24 Ekim 2016 Pazartesi

Türk Mimarîsinin Minyatür Yapıları: Kuş evleri

Türk Mimarîsinin Minyatür Yapıları: Kuş evleri


Kus Evi

























































































Köşk, saray, cami, mescid, türbe, han, sıbyan mektebi, çeşme vb. yapıların duvarlarına oturtulan maket görünümlü kuş evleri, Osmanlı toplumundaki hayvan sevgisinin estetik ifadesi gibidir. Kuşlar. İslâmiyet’ten önceki devirlerden beri Türk toplumunda önemli bir yer tutmuş. Türk kültürü, sanatı, etnografyası ve folklorunda her zaman yer almışlardır.
Masallara göre, Kaf Dağı’nda ya­şayan yarı insan yarı kartal biçimli, ateşten ve güneşten yaratılan Zümrüd-ü Anka, kuşların başı olarak efsaneleş­miştir. Kuşların şeyhi sayılan leylek için de, halk arasında ‘‘Hacca gider­ken camileri ziyaret eder, oradan dö­nerken de Kâbe’yi tavâf eder” rivâyetleri dolaşır.
İslâm Toplumunda Kuşlar
İslâm inancına göre günahsız bir yaratık olarak kabul edilen, saflık, te­mizlik, iyi geçinme, barış ve kardeşli­ğin sembolü olan güvercin, Hıristiyan­lık’ta da Ruh-ül Kudüs’ü temsil et­mektedir. Hz. Muhammed (S.A.V.), Sevr Dağı’ndaki mağarada saklanır­ken, mağara girişindeki ağacın üzerine konan bir çift güvercinin burada yuva yaparak yumurtladığı, böylece müş­riklerin kuşkulanmamasını sağlayarak Peygamberimizin kurtarıcısı oldukları inancı yaygındır. Özellikle dinî yapı­larda yuva kurmaları ve barınmaları­na, bu sebeple halk tarafından yardım edilmiştir.
Kus saraylari
Bâyezid’de Seyyid Haşan Paşa Medresesi’nin cami biçimindeki kuş evi.
Güvercin, aynı zamanda Nuh Tufanı’nın da müjdecisidir. Yine bir başka efsaneye göre, Hz. Süley­man Tekke-i Mürgan’ı (kuşlar tekke­si) kurmuş, dünyanın her yerinden yıl da bir defa gelen güvercinler, bir hafta süreyle bu tekkede beslenmiş, ötüşmüş ve Süleyman Peygamber’e dua edip dağılmışlardır. Gerek “Mesnevi”, gerek “Divan-ı Kebir”de Mevlâna’nın üzerinde en çok durduğu hayvanlar yine kuşlar olmuştur.
Güvercine çok benzeyen ve “Hu, hu” diye başını eğerek ötüşü halk ara­sında “Allah’ın adını anıyor” şeklin­de yorumlanan kumru da, sevilen ve kutsallığına inanılan kuşlardandır. İlkbaharda ilk öten kuş olan bülbülün se­sini dinlemek için, vaktiyle İstanbul’da çiğdemler açtığında, İstinye koyuna gi­dildiğinden bahsedilmektedir.
Hatta Sultan Abdülaziz’in bile, Kanlıca’daki Hidiv Abbas Hilmi Paşa’nın korusuna şafak vakti bülbül sesi dinlemek için gittiği söylenir. Hüdhüd kuşunun ise ai­leye bağlılığın, ana ve babaya saygının sembolü olduğu ve öldürülmesinin ya­saklandığı söylenmektedir.
Türk velîleri ile ilgili rivayetlerde, onların gerektiğinde kuş biçimine gir­dikleri ifade edilir. Örnek olarak Hacı Bektaş-ı Velî’nin şahin, Ahmed Yesevî’nin ise turna kılığına girmesi gi­bi…
İslâmiyet Öncesi
İslâm dininde bu şekilde yer alan kuşların İslâmiyet öncesi Türk toplumunda da önemli yer tuttukları görülür. Meselâ, şamana refakat eden hayvanlar veya şamanın kendisi kuş veya kartal tasvirleri şeklinde olup, şamanların, kuşlaşmayı sembolize etmek üzere el­biselerinde kanat veya kuş tüyü bulun­durdukları bilinmektedir. Yakut Türklerinde ise çift başlı bir kuşun, göğün en üst katında kapı bekçiliği yaptığına inanılmıştır. Selçuklu sanatında, çift başlı kuş motifi, gücü, kuvveti ve egemenliği sembolize eder.
kus evleri_taksim_maksem
Taksim Maksemi’nin giriş cephesindeki kuş evi
Yine kuşların adlarının padişahlara verildiği, masallarda adı geçen Hümâ kuşunun, aynı zamanda Osmanlıların remzi ve lâkabı olduğu, hümâyun kelimesinin bundan türetildiği öne sürülür. Hümâ kuşunun kanadının değdiği kimsenin padişah olacağı inancı efsaneleşmiştir.
İnsanların yüzyıllardan beri göklere hâkim olma ve uçabilme arzularını kamçılayan, bu özellikleriyle diğer hayvanlardan ayrı tutulan kuşlar, bütün milletlerin masallarında da yer almışlardır. “Şehname”de Kevkâvus’un uçtuğu, düşerek Rüstem tarafından kurtarıldığı yazılmaktadır. Sultan IV. Murad zamanında, Hezârfen Ahmed Çelebi’nin yaptığı kartal kanatlarıyla Galata Kulesi’nden uçup Üsküdar’da Doğancılar’a indiği, bu başarısı sebebiyle padişah tarafından ödüllendirildiği bilinmektedir.
Atalarımızın inançlarına göre, kuşların uçabilmesi, “Tanrı’’ya ulaşmak için İlâhî bir özellik olarak görülmüş, dolayısıyla insanlar bu hayvanlara kor­kuyla karışık sevgi ve saygı duymuş­lardır. Onlarla ilgili birtakım inançlar ve düşünceler ise, zaman içerisinde İs­lâm dini ile şekil değiştirmiş, bir kısmı da bâtıl inançlar olarak günümüze ka­dar gelmişlerdir. Bütün bu inanç ve dü­şüncelerin bir neticesi olarak Türkler’in kuşlara verdikleri önem ve onlara yönelik insanî davranışları, Türk mimarisinde kuş evlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Topluma faydalı olmak için vakıf­lara dayanan çeşitli tesisler kuran Türkler, “Rahmetimi istiyorsanız yarattıkları­ma merhamet edin” hadisinde de belirtildiği gibi. Müslümanlığın merha­met duygusunun bir neticesi olarak hayvanları da korumuşlar, o düşünce­den hareketle oluşturdukları kuş evle­riyle de mimarimizin bu güzel eserleri­ni ortaya koymuşlardır.
Taksim-maksemi_Kus eviYabancı Seyyahların Notla
En eski örnekleri XVI. yüzyılda Klasik Osmanlı döneminden kalan bu küçük evcikler, tamamen kuşların ba­rınmaları amacıyla yapılmış yapılardır.
Mimarimizde Klasik Osmanlı dö­nemi sonrasında da yapımı devam eden maket görünümlü kuş evleri, ay­nı zamanda Türk toplumundaki hay­van sevgisinin estetik ifadesi durumundadırlar. Birçok yabancı seyyah, eserlerinde Türkler’in yardımsever­liklerinden bahsederken, hayvanlara karşı olan ilgilerini de dile getirirler. Thevenot, seyahatnamesinin Tür­kiye’yi de içine alan birinci kısmında;
“…Onların iyilikseverliği hayvanla­ra, bu arada kuşlara kadar ulaşır. Her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve bunları serbest bırakırlar. Söylediklerine göre, bu kuşların ruhları, kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onla­rın iyiliklerine şahitlik edecekler­dir” demektedir. Moltke ise “Türki­ye Mektuplarında Türkler ha­yırseverliklerini hayvanlara karşı bile gösterirler. Üsküdar’da bir ke­di hastanesi bulursun, Bayezid Camii’nin avlusunda da güvercinler için bir bakım yeri vardır” diyerek şöyle devam eder: “Birçok mezar ta­şının altı yalak şeklinde oyulmuştur. Buraya yağmur suları toplanır ve sıcak yaz günlerinde köpekler ve kuşların susuzluklarını giderebile­cekleri küçük mikyasta bir fukara mutfağı vazifesini görür. Müslümanlar hayvanların şükranının da insanlara hayır getireceğine inanır­lar.”
Bir başka yabancı seyyah, Gerard de Nerval, “Voyage en Orient” adlı eserinde. İstanbul’da gördüğü kuşlar için yapılmış, ahşaptan konsol biçi­mindeki kuş evlerinden söz etmekte­dir.
Yapıldıkları Yerler
Kuş köşkleri de denilen bu minya­tür yapıların bulundukları binalar; ev­ler, köşkler, saraylar, cami ve mescidler, medreseler, hanlar, sıbyan mek­tepleri, kütüphaneler, türbeler, köprü­ler, çeşmeler, darphaneler gibi dinî ve sivil mimarî yapılanmıştır. Kuş evle­ri, söz konusu yapıların yukarı kısım­larında, genellikle soğuk ve sert rüz­gârlardan korunaklı cephelerinde, insan ve hayvanların erişemeyeceği yüksekliklere inşa edilmiştir. Çoğun­luğu taştan, ahşaptan, pek azı da tuğ­ladan yapılmış bu evleri, Anadolu ve Rumeli’de, meselâ Kayseri, Amasya, Tokat, Niğde, Antakya, İzmir, Bolu, Kırklareli, Tekirdağ, Edirne, Filibe ve Tırnova’da görebileceğimiz gibi, en güzel örneklerine İstanbul’da rastla­rız. Ancak, ne yazıktır ki, çoğu yangın ve deprem gibi sebeplerle yok olup gitmiştir. Günümüze sağlam halde ge­lenlerin ise, özellikle taştan yapılmış binalardakiler olduğu dikkati çekmek­tedir.
XVI. yüzyılda kuş evlerinin yapıl­dığı binalara örnek olarak İstanbul’da Bali Paşa Camii, Büyük Çekmece Köprüsü, Tokat’ta Ulu Cami, XVII. yüzyılda İstanbul’da Yeni Cami, Niğde’de Kiğılı Camii, Antakya’da Ulu Cami, Amasya’da Sultan Bayezid Camii gösterilebilir. XVIII. yüzyılda İstanbul’da Nuruosmaniye Camii, Üs­küdar Ayazma Camii, Selimiye Camii, Taksim Maksemi, Zeyrek Şebsefa Mektebi, Saraçhane Amcazade Hüse­yin Paşa Mektebi.
Bayezid Seyyid Ha­san Paşa Medresesi çeşitli kuş evleriy­le donatılmış yapılardandırlar. XIX. yüzyıl örnekleri arasında Kayseri’de Şeyh İbrahim Tennurî Çeşmesi, İstan­bul Eyüp’te Şah Sultan Mektebi sayı­labilir. Ayrıca, İstanbul Balat’ta ve Bursa’da XVIII. ve XIX. yüzyıla ait evlerde de kuş köşkleri bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu yapıların dışında, daha birçok yerde ve çeşitli türde bina­larda da kuş evleri yer almaktadır. Ba­zen kuş evlerinin bulundukları binalar eski olabilmekte, ancak üzerlerindeki kuş köşkleri sonraki yıllarda yapılan tamirler sırasında eklenebilmektedir. İstanbul Fatih Camii, Kastamonu İbnineccar Camii ve Amasya Sultan Baye­zid Camii buna örnektirler.
İki Tkusyuva1ür Kuş Evi
Kuş evlerini, inşa tarzları bakımın­dan iki grupta sınıflandırmak müm­kündür: Birincisi ve çoğunluğu, bina cephelerinden dışa taşkın yapılan hüc­re veya odacıklar şeklinde olanlardır (Üsküdar Ayazma Camii, Eyüp Şah Sultan Sebili). Bunlar, bazen konsollar üzerine cumba şeklinde ileri doğru uzatılmış tek katlı köşk veya yalı görü­nümünde minik yapılara, ya da çok katlı saraylara benzemekledirler. İkin­ci grup kuş evleri ise, bulundukları bi­naların cephe duvarları arasına niş şeklinde oyulmuş odacıklar halinde­dirler.
Genellikle cami, sebil, köşk ve ah­şap evler şeklinde yapılabilen kuş ev­lerinin bazen de belirli bir mimarî şek­li olmadığı dikkati çekmektedir. Aynı bina üzerinde değişik şekillerdeki kuş evlerine de rastlanabilmektedir. Bu ya­pılardaki kemer, kubbe, konsol ve pen­cerelerde kullanılan mimarî elemanlar, Klâsik ve Barok dönemlerinin kendi­lerine has üslûp özelliklerini yansıtır­lar. Klasik Osmanlı döneminde yapı­lan kuş evleri, çoğunlukla ahşap ev şeklinde olup bindirme çift katlı ve cumbalı oluşlarıyla dikkati çekmektedirler. Bu dönemde kuş evlerinde geri plana itilen süsleme. Batı sanat üslûplarının Türk sanatını etkilemesi sonucu Barok dönemde ön plana çıkmıştır. Barok üslûbun bariz özelliklerinden biri olan hareketlilik, kuş evlerinde cephelere yansımış, saçak kubbe ve konsollar, cepheleri hareketlendiren mimarî elemanlar olmuşlardır. Özellikle bu dönem kuş evlerinde pencere kafesleri ve korkuluk şebekelerinin ince bir işçilikle yapıldığı görülmektedir.
Klasik Osmanlı döneminde yapılan kuş evlerinde kubbe kasnaklara oturmakta olup, genellikle yuvarlaktır. Ancak İstanbul Üsküdar’da Hatice Gülnûş Valide Camii’ndeki kuş evlerinden birinde olduğu gibi, piramit külâhla örtülü örnekler de mevcuttur. Diğer mimarî elemanlar gibi, kuş evlerindeki kubbeler de Barok dönemde değişikliğe uğramış, armudî ve dilimli kubbeler sıkça kullanılmıştır. Bundan başka örtü sistemi çatı şeklinde olan kuş evlerine de rastlanmaktadır.
En Güzel Örnekler
Günümüze sağlam olarak gelen kuş evlerinin bulundukları yapılar arasında en güzel örnekler. Nevşehir Kurşunlu Camii Kütüphanesi, İs­tanbul’da Taksim Maksemi, Üsküdar Ayazma Camii, Lâleli’deki Sultan III. Mustafa ve III. Selim türbesi, Selimi­ye Camii ve Eyüp Şah Sultan Mekte­bi ile Kayseri Şeyh İbrahim Tennurî Çeşmesi’dir.
İstanbul’da Sultan III. Selim tara­fından yaptırılan Selimiye Camii’nin duvarlarında ve cami ayaklarında yer alan köşk biçiminde iki kuş evinin, geniş ve büyük kafeslerle çevrili oldu­ğu görülmektedir. Üsküdar Yeni Vali­de Camii’nin bütün cephelerinde bu­lunan kuş evlerinden ikisi cami şek­lindedir.
Türkler’in kuş sevgisi, hat sanatına da yansımıştır. İşte, İsmail Zühtü Efendi’nin (öl. 1731) leylek biçiminde besmelesi.
Türkler’in kuş sevgisi, hat sanatına da yansımıştır. İşte, İsmail Zühtü Efendi’nin (öl. 1731) leylek biçiminde besmelesi.
En güzel kuş evi örneklerinin bu­lunduğu yapılardan biri de İstanbul Üsküdar’daki Ayazma Camii’dir. Sul­tan III. Mustafa tarafından yaptırılan yapının ilgi çekici tarafı, çeşitli biçim­lerdeki kuş evlerini bünyesinde barın­dırmasıdır. Sultan I. Mahmud tarafın­dan yaptırılan İstanbul Taksim Maksemi’nde de giriş cephesinde konsol­lara oturan birbirinin simetriği iki kuş evi bulunmaktadır. Kayseri’de, Şeyh İbrahim Tennurî Çcşmesi’ndeki üç katlı kuş evi ile İstanbul Laleli’deki Sultan III. Mustafa ve III. Selim’in türbesindeki kuş evleri yine zarif örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır­lar.
Sonuç olarak denilebilir ki, bu minyatür yapılar, Türk milletinin ha­yırseverliğini, hassasiyetini, ince duy­gularını ve zevkini yansıtmaktan baş­ka, aynı zamanda Türk medeniyeti, kültürü ve sanatında da önemli bir ye­re sahip bulunmaktadırlar.



