 100) Bu tutum, her ne kadar Türkmenler ordu içerisindeki en büyük kitle olarak kalsa da, Büyük Selçuklu ordusundaki Türkmen hegemonyasını bitirmiştir. (Peacock, 2010, ss. 94-98)
     Kısacası, Büyük Selçuklulardaki Türk-Fars saray ve devlet kültüründeki görev dağılımına baktığımızda kabaca Fârisîlerin idari eliti (bürokrasiyi) Türklerinse askerî eliti (orduyu) ve hanedanı oluşturduklarını görürüz. Benzeri bir tasnifi basitçe saray ve devlet kültürü için yapmak mümkün değildir. Büyük Selçukluların Arap-Fars veya Fars-İslam devlet ve saray kültürünü benimsediği sonucunu çıkarmak güçtür. ‘Early Seljuq history’ (Erken dönem Selçuklu tarihi) isimli kitabin yazarı olan tarihçi Andrew C. S. Peacock Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ortaya çıkış ve gelişiminin tipik Türk bozkır geleneğine uyduğu görüsündedir. Elbette saray ve devlet kültüründe değişimler vuku bulmuştu. Fakat Peacock’a göre Fars-İslam geleneği ancak I. Melikşâh döneminde ciddî bir faktör olmuştur. (Nizâmülmülk, 1978, ss. 165-166)
     Bu görüş Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki gerilimi daha enteresan bir noktaya getirmektedir. Burada bahse konu alan sâdece iki şahıs değil, her birinin kendi kültürü ve gelenekleri olan iki ayrı etnik grup söz konusudur. Sonraki bölümde Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki gerilim (devlet içerisindeki) Türk ve Fars kültürel ögeleri bağlamında değerlendirilecektir.