Kaynaklar
Malik Aksei, Türklerde Dini Resimler, İstanbul, 1967; L. Sami Akalın, Türk Folklorunda Kuşlar, Ankara, 1993; Malik Aksel, “Eski İstanbul’da Kuş Evleri ve Kuşlar”, Türk Folklor Araştırmaları, Sayı: 225, İstanbul. 1968.; Abdülbaki Gölpınarlı. Mesnevi ve Şerhi, с. 1, İstanbul, 1985; Malik Aksel, “İstanbul Mimarisinde Kuş Evleri”, İstanbul Enstitüsü Mecmuası. V, İstanbul, 1959;Ali Sürür, “Türk Süsleme Sanatlarında Kuş Motifi ve Tekst Sanallarındaki Yeri”, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, c.V, Ankara, 1992; Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1966; Bahaeddin Ögel. Türk Mitolojisi, c. 2-İstanbul, 1971. ;Mehmet Önder, “Selçuklu Tasvir Sanatında Halk İnançtan” IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, с. V. Ankara. 1992; Hezârfen Ahmed Çelebi”, Yeni Türk Ansiklopedisi, с. IV, İstanbul, 1985; Yılmaz Önge, “Mimar Gözü ile Kuş Evleri”, Kültür ve Sanat. Nu: 10, Ocak 1977; Celal Esad Arseven, “Kuş Evleri”, Sanat Ansiklopedisi, с. III, İstanbul. 1966; Jean Thevenot, 1655-1656’da Türkive, (Çev: Nuray Yıldız), İstanbul, 1978; Feld Mareşal H. von Moltke. Türkiye Mektupları (Çev: Hayrullah Örs). İstanbul. 1969; Gerard de Nemi. Voyage en Orient, 1950; Enver Behnan Şapolyo, “Kuş Köşkleri”. Önasya с. IV, Savı: 38, Ankara, 1968; Erdoğan Yıldızerler, İstanbul Kuş Köşkleri, İ.Ü.Ed.Fak. Sanat Tarihi Bölümü, Lisans tezi, İstanbul 1972.

AVAR KAĞANLIĞI



I. Türk Kağanlığının batıya doğru baskı kurması nedeniyle bir çok kavim, Türk olsun veya olmasın, Aral havzasını terkedip daha da batıya yönelmek zorunda kalıyordu. Avarlar dediğimiz boy konfederasyonu da bunlardan biridir. Bu boylar birliğinin oluşumundan beri farklı etnik kökenlerden gelen boylardan oluştukları saptanmıştır.  Avarlar da tıpkı bir asır öncesinin Hunları gibi Türklerin domine ettiği bir kavimdi.
‘Avar’ sözcüğü Eski Türkçe’de ‘karşı koyan’, ‘direnen’ manasındadır.  Avarlar İtil ve Don nehrinin doğusunda, Oğur boylarının komşusu olarak yaşıyorlardı. Onlar da Oğur’du ve Avar dilinin Türkçe’nin bir kolu olan Oğur lehçesinden olduğu bilinmektedir. Macaristan’da Avarlara ait mezarlardan çıkarılan eşyaların çoğu kayışlar, koşum takımları ve küçük heykelciklerden oluşmaktadır. Ülkenin Balaton şehri yakınlarında ise Orta Asya’yı işaret eden eserler bulunmuştur. Bunlar üzerinde hayvan dövüşleri, hayvanları parçalayan grifon, üzüm salkımı ve yaprak biçimleri vardır.
‘Kafkasya' da yaşarken Avarlar Bizans'a elçiler göndermişlerdir. Bizans kaynaklarına göre bu elçilerin uzun saçları omuzlarından aşağıya sarkıyordu. Avarların kağanı Bizans imparatoru Jüstinyen'e silahlı bir bağlaşma önererek yapacağı hizmetler karşılığında yıllık yardım parası ve kavmi için yerleşecek topraklar istemiştir. İmparator elçilere zengin armağanlar vererek bu durumu düşüneceğini ve sonra kendi elçisi ile haber göndereceğini söylemiştir.
Bizans imparatorları 4. yüzyıldan sonra sınırları boyunca yaşayan barbar kavimlerle bağlaşarak bunları imparatorluğun güvenliğini tehlikeye sokan diğer kavimlere karşı kullanmışlar ve devletlerinin sürekliliğini para karşılığında yabancı kanı ile sağlamışlardır. Jüstinyen imparatorluğunun ilk yıllarında Doğu Bizans eyaletlerine karşı saldıran Onogurlara karşı Sabirleri, Kuturgurlara karşı Uturgurları kullanmış ve barbarları birbirine kırdırarak doğu sınırlarının güvenliğini sağlamıştır. Bizans imparatoru Avarlara gönderdiği mesajında, Bizansa doğudan gelebilecek tehlikelere karşı koymak koşulu ile yerleşme bölgesi vereceğini ve para yardımı yapacağını bildirmiştir.
Avarların kağanı bu koşullara önceleri razı olmuş ve daha sonraları da Kuturgurlar ile anlaşarak Karadeniz'in kuzeyinde kalan bölgeleri ele geçirmeye başlamıştır. Bir süre sonra Aşağı Tuna bölgesine kadar uzanarak Bizans sınırının batı yakasına gelmiştir. Avar kağanı Bizans'a yeniden elçiler göndererek Avrupa'da yerleşmeye elverişli topraklar istemiştir. Uzun görüşmeler sonuçsuz kalınca Avarlar artık Bizans İmparatorluğu'na düşman gözü ile bakmaya başlamış ve kısa bir süre içinde Slav boylarını egemenlik altına alarak Avrupa'nın içine doğru akınlar düzenlemişlerdir.’
Avarların bulundukları toprakları terkedip, Tuna nehrini aşıp Balkanlara yerleşmeden önce, bir başka Türk topluluğu olan Sabarları mağlup ettikleri, sonrasında ise Kafkas’lardaki Alanlar ile İtil nehrinin batısında oturan Oğurları tabi kıldıkları biliniyor. Bizanslılar Balkan bölgesini Avarlara karşı tampon bölge olarak kullanma niyetindeydiler. Slavların ve Antların yaşadığı bu bölgedeki direniş, Avarları durdurmaya yetmedi. Avarlar Tuna nehrinin etrafını ele geçirdiler ve Bizanslılar için ciddi bir tehdit oluşturdular.
562 yılında I. Bayan Kağan (bayan, Eski Türkçe’de zengin, varlıklı demektir) önderliğinde Padova’da üs kuran Avarlar, burayı merkez kabul edip Bizans, Frank ve Slav topraklarına akınlar düzenlediler. Batıda İtalya’nın kapılarına, güneyde Dalmaçya’ya, kuzeyde Karpatlara, doğuda ise İstanbul’a doğru yaklaşan Avarlar etraflarına korku salıyorlardı.    
Savaşlardan zaman kaldıkça Bizanslıları kendisine örnek alan Bayan Kağan, bayındırlık işleriyle de uğraşıyordu. Ülkesinin ırmakları üzerinde köprüler, yol kenarlarında kervansaraylar kurduruyor, hamamlar ve benzeri büyük yapılar yaptırıyordu. Bu bayındırlık işleri için de Bizans'tan ustalar istiyordu. Bayar Kağan Tuna üzerine köprü yaptırmak isteyince Avarların Belgrad'ı alacağından çekinen Bizanslılar buna karşı çıktılar. Ertesi yıl Sirmium yüzünden Avarlar ile Bizanslıların arası yeniden açılınca Avarlar büyük bir orduyla Sirmium'u kuşatarak aldılar. Bu zaferden sonra Avrupa'nın en güçlü devleti Avar İmparatorluğu oldu. Bizanslılar bu durum karşısında 582 yılında Avarlar'a yüklü bir vergi ödediler.’
Avarlar yıllık verginin arttırılmasını talep etti. Bunun reddedilmesi üzerine ilerlemeyi devam ettirdiler. Bizanslıların iki önemli sınır şehri olan Esik ile Belgrad şehrini ele geçirdiler. Bu genişleme ve yerleşmenin neticesi Avarlar için uzun vaadede hayırlı olmadı. Zaten sayıca az olan Avar Türkleri Tuna havzasına yerleşince Türki olmayan bir deryaya daldılar. 600 senesinde 17 200 Avar askerini tutsak alan Bizanslılardan öğrendiğimize göre, bunların 7 000’i Slav, 4 000’i Gepid ve sadece 3 000’i Türktü.
Avarların Balkanlara gelişi, Slavların güneye inmesini hızlandırmış, Balkanların Slavlaşmasına vesile olmuştu. Suriyeli Patrik Johannes ‘Daha önce ormanlardan hiç çıkmayan Slavlar, Avarlarla tanıştıktan sonra nızamlı şekilde savaşa tutuşmayı öğrendiler ve at, sürü, gümüş ve altın sahibi oldular’ der. Bunun neticesinde Slavlar bazen kendileri karar verip Bizans topraklarına saldırıyorlardı. Bunların biri 584 yılında bir Avarlar ile Bizanslıların savaşmasına sebep oldu. 587 yılında ise Bayan Kağan Edirne civarında Bizanslılara mağlup oldu. Bu sonuçla kendilerine güven gelen Bizanslılar, Sasani meselesini de halletmiş olmanın gururuyla saldırıya geçtiler. Bayan Kağan Bizans ordusunu Çorlu yakınlarında kuşatsa da Bizanslıların sahte mektup yollamalarından işkillenerek barış teklifinde bulundu.
Bayan Kagan’in Bizanslılarla mücadelesi devam etti. Kiminde galip kiminde mağlup olan Bayan Kagan sonrasında Bizans ile ugraşmaktan vazgeçti. ‘600 yılında Bizans komutanı Priskos Tuna'nın aşağı kıyılarını ele geçirince Avar merkezini tehdit etmiştir. Bunun üzerine Bayar Kağan iki ordu hazırlamış, birincisini oğullarının komutasında Bizanslıların üzerine göndermiş, ikinci orduyu da kendisi yöneterek arkadan Bizanslıları çevirmeye kalkışmıştır. Oğullarının ordusu bozguna uğrayınca Bayar Kağan da ordusunu geri çekmiştir. Bundan sonra beş kez meydan savaşlarında Bizanslılar Avarları bozguna uğratmışlardır. Oğulları bu savaşlarda ölen Bayar Kağan da bu üst üste yenilgilerden sonra hayatını yitirmiştir. Bayar Kağan'ın ölümünden sonra Avar İmparatorluğunun yaşaması biraz da Bizans İmparatorluğunun içinde bulunduğu karışıklıklar sayesinde olmuştur. Bizans İmparatoru Phokas, Avarlar'a barış önerisinde bulundu. Yeniden yıllık para yardımı önerdi. Bunun üzerine Avarlar artık Bizans'a saldırmaktan vazgeçip kendilerine akın hedefi olarak İtalya'yı seçtiler.’