5. ÇATIŞMANIN BAĞLAMI
Bu bölümde Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki çatışma Türk-Fars devlet ve saray kültüründeki Türk ve Fars ögeler bağlamında değerlendirilecektir. Bu bölümdeki amaç Türk-Fars geleneğinin Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki mücadelede hangi gerilimlere sebep olduğunu ve bünyesindeki ögelerden hangilerinin kim tarafından nasıl kullanıldığı ortaya çıkacaktır.
     Fârisî başvezir Nizâmülmülk siyâsî kariyerine Melikşâh’ın atabeği olarak başlamıştır. Baş vezirken Melikşâh tarafından kendisine geniş yetkiler verilen Nizâmülmülk sultandan gördüğü saygıyı aslında onun atabeği olmuş olması nedeniyle görüyordu. Atabeylik müessesesinin kökeni İslam öncesi kadim Türk devlet geleneklerine dayanmaktadır. (Kafesoğlu, 1972, s. 118) Bu örnekte Selçuklulardaki Türk-Fars devlet ve saray geleneği içerisindeki Türkî bir ögenin Fârisî Nizâmülmülk lehine işlediğini görüyoruz.
     Muhtemelen Türkler için Nizâmülmülk ‘ün bas vezir olarak aldığı yetkiler oldukça dikkat çekici olmuş olmalıdır. Bunun sebebi İslam öncesi kadim Türk devlet geleneğinde vezirlik müessesesinin olmamasından değil, vezirin danışmanlık dışında fazla yetkisi olmamasından kaynaklanmaktadır. (Ceylan, 1997, s. 3) Fars (Pers) devlet geleneğindeyse vezirlik makamı pratikte ‘devletin yükünü çeken adam’ pozisyonundadır. Ferman yazmak, orduları komuta etmek veya oradan oraya sevk etmek yetkileri arasındadır. Tüm memurlar ve kamu kuruluşları onun hizmetindedir. Yâni Fars geleneğinde başvezir sâdece hükümdara hesap veren bir nevi ‘kral nâibi’dir. (Taneri, 1967, ss. 98-99) Büyük Selçuklular bu Fars ögesini devlet sistemi içerisine almakla kalmayıp genellikle de Fârisî vezirleri hizmete almışlardır. (Taneri, 1967, s. 181) Başka bir deyişle, Selçuklularda Nizâmülmülk gibi Fârisî vezirler devlet içerisindeki pozisyonları ve yetkileri bakımından en azından İslam öncesi kadim Türklerde bati bölgelerindeki ‘kral nâibi’ gibi bir konumu olan yabgu ile hükümdar zevcesi hatunların derecesindedir.
     Büyük Selçuklularda hatunların İslam öncesi kadim Türklerdeki konumlarını koruduklarını veya en azından o konuma yükselebilen hatunların olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum Büyük Selçuklulardaki idari sisteminde ve bürokrasisinde son sözün sâhibi olan sultanı etki altına almaya çalışan kliklerin oluşmasına neden olmuştur. Aldıkları yetkiler ve meşru nüfuzları nedeniyle Büyük Selçuklulardaki baş vezirler ve hâtunlar devlet içerisinde çok etkin bir konumdaydılar. Bu durum, neredeyse sırf şartların bile karşı karşıya getirdiği, Nizâmülmülk ve Terken Hâtun için de geçerlidir.
Türkler için hâtunun bu etkin konumu yeni bir olay değildi. Ortadoğu’daki yerleşik toplulukların kültürlerinin aksine göçebe (yerleşik olmayan) Türklerde kadın bir tabu değildi. Kadın bir erkeğin yapma hakki olduğu her şeyi yapabilmekteydi. Avlanmak, (toylarda) eğlenmek, savaşmak, misafir ağırlamak, mülk sâhibi olmak, yatırım yapmak vesaire gibi haklar bunlara dâhildir. Kadim Türklerde Hakan’ın hâtun, ilk esi, mecliste veya divanda bulunmadan hiçbir karar alamayacağı biliniyor. Ve alınan karar ve buyruklar ikisinin adi zikredilerek veriliyordu. (Sevinç, 2007, ss. 29-32) Genel olarak Büyük Selçuklu hatunlarının bu özgürlüklerini ve konumlarını korudukları görülmektedir. (Hillenbrand, 2003, ss. 107-117) Fakat siyâsî meselelere olan (meşru) müdahil olma yetkileri Türk-Fars devlet ve saray geleneğinde Büyük Divan’ın kurulması ve bu kurumun hatunsuz karar alabilme yetkisinin olması nedeniyle zayıflamıştır. Buna karşın hatunların kişisel divanları olup burada şahsi vezirlerinden danışmanlık aldıkları biliniyor.