Uzun bir süredir devam eden Sasani-İran mücadelesine de tıpkı Türk Kağanlığı (onlar Bizans ıle hareket ediyordu) gibi müdahil olan Avarlar (karadan) ve onlara tabi olan Slavlar (denizden) 626 yılında İstanbul’u kuşattılar. Kuşatmanın başarısız olması nedeniyle, Sasaniler de Bizansa doğudan saldırmaktan vazgeçtiler. Bu durum Avar kağanının prestij kaybına yol açtı. Avar kağanı başarısızlığı Slavlara yüklüyordu. Bu başarısızlık nedeniyle sonradan Bolgar Devletini kuracak olan Türk boyları Avarlardan ayrıldılar.
640 yılında Hırvatlar da Avarlar’dan ayrıldılar. Avarlar ile Slav kabileleri sürekli kavga halindeydi. Bu iki tarafa da yaramadı. Frank, Bizans ve Slavlarla savaşlardan yorgun düşen Avarlar, Macar Ovasını ve Dalmaçya’yı kaybettiler. 670 yılında Bizans ile Avar toprakları arasına Bolgar Türkleri girdi. Macaristan arazisine geri çekildiler, yerleşik hayata geçtikleri arda kalan arkeolojik kalıntılardan anlaşılmaktadır. Bu dönem Avarların içlerine kapandıkları anlaşılıyor.
Bir müddet sonra Franklar Avarlar ile dostane ilişkiler kursa da, Avar Kağanlığını yıkmak için fırsat kolluyordu. Karşılıklı elçiler gidip gelmiş, sulh bir müddet sürdürülmüştür. 788 yılında Bavarya dükü III. Tassilonu Avarlara Franklara karşı ittfak teklifinde bulunmuştur. Bu kabul edilmiş ve Avar orduları Bavyera’ya ve İtalya’nın kuzeyine girmiştir. Bu Franklar ile Avarlar arasında uzun sürecek bir savaşın başlangıcı olmuştur.
 Baverya’yi kendi toprağı gören Frank kralı Büyük Karl (Şarlman) Avarlara karşı girişimlerin hesabını yapar. 791 yılında büyük bir orduyla Avarlara saldırır. Avar kalelerini ele geçirir. Ordunun bir kısmı ise Karl’in komutasında Tuna boyunca ilerler. Regensburg’da Franklar Avarlara galip olsa da, Saksonların Avarları desteklmesiyle işin rengi değişmiştir. Bu durum Avarları dağılmaktan kurtarır.
Bu geçici kurtuluş fazla uzun sürmeyecektir, nitekim Avar ülkesinde karışıklık çıkar ve Yuğur kendisini kağan ilan eder. Yuğur Kağan 795 yılında hristiyanlığı kabul eder ve elçiler aracılığıyla Frank kralınının himayesinde olduğunu bildirir. Bir sene sonra bununla yetinmeyip bizzat kendisi giderek bağlığını tekrarlar.
Franklar buna pek aldırış etmezler ve Avar topraklarına saldırırlar. Avarların Transilvanya’daki merkezi ele geçirilmişti. Avarlar siyasi bağımsızlıktan uzaktı artık. Avarların yüksek sanat eserleri, zenginlikleri yağmalanıp talan edilmeye açıktı. Bu arada Bolgarlar da fırsattan istifade Avarlara saldırmış, Avarlar yine de diz çökmemiştir. Avar soyluların önemli kısmı ölmüştür.
797 yılında Avar tebaası isyan etmiş, fakat bu çaba Franklar tarafından bastırılmıştır. Bu olayın devamında Avar soyluları Frank kralına bağlılık yemini etmek zorunda kalmıştır. Buna rağmen 797 ve 802 yıllarında tekrar ayaklanmışlardır. Avar hakanı Tudun Kağan hristiyanlığa geçmiş, Frankların Avar ülkesinde askeri üsler kurmasına sinirlenerek hristiyanlıktan vazgeçip ayaklanmıştır. Bundan bir sene sonra Bolgar kağanı Krum Kağan Tuna bölgesindeki tüm Avar diyarını ele geçirdi. Avarlar Bolgarlar içinde asimile oldular.
Franklarla ve hristiyanlarla sürekli irtibat halinde olan Avarlar arasında hristiyanlık yaygınlaşmaya başlamıştı. Bir müddet daha varlıklarını sürdürseler de Tudun Kağan’dan sonra tahta geçen Zodan’ın hristiyan olduğu bilinmektedir. 823 yılında Frank sarayına gidip bağlılık belirten Avar elçileri dışında Avarlardan bir daha bir kayda rastlanmıyor.

Avrupalılara üzengi’yi ve ‘Turan taktiği’ni tanıtan Avarların 10. yüzyıla kadar varlıklarını korudukları tahmin ediliyor. Avarlar ‘Slav Dünyası’ ile çevrili olmalarından dolayı bulundukları bölgeleri Türkleştiremediler. Avarlar hristiyanlığı seçip yerel halkla karıştılar, bir kısmı ise Slavlar içinde kayboldu.

ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA TÜRK KÜLTÜRÜNDE DEVÂMLILIK


Bundan bir müddet önce bir dostumla tartışırken bana ‘Orta Asya’daki Türklerle bir bağımız kalmamış, tamâmen farklılaşmışız’ gibi bir kelâm etti. Aslında bunu söyleme sebebi bunun doğru olup olmadığından emîn olması değil, târihe bakışını kendi siyâsî düşüncesine fedâ etmesindendi. Böyle bir adama aksini anlatmanın fayda etmeyeceğini bildiğimden, biraz da yorgun olduğum için, sustum. Ben anlatsam da anlamayacaktı ve kabûl etmeyecekti. Onun gibi düşünen insanların biraz olsun algısını değiştirmek ümidiyle bu yazıyı çeşitli örneklerle kaleme almış bulunuyorum.
          Türklerin kitleler hâlinde Anadolu’ya Orta Asya’dan, Horasan’dan kalkıp geldiği herkesçe mâlumdur. Bu târihî bir hakîkat olmakla birlikte çoğu zamân insanımız Orta Asya ile olan kültürel bağlarımızdan bîhaberdir. Günümüzde yaşadığımız ve yaşattığımız birçok gelenek ve âdetin birebir aynılarının Orta Asya’daki Türkler tarafından da yaşatıldığını bilmiyoruz. Mutfak kültürü, gelenek-âdet (töre), sözlü kültür ve doğrudan yanımızda getirdiklerimizle Orta Asya kültürü ile Anadolu kültürü arasında sıkı bir bağ olduğunu birkaç basit örnekle ortaya koyacağım.
          Meseleye karın doyurmakla başlayacak olursak eğer buradan iki bâriz örneği iletmek istiyorum. Kayseri mutfağının en bilinen iki yemek ve yiyeceğinden olan pastırma ve mantının kökeni doğrudan Orta Asya’ya dayanmaktadır. Ünlü Grek târihçi Herodot’un (m.ö. 5. yüzyıl) ‘Istoria’ eserinde, adını zikretmese de, pastırmanın ne olduğunun târifi vardır. Türk kültürünün öncülünü bulduğumuz atlı bir medenîyet sâhibi İskitlerin pastırma yediklerini Herodot’tan biliyoruz. Kezâ Hunların da pastırma tükettikleri biliniyor. Sözcüğün etimolojik kökenine indiğimizdeyse adını bir parça etin at ile eyer arasına sıkıştırılıp süvarinin de ata binmesiyle ‘bastırılmasından’ aldığını görüyoruz. ‘Bastırma’ zamânla ‘pastırma’ olmuştur.
          Günümüzde Kayseri’de olduğu gibi Orta Asya’nın (Moğolistan dâhil) çeşitli yerlerinde çeşitli mantı çeşitleri yapılıp yenmektedir. Kayseri’de dolaşan tevâtüre göre sırf Kayseri’de dahi kırk çeşidinin olduğu söylenen mantının açıkçası özbeöz Türk mutfağının bir parçası olup olmadığının tartışma konusu olduğunu iletmek gerekir. Elbette kelîmenin Türkçe'ye benzememesi Türk mutfağından olmadığını iddiâ etmek için yeterli bir sebep olmamakla birlikte, Çin (Uzakdoğu) mutfağında da mantı çeşitlerine rastlanıldığını belirtmek şarttır. Nitekim bir rivâyete göre İtalyanların mantı çeşidi olan ‘ravioli’yi Marco Polo Orta Asya ve Çin seyâhati sonrası İtalya’ya getirmiştir. (Bunun doğru olmadığı ispât edilmiştir). Fakât Korelilerin ‘mandu’ dedikleri mantıyı bölgeye Türklerle sıkı bir etkileşim hâlinde olan Moğolların getirdikleri düşünülür. Ek olarak mantının Türk mutfağının en belirgin özelliklerinden olan ‘hamur işi’ olması da mantının özbeöz Türk kültürünün parçası olduğunu desteklemektedir. Bu tartışmalar bir kenara, kesin olan Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelirken mantı yapmaya devâm ettikleri ve bunu âfiyetle tükettikleridir.
          Coğrafya değişimine rağmen Türk kültüründeki devâmlılığa örnek olarak ‘dilek/adak ağacı’nı ve ‘nazar boncuğu’nu verebiliriz. Ortodoks islâma aykırı olmasına rağmen Anadolu’nun birçok yerinde devâm eden belirli ağaçlara adak ve dilek niyetiyle ‘çaput bağlama’nın kökeninde islâm öncesi Türk kültürünü etkilemiş olan şamanizm vardır. İslâmda yeri olan ‘nazâr’ın aksine ‘nazar boncuğu’ tamâmen tengrici ve şaman kökenlidir. Boncuğun (göz) rengi dahi tesâdüfî değildir ve kendi içinde ‘göksel’ (gök/kök kadîm Türkçe’de ‘Tanrı’ anlamına da gelmekteydi) bir atıf da yapmaktadır. Bu yazıda tüm bunların detaylarına inmeyeceğim.
          Türklerin Anadolu’ya göçerken berâberinde getirdikleri hayvan kurt değil, onun belâlısı olan kangal köpeğidir. Anadolu’da ‘Sivas Kangalı’ olarak nâm salmış köpek cinsinin soyunun türediği ve doğrudan akrabâları Orta Asya’da ‘Orta Asya Çoban Köpeği’ olarak bilinmektedir. Ki bu akrabâlık bağında ‘Akbaş’ cinsi köpeklerin de olduğunu iletmek gerekir. Sivas Kangalı’nın Türklerin ‘Kanglı’ (Kangar) boyu tarafından getirildiği düşünülmektedir. Kangal adının da onlardan geldiğini anlamak zor değil.
          Üstte zikrettiğim köpek cinsleri kadar doğrudan olmasa da, Türklerin Orta Asya’dan berâberinde getirdikleri bir başka kültürel devâmlılık örneğiyse ‘lâle’dir. Anavatanı Pamir, Hindukuş ve Tanrı Dağları olan ‘lâle’, Türkler tarafından Anadolu’ya gelmeden önce Selçuklular eliyle İran’da yaygınlaştırılmış, oradan da Türklerin bu çiçeğe olan âşinâlıkları netîcesi, Anadolu’ya geçmiştir. Türkçe’deki adını Farsça’dan almış bu çiçek, 16. yüzyıldan îtibâren Anadolu üzerinden Avrupa’ya taşınmış ve daha sonra Avrupa’da ‘lâle çılgınlığı’na yol açmıştır.
          Yanlarında birçok kültürel varlıklarını getiren Türklerin berâberinde getirdikleri en önemli mîrâslarıysa ‘sözlü kültürleri’ olmuştur. Bunun belkide en çarpıcı örneği ‘Köroğlu Destânı’dır. Bizlerin Osmanlı döneminde yaşadığını varsaydığı Köroğlu’nun gerçekten târihî bir gerçeklik payı olduğunu kabûl etmek gerekir. Esâsen bir Celâlî beyi olan Köroğlu’nun târihî bir boyutu olduğu gibi bir de efsânevî boyutu vardır. Daha doğru ifâde etmek gerekirse, muhtemeldir ki ‘Köroğlu Destânı’ aslında Türklerde çok daha önce vârolan bir destânın Osmanlı döneminde yaşamış bir Celâlî beyine uyarlanmasıdır. Nitekim günümüzde Azerbaycân, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve hattâ Tataristan’da çeşitli Köroğlu varyantları anlatılmaktadır. Bu durum iki yolla izâh olunabilir; ya bunlara Anadolu ve Orta Asya arasındaki ticâret bağı nedeniyle rastlanılmaktadır ya da her varyantın kadîm ve ortak bir kökü vardır. Destân içerisindeki mitolojik ipuçları kadîm bir destâna işâret etse de, birçok yerde kahramânın adının ‘Ruşen Ali/Rovşen Ali’ olması ticâret nedeniyle oluşmuş etkileşime işâret etmektedir. Elbette bui ki izâh da birbirini beslemiş olabilir.
          ‘Köroğlu Destânı’na benzer şekilde ‘Nasreddîn Hoca’ fıkraları ve hikâyeleri de Anadolu ile Orta Asya arasında bir kültürel bağ, devâmlılık veyâ en azından geçişkenlik olduğunu ispât eden bir kültürel öğedir. Târihî kimliği tartışmalı olsa da, târihî bir gerçeklik payı açık olan Nasreddîn Hoca Orta Asya’da daha çok ‘Koca’, ‘Efendi’ veyâ ‘Molla’ diye anılmaktadır. Nasreddîn Hoca’nın ‘Köroğlu Destânı’ndan farklarından biri Türklerin ayak bastığı her yerde biliniyor olmasıdır. Balkanlardan (Bosna, Arnavutluk, Yunanistan, Romanya) Çin’e kadar, ki buna Afganistan, Pakistan, Hindistan dâhildir, Nasreddîn Hoca fıkraları anlatılmakta ve birçok farklı millet ona sâhip çıkmaktadır. ‘Köroğlu Destânı’nda da olduğu gibi târihî açıdan en kuvvetli deliller Anadolu’da yaşamış târihî bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.
          Bir çırpıda verdiğim örnekler Orta Asya ve Anadolu arasında doğrudan bir kültürel bağ olduğunu apaçık şekilde gösteriyor. Daha burada yoğurt ve süt ürünlerinden, baklavadan, Hoca Ahmet Yesevî ve ‘Horasan Erenleri’nden, çadırlardan, yaşam tarzındaki detaylardan, ölüm ve evliliğe dâir yapılan ritüellerden bahsetmediğimin altını çizmek isterim. Yoksa Anadolu Türkünün bağdaş kurmasının kökeninde bile Orta Asya vardır. Elbette mesele farkında olmak ve görebilmektir. Bunun içinse bilgi lâzımdır.

TÜRK SÜNNÎLİĞİ VE ALEVÎLİĞİNİN ORTAK KÖKLERİ VE TÜRK SÜNNÎLİĞİYLE ŞİÎ-FARS VE ALEVÎ ETKİLEŞİMİ



Üzerinde Arapça ‘Yâ Muhammed, yâ Ali’ yazan bir tablo asılı olan bir duvâr ve onun tam karşısında Hazreti Ali’nin kılıcı Zülfikâr’in resmedildiği bir başka tablonun asılı olduğu bir ev düşünün. Yine başka bir duvârında da Arapça Ali yazılı başka bir tablo olsun. Bu evin içinde ağzındaki en büyük küfrü ‘yezit’ olan bir anneanne olsun. Görünürde İran’da bir şiî âilesinin veyâ Anadolu’da bir alevî âilesinin eviymiş gibi bir durum vardır. Oysa bu vazîyet İran’da değil Orta Anadolu’nun kızgın bozkırlarında görülebilir. Tamâmiyle sünnî olan ve tercîhen ne şiîlik ile ne de komşuları olan alevîlerle bir bağ istemeyen bir âilenin evidir.
Türkiye’deki sünnîlerin çoğu kendi farkında olmasa da yaşadıkları sünnîlik biçimi Arap ülkelerindeki örneklerinden farklıdır. Meselâ Türkiye’deki sünnîler nezdinde ‘Ehl-i Beyt’in, Peygamber Efendimizin âilesi, çok mûteber bir yeri vardır. Türkiye’deki sünnîler başka sünnîlerin aksine açık bir şekilde Yezid ve Muâviye’ye karşı Hasan ve Hüseyin’in tarafını tutarlar. Bu durumda çoğu zamân başka sünnîler onları Kerbelâ Olayı hakkında konuşurken ‘şiî’ veyâ ‘alevî’ olarak nitelendirilirler. Bu bağlamda Araplar ve Türkler arasında oluşmuş olan bu farklılığın köken ve sebeplerini araştırmak bana oldukça ilginç gelmektedir. Bu fark ayrıca sünnîlik içerisindeki farklılıkların da bâriz bir örneğidir.
     Türk-islâm Ülküsü isimli kitap serisinin değerli müellifi olan Ahmet Arvasî sünnî vatandaşlarını ‘alevîmeşrep’ olarak tanımlar.’ (Türk-islam Ülküsü III, 1990: 319) Burada akla gelen soru Anadolu’da da olmak üzere sünnîler ve şiîler arasında birçok savaş yapılmış olmasına rağmen neden Türkiye’deki sünnîlerin alevîmeşrep olduğudur. Gerçekten, Türk sünnîligindeki birçok âdet ve ritüellerde Türklerin alevîlik anlayışıyla olan ortak köklerini görmek ve şiî-Fars etkilerini gözlemlemek mümkündür. İşte bu araştırmanın konusu da bu mesele üzerinedir ve araştırma sorusu şu şekildedir: ‘Türklerin 10. ve 16. yüzyıl arasındaki islâmlaşma sürecinde Türk sünnîligine intikâl etmiş şiî-Fars etkileşimli düşünce ve ritüeller nelerdir?’ Burada Türk sünnîliginden kasıt Anadolu’daki Türkler tarafından yaşanılan (halk inançları veyâ halk islâmı da diyebileceğimiz) sünnîliktir. Bu minvâlde düşünecek olursak Türk sünnîligi tâbirinin ‘Türk halk inancı’ veyâ ‘Türk halk islâmı’ ile eşanlamlı olarak nitelendirebiliriz.
     Bu araştırmanın birinci bölümünde Türklerle müslümanlar arasındaki ilk ilişkiler işlenecektir. Bu bölüm Türklerin nasıl müslüman olduğunu ve islâmlaşma sürecinde neden Fârisîlerden etkilendiğini açığa kavuşturma amacındadır. İkinci bölüm ‘Türk islâmı’nın yapısına yöneliktir. Üçüncü bölümde Türklerin islâm anlayışına Fârisîlerin etkisi konu edinilmiştir. Dördüncü bölümdeyse Türklerin sünnilik ve alevilik anlayışının ortak kökleri ile şiîlik ve alevîlik etkisiyle Türk sünnî halk islâmında süreklilik kazanmış somut gelenek ve ritüel örnekleri anlatılmıştır. Araştırmanın sonunda ise şiî-Fars kültürünün Türk sünniliğine olan etkisi ve Türk sünniliğindeki şiî-Fars ritüelleri hakkında araştırma sorusuna cevâben bir sonuç bölumü yazılmıştır.