     Başvezirle hâtunun fikirleri muhtemelen ilk olarak Abbâsî halîfesi el-Muktedî ve Selçuklu ecesi (prensesi) ve hâtunla Sultan I. Melikşâh’ın kızı Mâh Melek Hâtun izdivacına giden yolda çatışmıştır. Görünen o ki Nizâmülmülk bu evliliğin gerçekleşmesi tarafındayken Terken Hâtun kızını Gazneli veya akrabası olduğu Karahanlılarla everme meyillindeydi. 
     Başvezirle hâtun arasındaki en önemli anlaşmazlığa baktığımızda ki bu veliaht belirleme sürecinde oluşan krizdir, Nizâmülmülk’ün bu konudaki İslam öncesi kadim Türk düşüncesinin bırakılması gerektiğini düşündüğü ortaya çıkıyor. Bu düşünceyi bölgenin yerleşik düsturu ile değiştirmek istemiştir. (Kafesoğlu, 1972, ss. 139-140) Nitekim Nizâmülmülk İslam öncesi kadim Türk töresinin aksine hükümdar ile kan bağı olanların da yönetme ve hükmetme hakki olduğu kanaatinde değildi. Ona göre Tanrı insanlar arasından her asır için bir kişiyi meşru hükümdar seçerdi. Tanrı seçtiği bu kişiye yönetme sanatı ve kabiliyetini de verirdi.(Canatan, 2009, s. 203)
     Yine Nizâmülmülk’e göre sultanın daha yasarken veliahdını ki bu genellikle en büyük oğuldur, belirleme hakki olmalıydı. Diğer tahtta hâk iddia eden potansiyel adaylar böylece devre dışı kalıyordu. Terken Hatun’un kendi oğlunu veliaht olarak görmek istemesi bu isteğini İslam öncesi kadim Türk geleneğindeki haklara dayanarak yaptığı düşünülebilir. Fakat burada hâtunun kan bağı veya akrabalık ilişkilerine vurgu yapmıyor. Nitekim böyle bir tutum mantıklı da olmaz. Hâtun veliahtlık konusunda Fars geleneğinden ilham alarak bir talepte bulunuyor ve genel düsturun aksine büyük oğul olmayan kendi çocuğunun veliaht olmasını istiyor. Yâni Selçuklu hâtununun Türk-Fars devlet ve saray geleneğindeki bir Fars ögesini kendi lehine kullanmak istediği göze çarpıyor.
     Terken Hatun’un Nizâmülmülk’ün planlarını engelleyebilecek ciddî bir güç konumunda olması ki bunun tersi de söz konusudur, başvezirde büyük bir rahatsızlık yaratmaktaydı. Onun alternatifinin Tâcülmülk olduğu da ortadaydı. Nizâmülmülk hâtunun siyâsî karar alma aşamalarında müdahil olmasını garip bularak tecrübe etmiş olmalarıdır. Bunun sebebi (İslam öncesi) Fars (Pers) kültüründe kadının erkekten daha aşağı varlık olarak görülmesidir. (Gündüz, 2012, s. 134) Nizâmülmülk, muhtemelen Terken Hâtun ile olan çekişmelerinin de etkisiyle, Siyâsetnâme’sinde söyle yazar:‘Büyük zararlara yol açacağından ve padişahin haşmet ve şanına halel getireceğinden ötürü hükümdarın astları üst yapmaması lâzımdır. Bunlar özellikle ehl-i setr olup akılları bu işlere ermeyen kadınlardır.’ (Nizâmülmülk, 2012, s. 255) Kitabın 43. faslında Fars, Arap ve İslami çevrelerde kadınların politik (ve sosyal) konularda müdahil olmasının açtığı felâket hikâyeleri yazılmıştır. Burada dikkat çekici bölümlerden biri de Nizâmülmülk’ün naklettiği hadistir: ‘Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurur: ‘İşlerinizde kadınlarla istişare ediniz, doğru yapmak için onlar işin nasıl yapılması gerektiğini söylüyorsa tam tersini yapınız.’ (Nizâmülmülk, 2012, ss. 255-265)Sultan için bu hadisin Terken Hatun’un dediklerinin tersini yapmak mealine geldiği akiktir.[11]
     Açıktır ki Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki çekişmede olaya geniş pencerede bakıldığında birbiriyle çarpışan kültürlerin izlerini bulmak mümkündür. Bu durum belki Nizâmülmülk ve Terken Hâtun açısından önemli veya birincil mevzu değildi. Fakat etraflarına topladıkları klikler için bu vaziyet önemli bir yer tutmuş olabilir. Her neyse, kesin olan mesele Büyük Selçuklularda Türk-Fars geleneğinin kavgasız ve gürültüsüz ortaya çıkmadığıdır.