1.    İSLÂM VE TÜRKLER
İslâm Devleti’nin Peygamber Efendimiz ve el-Râşidûn (Dört Hâlîfe) döneminde genişlemesi ve gelişmesi ile birlikte devletin sınırları Türkistân denilen bölgeye ulaşmıştı. Orta Asya’ya olan ilerleme Dört Halîfe sonrası Emevîler zamânında gerçekleşmiştir. Emevîlerin doğu bölgesindeki komutanı Kuteybe ibn Müslim bölgeyi islâmlaştırmak amacıyla çeşitli savaşlara girişmiştir. Emevîlerin bölgeye olan tâcizi ve ilerleyişi 715 yılına kadar sürmüştür. Bu arada Emevîler Mâverâünnehir’deki Buhâra ve Semerkand gibi önemli merkezleri ellerine geçirmişlerdi. Emevîlerin içişlerindeki sıkıntılar nedeniyle Türkistân içlerine ilerlemeleri durmuştur. (Yıldız, 2000: 37-44)
     727-728 yıllarında Emevî İmparatorluğu’ndaki mevâlîler, Arap olmayan (bilhâssa Fârisîler ve Türkler) ve Araplar tarafından ikinci sınıf müslüman muâmelesi gören müslümanlar, Buhâra’da toplanıp Emevîlere isyân etmişlerdir. Burada üzerinde durulması gereken mevzû Türklerle Fârisîlerin Araplara ve Arap hâkimiyetine karşı bir araya gelmiş olmasıdır. (Yıldız, 2000: 46) Arapların bölgedeki Türklerle olan mücâdelesi, Türgişler ve Göktürklerin yanısıra mûsevîliğe geçmiş olan Hazar Türklerine karşı da devâm etmekteydi. (Yıldız, 2000: 49-56)
Türklerin islâmlaşma süreci açısından önemli bir târih 751 yılıdır. Bu târihte Türkler ve müslümanlar (Araplar) ilk defâ ortak bir düşmâna karşı koymuşlardır. Türkistân’a doğu’dan giren ve bölgeyi baskı altına alan Çinliler, kendi ordularındaki Karluk Türkleri ve bir yıl öncesinde Emevîleri safdışı bırakmış Abbâsîler tarafından mağlûp ediliyordu. Talas Savaşı diye bilinen bu savaşta Çin ordusu içinde bulunan Karluk Türkleri saf değiştirerek Çinlilerin Talas nehri civârında yenilgiye uğramasını sağlıyordu. Bu savaşın sonuçları ilgi çekicidir: Karluk boyları önderliğinde güçlü bir devletin adımını atan Türkler bölgedeki güçlerini ve hâkimiyetlerini tekrar kurmuştur. Arap ve Türklerin savaşa dayalı ilişkileri de bu savaşla birlikte yön değiştirmiştir. Düşmânlık yerini barışa bırakmış, bu da daha öncesinde Türklerin pek ilgisini çekmeyen islâmın Türkler tarafından kitleler hâlinde geçtiği bir din olmasını sağlamıştır. (Yıldız, 2000: 57-63)
     Türklerle Arapların ilişkileri aslında bundan daha eskiye dayanır. Nitekim Türklerin 7. yüzyıldan îtibâren az veyâ çok Arap ordularında hizmet aldıkları biliniyor. Türklerin savaş sanatındaki mahâreti Emevîlerin ilgisini çekmişti ve bundan dolayı Türkleri birçok isyânı bastırmak için kullanmışlardı. Emevîlerin dağılması ile birlikte Abbâsîler de aynı tutumu sergilediler. Çoğu Abbâsî halîfesinin Türklerden oluşan hassâ ordusu vardı. Hattâ Abbâsîlerin hâkimiyeti Emevîlerden alırken Türkler ve Fârisîlerden destek görmeleri onların mevâlîlere daha yumuşak davranmasını berâberinde getirmiştir. Bir müddet sonra devletteki Türk etkisi Arap halkı ve Türk memlûklar (kölemen, köle asker) arasında sürtüşmelere yol açmıştır. Abbâsîler çareyi yeni bir başkent inşâ etmekte bulmuştu. (Yıldız, 2000: 71-109) Abbâsî İmparatorluğu’nun araştırma için önemi bu devlette iki mevâlî grubunun, Türklerle Fârisîlerin, Arap hâkimiyetine karşı kansız bir mücâdele içinde olmuş olmaları nedeniyledir. Fârisîler kültür, siyâset ve bürokrasi alanlarında başı çekerken Türkler askerî alanda etkiliydiler ve buradan siyâsî güçlerini alıyorlardı. İşte Türklerle Fârisîler arasındaki sıkı ilişkilerin başlangıcı da bu dönemdir diyebiliriz.
     Abbâsîlerin hâkimiyeti altında Fârisîler devletin her yönetim kademesinde kendilerine yer buldular. Fârisî vezîrlerin etkisini arttırması ile devletteki İran etkisi büyümüştür. Bu devirde Fârisîler kadîm Sasânî eserlerine tercüme edip devlet sistemiyle saray âdet ve seronomilerini Fars (Pers) usûlune göre tanzîm ettiler. (Lewis, 2014: 100) Abbâsîler döneminde gerek sayı açısından gerekse güç bakımından etkileri arttıran Türk birlikleri ve komutanları bir süre sonra Arap ve Fârisîleri ordu içerisinde devredisi bırakmakla kalmamış onların siyâsî hegemonyasını da kırmıştır. Türklerin Abbâsîler devrinde elde ettikleri bu gücü bin yıl civâri koruduklarını iletmek mümkündür. Bu târıhten îtibâren askerî sınıftaki ağırlık Türklerdeydi ve islâmi rejimlerde de askerî taraf ağır basmaktaydı. (Lewis, 2014: 112)
     Her ne kadar siyâsî gücü elinde bulunduranlar değişse de Fârisîlerin bu târihten sonra oluşan Türk-islâm devletlerine mevkî ve etkilerini oldukça iyi koruduklarını söyleyebiliriz. Nitekim bu devletlerde de bürokrasinin çoğunu Fârisîler oluşturmaktaydı. Türkler ve Farslar arasındaki ortaklık devâm ederken kültürler arası alışveriş de devâm etmiştir. Bu durum islâmî akîdeleri daha tam benimseyememiş Türklerin dînî açıdan Farsların etkisinin altına girmesine sebep oldu.

2.    TÜRK SÜNNÎLİGİNİN YAPISI
İslâmı din olarak seçen Türkler her ne kadar yeni bir din yaratmasalar da, dinlerin yapısı ve muhtevâtı hakkındaki yaptıkları seçimler onların dînini dönemin baskın islâm anlayışından farklılık arzediyordu. Bu çerçevede ‘Türk islâm’ını oluşturan üç isim göze çarpar. Bu isimleri irdelemeden önce Türklerin islâma nasıl yaklaştığına bakılacaktır. Nitekim bu yaklaşım biçimi Türk islâmının yapısının temelini oluşturmaktadır.
     Türklerin yeni dinlerine geçerken kendilerini yeni dinlerine teslîm etmeleri gerekiyordu ve Türk islâmının da en belirgin özelliğinden biri bu teslîmiyettir. Bu uğurda Türkler, islâm öncesi kadîm kültürlerini bilen ve hatırlayan Arap ve Farsların aksine, millî kimliklerini bir kenara bırakmışlardır. Bir müddet sonraysa gerek Türklerde gerekse Avrupalılarda ‘Türk’ sözcüğü ‘müslüman’ sözcüğünün eşanlamlısı gibi kullanılmıştır. Tüm bunların sebebi müslüman olmuş Türklerin doğrudan daha müslüman olmamış soydaşlarına karşı savaşmış ve savaştırılmış olmalarından kaynaklanır. Müslüman Türkler kendilerini müslüman olmamış Türklerden keskin ve belirgin bir şekilde ayırmak zorundaydı. Dünyâca bilinen Ortadoğu uzmanlarından biri olan Bernard Lewis’in kanaatine göre islâma karşı tutumlarında Türkler kadar ciddî ve samîmî bir ikinci millet yoktur. (2014: 113)
     Sünnîligin İslâm Âleminde tekrar güç kazanması islâma geçen Türk köle askerler sâyesinde olmuştur. Bu Türkler daha sonraları hâkimiyeti ele alarak tüm islâm bölgelerinde devlet kurmuşlar veyâ bu bölgelere devletlerini ulaştırmışlardır. Sünnîliği mezhep olarak seçen Türkler sünnîlik ile berâber islâm hakkındaki başka tüm fikirlerini de hükmettikleri topraklarda yayıyorlardı. (Lewis, 2014: 113-122)
     İslâmın mistik yönünü temsîl eden sufîlik özellikle Türk boyları arasında karşılık bulmuştur. Türk boylarının önemli bir kısmı gezgin dervîşler aracılığıyla islâma geçmişti. Bundan dolayıdırkı Türk islâm anlayışı medreselerde eğitilen dogmatik islâmla birebir bağdaşmıyordu. Türklerde sufîlik daha sonraki asırlarda bir güç kaynağı da olmuştur. (Lewis, 2014: 128-129)
     Dört hâk mezhep sayılan mezheplerden biri olan hanefî mezhebinin kurucusu sayılan İmâm Ebû Hanîfe (699-767) büyük olasılıkla Fârisîydi. Türk sünnîliginin temelinde, Türklerin ağırlıkla onun mezhebinin görüşlerine îtibâr edip sâdık kalmalarından dolayı, Ebû Hanîfe vardır diyebiliriz. Ebû Hanîfe’nin ilginç tarafı onun Ehl-i Beyt’e hâksızlık yaptıklarını düşündüğü Emevîlere karşı açıkça eleştiriler getirmesidir. O, Emevîlere karşı Abbâsîleri savunan önemli bir isimdi. Daha sonra Abbâsîlerin Ehl-i Beyt’e karşı benzerî bir tutum takınmalarından dolayı onlara da karşı olmuştur. Siyâsî açıdan Ebû Hanîfe’nin Hazreti Ali’nin soyu ve taraftarlarıyla aynı safta olduğunu söyleyebiliriz. Peygamber Efendimizin soyuna, yâni Hazreti Ali ve torunlarına, saygı duyulması gerektiğini ve iâde-i îtibâr edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ebû Hanîfe kesinlikle şiî değildir ve hiçbir şiî akımla en ufak bir bağı yoktur. Bu gerçeğe rağmen Ebû Hanîfe ile bâzı şiî akımların aynı tutum içerisinde olduğunu görmek mümkündür. (Abu Zahra, 2005: 257-266) Ebû Hanîfe’yi Türklerin şiîmeşrepliğinin veyâ alevîmeşrepliğinin sebeplerinden biri sayabiliriz. Onun zamânında Türklerin islâmlaşması hızlanmıştı ve Türkler onun yolunu benimsiyorlardı. Türkler için hanefîlik islâm olmuştu ve inançlarınının şeklini Ebû Hanîfe’nin söz ve davranışları (fikirleri) oldukça etkiliyordu.
     Türk islâmına biçim veren önemli isimlerden biri de Ebû Mansur el-Maturidî’dir (853-944). Etnik kökeni hakkında farklı görüşlerin olduğu bu isim kimilerine göre Türk kimilerine göre Farstır. Her ne kadar Arapçası zayıf olsa da onun Arap olduğunu ileri süren kaynaklar da mevcûttur. (Ceric, 1995: 20-22) Türk târihçiler ve ilâhiyâtçılar içinse Maturidî kesinlikle Türktür. (Duman, 2009: 110) Maturidî Ebû Hanîfe’nin islâm düstûrunu geliştiren bir ilâhiyâtçıydı. Ona göre islâmdaki herşey akılla anlaşılabilirdi ve anlaşılmalıydı da. İnsân iyi ve kötü arasında tercîh yapma bilinç ve imkânına sâhipti. Onun akîdesinde temeli akıl oluşturuyordu ve bu akîde Türk islâmının önemli bir öğretisini oluşturuyordu. Onun düşünce sistemi Türklerin dîni nasıl algıladıklarının bir aynasıdır.* İşte Türkler bu hanefî-matüridî öğretisini fethettikleri ve hâkimiyet altına aldıkları topraklara yaymışlardır.
     Türk islâmının yapısını oluşturan mühîm isimlerden biri de Türkistanlı bir sufî olan Ahmet Yesevî’dir (1093-1166). Türklerin islâm anlayış ve algılayışına ve Türk islâmına belkide onun kadar renk ve koku veren ikinci bir isim yoktur. ‘Pîr-i Türkistân’ diye anılan Yesevî ayrıca bilinen ilk Türk sufî tarîkatının kurucusu sayılır. Onun kurucusu sayıldığı yesevîye tarîkatı Horasan, Afganistan ve Hazar Denizi’nin batısına kadar yayılmıştır. Anadolu’daysa heterodoks bir yapıya sâhip olan bektâşîliğin oluşumunu sağlamıştır. Maverâünnehir bölgesinde, yâni Orta Asya’da, günümüzdeki en yaygın islâm tarîkatı olan nakşibendîliğe kaynaklık etmiştir. (Cunbur, 1996: 534-535) Türklerin islâmlaşması sürecinde sufîlik önemli bir rol oynamıştır. Ahmet Yesevî, onun talebeleri ve talebelerinin talebeleri sâdece Türkistân’daki Türklerin değil, Kafkasya, Anadolu ve Balkanlardakilerin de sufîlik aracılığıyla islâma geçmesini sağlamıştır. (Türer, 1996: 226)
     Onun tâkipçilerine, ki buna kendisinden asırlar sonra doğmuş olanlarda dâhildir, ‘Horasan Erenleri’ denmiştir. Bilhâssa Anadolu’ya göç eden bu erenler Anadolu ve Balkanların Türkleşmesi ve islâmlaşmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Bu erenlerin bilinen olanlardan biri bektaşîligin kurucusu sayılan Hacı Bektâş-i Velî’dir (1209-1271). Bir diğeriyse Balkanların islâmlaşmasında pây sâhibi olan Sarı Saltuk’tur (?-1297/1298). (Yılmaz, 1996: 567-580) Anadolu’da yaşamış sufî şâirlerden Yunus Emre (1240-1321) ve Fârisî Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’de (1207-1273) çoğu zaman Horasan’dan gelen erenlerle aynı cümle içerisinde zikredilir. Bunun sebebi aslında bahse konu terimin etnik veyâ coğrâfî kökene yönelik olmaktan çok Horasan’da ortaya çıkıp Anadolu’da yeşermiş bir kültüre ve islâm anlayışına delâlet etmesinden kaynaklanır.
     Ahmet Yesevî ve Horasan Erenleri diye anılan zâtlar bu nedenle Türk islâmına son biçimini veren kişilerdir. Bu durum, sufîlik nedeniyle müslüman olmayanlara daha musâmahalı davranmış olan Türklerdeki islâm ve sünnîlik anlayışının, Türklerde islâmın yaşanısıyla diğer müslümanların yaşayışları arasında doğrudan bir fark ortaya çıkarmıştır. Türk sufîligi birnevî Türk halk islâmının eşanlamlısıdır ve bunda Fars etkisini bâriz bir şekilde görmek mümkündür. Bunun sebebi Türk halk islâmının oluşumunda ve temelinde Türk-Fars geleneğinin de çıkış merkezi olan Horasan bölgesinin olmasındandır.

3.    TÜRK SÜNNÎLİGİNDEKİ FARS ETKİLERİ
Gerek Türklerin islâmlaşma süresinde, özellikle Abbâsî döneminde, gerekse Türk islâmını yapısını incelediğimizde Farsların doğrudan veyâ dolaylı olarak Türk islâmının içinde olduğunu görürüz. Kültürel alışverişler ve Türklerle Farslar arasındaki sıkı ilişkiler zamânla iki milletin de kültürel kodlarını aynı bölgeden mîrâs almasını yol açtı. Bu bölgenin adı Horasan’dır.
     Bu bölge İslâm Âlemi’nin en bilinir bilim adamlarını, bilginlerini ve ilâhiyâtçılarını yetiştirmiştir. Bölgede çeşitli etnik grupların yanyana ve içiçe yaşaması nedeniyle bu isimlerin kökenleri hakkında çeşitli iddiâlar vardır. Bunların önemli bir kısmının kendini Türk hâkimiyeti altında geliştiren Fârisîler olduğu açıktır. Farsların Türklere Abbâsîler döneminden başlayarak devâm eden etkisi sürmekteydi. Bu durum Türk-Fars kültür ve geleneğinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Dönemin Türk-Fars ilişkileri hakkında Bernard Lewis şunları kaydeder:

‘İran elbette ıslamlaşmıştı fakat Araplaşmamıştı. Farslar Farisi kalmıştı. (…) Iran İslam içerisinde ayrı, farklı ve kendine özgü bir öğe olarak tekrar ortaya çıktı, ve hatta İslamın kendisine de yeni bir unsur kattı. Kültürel, siyasi ve hatta hepsinden daha kayda değer olan dini alanda İranlıların bu yeni İslam medeniyetine katkısı muazzam bir öneme sahiptir. Iranlıların yaptıkları işler kültürel alandaki her uğraşıda, buna eserlerini Arapça kaleme alan Fars asıllı şairlerin kayda değer katkısının olduğu Arap edebiyatı da dahildir, görülebilmektedir. Bir bakıma, Fars İslamı İslamın ikinci ilerleyişidir, kimi zaman 'İslam-ı Acem' (Acemlerin/Farsların İslamı) diye anılan yeni İslamdır. İşte bu Fars İslamı, Arap İslamından daha ziyade, yeni bölgelere ve yeni topluluklara götürülmüştü: Türklere, önce Orta Asya'da ve daha sonra Ortadoğu'da sonraları Türkiye diye anılacak ülkede, ve elbette Hindistan'a. Osmanlı Türkleriyse İran medeniyetinin bir çeşidini Viyana surlarına götürdü. (…) İslam Dünya'sının merkezi, ikisi de İran kültüründen oluşturulmuş, Türk ve Fars devletlerinin (hakimiyeti) altındaydı. Gerek politik gerekse kültürel güç merkezlerı olan Hindistan, Orta Asya, İran, Türkiye gibi geç dönem Ortaçağ ve erken modern dönem büyük İslam merkezlerinın hepsi bu Iran medeniyetinin bir parçasıydı. Her ne kadar çoğunda Türkçe'nin farklı varyantlarının yanısıra yerel diller konuşulsa da, Farsça onların klasik ve kültür diliydi. Arapça ise elbette kutsal kitabın ve hukuğun diliydi fakat Farsça şiir ve edebiyatın diliydi.' (Lewis, 2004: 43-44)