SONUÇ
Abbâsîler döneminde (8. yüzyıl) kök tutmaya başlayan Türk-Fars geleneği için Büyük Selçuklu tecrübesi önemli bir fasıldır. Bu dönemde Fârisîler bürokrat olurken Türkler askerî elit kesimi oluşturuyordu. Türkler 9.-10. yüzyıldan itibaren gücü ele alıp Ortadoğu ve çevresinde çeşitli Türk-İslam devletleri kurmuştur. Abbâsîler dönemindeki devlet yapısı ve sistemi büyük ölçüde korunduğu için Fârisîler bürokrasi içindeki konumlarını korumuşlardır. Farsça da Türkler hâkimiyeti altında tekrar gelişmeye başlamıştır. Fars sanat ve kültürü Türklerin hükmettiği her toprak parçasına ulaşmayı basarmıştır. Bahse konu devletlerin Türk-Fars geleneğinin bir sonucu oldukları söylenmiştir. İste bunlardan biri de Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ydu.
     Orta Asya’dan güneye inen Selçuklu Türkmenleri 11. yüzyılda Gaznelileri mağlup ederek bağımsız olmuşlardır. Kısa bir süre sonra İran devletin güç merkezi olmuştur. Büyük Selçuklular zamanında Türkler ve Fârisîler arasında yoğun bir şekilde kültürel alışveriş gerçekleşmiştir. Her ne kadar Selçuklular devlet ve saray kültüründe Türkî özellikleri kısmen korumuş olsalar da Fars sanat ve kültürünün onlara olan tesiri büyüktü. Bunun sebeplerinden biri elbette Selçuklu diplomat ve bürokrasisinin çoğunun Fârisî olmasından kaynaklanıyordu. Ayrıca Farsça diplomasinin de diliydi. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Fârisîlerin yazı isleri ve bürokraside hâkim olup Türklerin askerî elit ve hanedan olması nedeniyle Türk-Fars devletlerinden biri olarak kabul edilir. Bu çok da haksız bir tutum degildir. Her ne kadar Selçuklular, bilhassa ritüellerde, ordu içerisindeki sembolikte kadim geleneklerini sürdürmüş olsalar da devlet ve saray kültürleri bariz bir şekilde Fars devlet geleneğinden ögeleri bünyesine katıyordu. ‘Büyük Divân’, vezirlik müessesesi ve daha hükümdar hayattayken veliaht tayini gibi meseleler bunların örneklerindendir.
     Fârisî başvezir Nizâmülmülk şüphesiz Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun temel tasıdır. Kendisinde bir hükümdar naibinin tüm yetkileri mevcuttu ve bu durumdan da istifade etmişti. Mâh Melek Hâtun ve Abbâsî halifesi el-Muktedî’nin evlilik süreci, veliahtın kim olması gerektiğine dair anlaşmazlık ve Tâcülmülk açıkça Nizâmülmülk’ün alternatifi olarak ortaya çıkarılması gibi çeşitli sebeplerden dolayı Nizâmülmülk ve Sultan I. Melikşâh’ın zevcesi Terken Hâtun arasındaki gerilim yükselmekteydi. Burada altı çizilmesi gereken mevzu Terken Hâtun Nizâmülmülk kadar etkili olduğu gerçeğidir. Bu güçlü isimler etrafında devlet yönetiminde birbiriyle didişen klikler oluşmuştu. Böyle buhranlı bir dönemde Nizâmülmülk 1092 yılında bir Haşhaşî tarafından katledilmişti. Ölümünden kısa bir süre sonra, aynı yıl içerisinde, Selçuklu sultanı I. Melikşâh şüpheli bir şekilde vefat etmiştir. Bu durum Terken Hâtun ve Hatun’un şahsi veziri olan Tâcülmülk’ün emellerine giden yolu rahatlatmıştır. Nizâmülmülk kliği sert bir karşılık vererek Tâcülmülk’ü feci bir şekilde ortadan kaldırmıştı. Oğlu Mahmut’u tahta çıkarmak için Terken Hâtun yapabileceği her hamleyi yapmış alabileceği her kararı almıştı. Terken Hâtun oğlunun geleceğini garanti altına alamadan 1094 yılında vefat etmiştir.
     Nizâmülmülk ve Terken Hâtun çekişmesini Büyük Selçuklularda oluşmaya başlayan Türk-Fars devlet ve saray kültürü bağlamında değerlendirdiğimizde karsımıza ilginç bir tablo çıkar. Bilhassa mücadeleyi Türk-Fars devlet geleneğindeki Türk ve Fars ögelerine indirgediğimizde meselenin sâdece Nizâmülmülk-Terken Hâtun çatışması olmaktan ziyade devlet ve saray kültüründeki Türk ve Fars ögelerin bir çakışması gibi görünmektedir.
     Fârisî Nizâmülmülk yetkilerini ve gücünü Fars devlet geleneğindeki baş vezirlik müessesesine borçluydu. Onun devlette kan bağına karşı olan tutumu ve sultan hayattayken veliaht tayin edilmesi gerektiği yolundaki görüsü Fars kültür ve düşüncesinin ürünleridir. Terken Hâtun ise özgürlüğünü ve gücünü kadim Türk devlet ve saray kültürüne borçluydu. Sultana etki ediyor ve onu manipüle ederek baş vezire karşı kışkırtıyordu. Tersi bir tutum Nizâmülmülk için de geçerlidir. Yazdığı Siyasetnamede açıkça kadınların siyâsî karar alma aşamalarının dışında tutulması gerektiği yolunda telkinlerde bulunmuştur. 
     ‘Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasında 11. yüzyılda cereyan eden siyâsî mücadele, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndaki Türk-Fars devlet ve saray kültürünün oluşumunun çerçevesince nasıl gelişmiştir?’ sorusuna su şekilde cevap vermek mümkündür: Nizâmülmülk Türk-Fars geleneği içerisinde Fars kültürel ögelerinin vücut bulmuş haliyken Terken Hâtun devlet sistemi içerisindeki Türk ögelerin vücut bulmuş hâliydi. Genel anlamda böyle bir cevap meselenin özünü yansıtsa da törpülenmeye muhtaçtır. Meselâ Nizâmülmülk’ün ilk olarak Büyük Selçuklulardaki Türk-Fars devlet geleneğinin bir Türk ögesi olan atabeylik müessesesiyle güç ve etkisini artırma imkânı bulduğunu biliyoruz. Terken Hatun’un ise devlete sokulmaya çalışılan bir Fars geleneği olan veliaht tayinine karşı çıkmayıp bu ögeyi kendi oğlu lehine kullanmak istediğini biliyoruz.
     Daha basit anlatmak gerekirse, Nizâmülmülk ve Terken Hâtun arasındaki mücadelede her ne kadar devlet sistemindeki Türk ve Fars ögeler rol oynamış olsalar da, Nizâmülmülk ve Terken Hatun’un doğrudan ve tamamıyla birbiriyle çatışan iki kültürün temsilcileri oldukları sonucunu çıkarmak doğru değildir. Gerek Nizâmülmülk gerekse Terken Hâtun iki kadim devlet kültürlerinden ögeleri kullanarak kendi konumlarını güçlendirmek ve geliştirmek meyillindeydiler. Yâni iki isimde Türk-Fars devlet ve saray kültürünün oluşumu sırasında pragmatik davranarak aralarında cereyan eden mücadelede hangi kültüre ait olursa olsun lehlerine olan ögeleri kullanmışlar ve devreye sokmaya çalışmışlardır.

KAYNAKÇA

Bezer, G. Ö. (2014) ‘Terken’: ‘Islam Ansiklopedisi ‘cilt 40, Istanbul.
(2014) ‘Terken Hatun’: ‘Islam Ansiklopedisi ‘ cilt 40, Istanbul.
Canatan, K. (2009) ‘Geleneksel siyaset ve devlet felsefesinin bir yorumu olarak Siyasetname: Büyük devlet adami Nizamülmülk’ün devlet anlayisi üzerine’ ‘Turkish Studies: International periodical for the languages, literature and history of Turkish or Turkic’ 4 194-220.
Canfield, R. L. (1991) ‘Turko-Persia in historical perspective’ , Cambridge.
Ceylan, A. (1997) ‘Islam öncesi Türk hukukunda danisma meclisi’.http://www.erzincan.edu.tr/birim/HukukDergi/makale/1997-1.pdf  başvuru 28-01-2013.
Duran-Guedy, D. (2010) ‘Iranian elites and Turkish rulers: A history of Isfahân in the Seljuq period’, Londra ve New York.
GömeçS. (1996) ‘Kagan ve Katun’ Ankara Üniversitesi tarih araştırmaları dergisi 29, 81-90.
Gündüz, A. (2012) ‘Tarihi süreç içerisinde Türk toplumunda ve devletlerinde kadinin yeri ve önemi’ ‘The journal of academic social science studies’ 5, 129-148.
Hillenbrand, C. (2003) ‘Women in the Seljuq period’, ‘Women in Iran: From the rise of islam to 1800’ (Guity Nashat ve Lois Beck ed.), Urbana ve Chicago.
Kafesoğlu, I. (1972) ‘Selçuklu târihi’ Istanbul.
(1973) ‘Büyük Selçuklu imparatoru Sultan Melikşah’ Istanbul.
Kitapçı, Z. (2008)‘Ortadogu ve eski hilâfet ülkelerinde aristokrat Türk ve Selçuklu hatunlari’ Konya.
KömürcüoğluM. ve Ş. Kömürcüoğlu (2009) ‘Güç ve adalet arasında bir devlet adamı: Nizamülmülk ve Siyasetname’si’‘Ilem’ 4, 43-66.
Kucur, S. S. (2002) ‘Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâmesine Selçuklu devlet teskilati açisindan bir bakis’‘Türklük arastirmalari dergisi’ 12, 41-72.
Lewis, B.  (2000)‘The Middle East: 2000 years of history from the rise of christianity to the present day’ Londra.
- (2004)‘From Babel to Dragomans: Interpreting the Middle East’ Londra.
Nizâmalmülk (1978) ‘The book of government or Rules for kings’ (Hubert Darke çev, 2. baskı)  Londra.
Nizâmulmülk (2012) ‘Siyâsetnâme’ (Mehmet Taha Ayar çev.) Istanbul.
Özaydin, A. (2014) ‘Nizâmülmülk’: ‘Islam Ansiklopedisi ‘Istanbul cilt 33.http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c33/c330137.pdf başvuru 26-01-2013.
Peacock,  A. C. S. (2010) ‘Early Seljûq history: A new interpretation’  Londra ve New York.
Sevim, A. ve E. Merçil (1995) ‘Selçuklu devletleri târihi: siyâset, teskilât ve kültür’  Ankara.
Sevinç, N. (2007)‘Türklerde kadin ve aile’ Istanbul.
Sümer, F. (2014) ‘Selçuklular’: ‘Islam Ansiklopedisi' cilt 36, Istanbul.http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c36/c360256.pdf başvuru 26-01-2013.
Taneri, A. (1967) ‘Büyük Selçuklu Imparatorlugunda vezîrlik’ Ankara Üniversitesi tarih araştırmaları dergisi 8, 75-186.http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/818/10383.pdf başvuru 28-01-2013.