Şâyet Ebû Hanîfe’yi Fars kabûl edecek olursak, ki Türk tarihçiler bunu reddetmektedir, Türk sünnîligindeki Fars etkisini ondan îtibâren başlatabiliriz. Üstte de belirtildiği gibi Farsların Türklere olan nüfûzu artarak devâm etmiş ve gelişmiştir. Türkler birnevî Fars medenîyetinin taşıyıcı ve yayıcısı olmuşlardır ve Türklerle Farslar ortak bir medenîyetin çocukları olmuşlardır.
     Şiîlikten gelen etkilerin hâricinde bu Fars etkisinin açık örneklerini Türkçe’deki islâmî terminolojiyi inceledeğimizde görürüz. Edebiyâttaki gücü nedeniyle Türk devletlerindeki saray kültürünün ayrılmaz bir parçası olan Farsça Türkçe ile birçok alışverişte bulunmuştur. Türkçe’deki Farsça kelîmelere baktığımızda bunların bir kısmının Türkçe’deki islâmî terimlere karşılık kullanıldığını görmekteyiz. Bu durum islâmî terminolojisini Arapça kelîmelerle karşılamış İslâm Âlemi’ndeki genel duruma terstir. Namâz, abdest, peygamber ve oruç gibi kelîmeler Farsça’dan gelmedir ve Türkçe’de Arapça karşılıkları yaygın olarak kullanılmaz ve hattâ bilinmez. Türkçe’deki sufî gelenek ve ritüellerini karşılayan kelîmeleri incelediğmizde Arapça kelîmelerin fazla yaygın olmaması göze çarpar. Nitekim bu kelîmeler Farsça’dan karşılanmıştır. Bu Türk sufîliginin Fars sufîliginden etkilendiğinin bâriz bir örneğidir. (Dilberipur, 2003)
     Fars sufîliginin Türk sufîligine olan etkisinin vucût bulmuş hâli şüphesiz kaynağı Fars sufîligi olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir. (Zarrinkoob, 1970: 139-220) Farsça yazdığı Mesnevî ile Mevlânâ Türk sufîliginin önemli bir mihenk taşıdır. Her ne kadar etnik kökeni Fars olsa da Mevlânâ Türkler tarafından kucaklanmış ve sâhiplenilmiş bir isimdir. Onun ardından Anadolu’da oluşan mevlevîlik Türk sosyal hayâtının bir parçası olmuştur. (Zubaida, 2006: 83) Efsânevî anlatılara göre Mevlâna, Türk halk ozanı ve dervîş Yunus Emre ve Hacı Bektâş-i Velî birbirinin çağdaşıdır. Birbirlerine yakın veyâ aynı zamânlarda yaşamış olan bu üç isim Anadolu Türk sufîliginin ve Türk hâlk islâmının en önemli yön verenlerindendir. Bu üç isim Türk halkı tarafından sıkça zikredilir ve örnek alınır. Bu da Türk (halk) islâmının başkalarına olan yumuşak tavrı ve hoşgörüsünü hissedilir kılar. (Kolaç, 2010: 201-2014) Sufîlik Türk halk islâmının özünü oluşturur. Türk sünnîligi veyâ başka bir deyişle Türk halk islâmı ise çeşitli sufî tarîkatları aracılığıyla birçok şiî-Fars öğesini bünyesine katmıştır. Sonraki bölümde bu öğeler işlenecektir.

4.    TÜRK SÜNNÎLİGİNDE GELENEKLER, RİTÜELLER VE ETKİLEŞİM
Günümüzde Türkler arasındaki sünnîlikle İran’daki şiîlik arasında benzerlikler görmek mümkündür. Bu bağlamda (aslında Anadolu kökenli olan İran’daki) şiîligin 16. yüzyıldan sonra önce alevîliği, alevîliğinse Türk sünnîligini etkilediği düşünülebilir. Elbette bunları doğrudan ve tamamen Türk sünniliğindeki şiî-alevi etkisine bağlamak da doğru olmaz. Nitekim burada asıl mevzu, Türk sünniliği ile Türklerin alevilik anlayışının ortak köklere sahip olmasıdır.
          Türk sünnîlik anlayışında bu etkilerin sürdürülmesi ve Anadolu coğrafyasında bu ritüellerin alevîlere komşu sünnîlerde daha güçlü rastlanılması, sadece şiî-Fars dünyasıyla sıkı bir etkileşimin işareti olabilir. Aşağıda Türk sünnîligindeki şiî-alevîlikle benzerliği olan ritüel, gelenek, düşünceler ve anlayışlar sıralanmıştır. Bahsekonu ortak kökenin ve etkileşimin izleri başlıca şunlardır:

Ehl-i Beyt’e duyulan sevgi ve saygı
Türk sünnîlerindeki Ehl-i Beyt sevgisi Türk halk islâmının belirgin özelliklerinden biridir. Hele hele bunu diğer sünnî gruplarındaki tutumla karşılaştırdığımızda bu daha net bir şekilde açığa çıkar. Elbette bu sevgiyi doğrudan ve tamâmen Türk sünnîligindeki şiî-alevî etkisini bağlamak yanlış olacaktır. Buna rağmen bu meselede şiî-alevî etkisinin izlerini görmek mümkündür.
     Ehl-i Beyt’e olan bu sevginin iki sebebi vardır: Bunların başında Hz. Hüseyin’in torununun Emevî vâlisi tarafından katledilmesi gelmektedir. Yaşanan bu vakayla Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehît edilmesiyle muhtemelen paralellik kuran Türkler, bu olaydan sonra Emevîlere karşı çıkmaya başlamışlardır. Diğer bir etki Hz. Ali’nin oğlu Muhammed ibn-ül Hanefîyye etrâfında örgütlenmiş şiîlerden gelmekteydi. İbn-ül Hanefîyye’nin âilesi daha sonraki asırlarda Türk boyları arasında yaşamıştır. Hattâ ilk Türk sufî tarîkatının kurucusu sayılan Ahmet Yesevî’nin İbn-ül Hanefîyye soyundan geldiğine dâir görüşler vardır. (Sarıkaya ve Ünlüsoy, 1)
     Ehl-i Beyt’e olan sevgiyi Türk sufîliginde de görmekteyiz. Divân-ı Hikmet isimli eserinde ilk dört halîfe hakkında şiirler de yazmış olan Ahmet Yesevî’den başlamak üzere böyle bir durum vardır. İlk üç halîfeyi övme ve betimlemeyle sınırlı kalan Yesevî Hz. Ali hakkındaki ‘hikmet’inde ondan ‘mededkâr’ diye bahsetmektedir. Bu tâbirle birlikte Ahmet Yesevî’nin Hz. Ali ile farklı bir bağ kurduğu açıkça görülmektedir. (Bice, 2010: 139-142)
     Daha sonra bu ‘medet’ çağrısını ve umûdunu bektâşî-alevî geleneğinde görmekteyiz. Ahmet Yesevî’nin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e olan tutumunun yansımalarını Yunus Emre ve Hacı Bektâs-i Velî gibi Türk sufîlerinde görmek mümkündür. (Sarıkaya ve Ünlüsoy, 8) Türk sünnîliginde Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi sufîligin ve alevîligin de yoğun etkisiyle oldukça köklü ve sağlamdır.**

Türk edebîyatında Kerbelâ ve Hz. Hüseyin
Türklerle Hz. Hüseyin’in ilişkisi Kerbelâ’da yaşanmış oldukça vâhim bir olayla başlamaktadır. Bâzı kaynaklara göre Hz. Hüseyin’in, kendisi de istediği gibi, Türk yurtlarına geçme ve yerleşme ihtimâli bulunuyordu. Emevîler böyle bir göçe izin vermediler. Kerbelâ’da yapılan savaş sırasında yedi Türk askerin Hz. Hüseyin’i Azerbaycân’a götürmeyi teklîf ettiği biliniyor. Hz. Hüseyin’in bu teklîfi geri çevirmiş fakât hasta olan oğlunun Azerbaycân’a götürülmesini istediğini belirtmiştir. Hz. Hüseyin’in oğlu Zeyn el-Abidîn yedi Türk askerinin koruması altında güvenli bölgelere ulaştırılmıştır. Sağlığına kavuştuğundan sonraysa Medîne’ye dönmüştür. (Kitapçı, 2009: 101-103)
     Türk edebîyatında, Arap ve Fars edebîyatından örnekle, Kerbelâ ve Hz. Hüseyin’in şehâdeti hakkında birçok kitap (mersiye) yazılmıştır. (Şahin, 2001: 240) Böyle eserlerin mevcût olması Türk sünnîligini diğerlerinden farklı kılan bir unsûr değildir. Fakât burada farklılık arzeden mesele Türk kültüründe ve halk islâmında Hz. Hüseyin’in açıkça ‘mazlûm’ olması, düşmânlarınınsa ‘zâlim’ olmasıdır. Türk sünnîlerinin geneli için Emevîler ve Emevî halîfeleri âdaletsiz yöneticilerden oluşmaktadır. Bu durum Türk sünnîlerinin (bilinçli veyâ bilinçsiz olarak) şiîligin önemli isimlerine sempati beslemesini sağlamıştır.

‘Yezit’ kelîmesinin küfür olması
Hz. Hüseyin’in katline müdâhil olması nedeniyle şiî-alevî çevrelerince lânetlenen Yezid genellikle Türk sünnîlerlece de pek rahmetle anılmayıp lânetlenmektedir. Burada ilginç olan benzerî tutumun Arap sünnîlerinde olmamasıdır. Hattâ tam tersi Arap sünnîlerde Yezid saygıyla anılan ve saygı duyulan ismi de kullanılan biridir. Arapça Yezid isminin Türkçeleşmiş hâlini, yâni ‘yezit’i, Türk Dil Kurumu’nun çevrimici sözlüğünde arattığımızda bu sözcüğün nefret edilen kişilere karşı kullanıldığını öğreniriz. Verilen mecâzi anlamlar ise ‘hilekâr’ ve ‘sahtekâr’dır.' (TDK, Çevrimiçi Sözlüğü, 'yezit' maddesi)

Aşûre Günü ve