[1]Türkçe'deki islami terimlerin önemli bir kısmı Farsça'dır. Namaz, abdest, oruç, peygamber gibi sözcükler bunların bir örneğidir.

[2] Bu bağlamda Peacock bu göçün her anlamda Türk tarihinde bir ılk olmadığını vurgulamaktadır. Selçuklular islami Orta Asya ve Horasan'a göç eden ilk Türk boyu değildi. Ve yine Bizansın (İstanbul'un) sınırlarına ulaşan ilk Türk topluluğu da değillerdi. Hunlar, Sabarlar, Avarlar, Hazarlar, Bolgarlar ve Peçenekler bunu daha önce yapmıştı. Hatta Selçuklular Anadolu^ya girmiş ilk Türk grubu da değillerdi. Onlardan önce bunu Hunlar ve Sabarlar yapmıştı. Peacock, 2010, s. 16.

[3]Afrâsiyâb, Şehname ve Avesta'da İranlıların ezeli düşmanı olan Turanlıların efsanevi atababasıdır. Bununla birlikte haklı olsun veya olmasın Fars destanlarından bilinen bir figürün Türkler tarafından benimsendiği görülmektedir. 

[4]'Yabgu' terimi çoğu zaman bir devletin batısını yöneten kişiyi betimlemektedir. İslam öncesi Türk geleneklerince 'ulu kağan' daima doğu'da ikamet eden hükümdardır.

[5]Her ne kadar Selçuklu dönemni kaynaklarında Oğuz ve Türkmen deyimleri bazen eşanlamlı gibi kullanılıyor olsa da, Oğuz tabiri daha çok müslüman olmamışları ifâde ederken Türkmen tabiri Oğuzlardan müslüöam olmuşları betimler. Sevim ve Merçil, 1995, s. 17.

[6]'Terken' kelimesinin etimolojik kökeni hakkında farklı görüşler vardır. Türkçe, Farsça veya Moğolca olduğu savunulan kelime hakkında Kaşgarlı Mahmut 'Divân-ı Lügât-it Türk' (11. yüzyıl) eserinde bu kelimenin Karahanlılarda bir bölgeyi yöneten hanlara söylendiğini açıklar. Selçuklulardaysa bu terim Selçuklu sultanlarının ve veliahtlarının Karahanlı prenseslerle evlenmesinden sonra yaygınlaşmıştır. Bu prenseslere 'Terken Hatun' ünvanı verilmiştir. Muhtemelen zamanla da terimde bir anlam kayması olmuştur. Nitekim bahsekonu terim Farsça 'türkân' (Türkler) olarak da okunabilir. 'Hatun' ünvanı ile birlikte bu durum 'Türklerin prensesi/kraliçesi' anlamını verir.
Bakınız: Bezer, 2014, s. 509.

[7]Selçuklulardaki bu atabeeğlik müessesinin amacı veliahtı eğitmek, yönlendirmek ve gerektiğinde onun adına ülkeyi yönetmek üzerine kuruludur.

[8]Kafesoğlu teorisini Nizâmülmülk'ün vefatından beş ay sonra onun yerine geçen Tâcülmülk'ün Nizâmülmülk kliği tarafından fecî bir şekilde öldürülmesiyle desteklemektedir.
[9]Selçuklu Türkmenlerinin önemli bir kısmı yerleşik veyâ yarı göçebeydi. Bakınız: Peacock, 2010, s. 55.

[10]Nizâmülmülk'ün Siyâsetnâme'si elbette bir kılavuz olsa da bu her yazılanın pratiğe konduğu anlamına gelmemektedir.

[11]Burada unutulmaması gereken mesele Büyük Selçuklular zamanında Nızâmülmülk'ün dostu olan Muhammed Gazalî ile birlikte Ibnül Cevzî gibi isimlerin de kadınların siyaset ve sosyal hayattaki konumu konusunda menfî görüşleri olduğudur. Fars kadınlarıysa genellikle yerleşik ataerkil toplum kodlarına uygun işlerle mesgûl oluyorlardı. Bakınız: Hillenbrand, age., ss. 104-106.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder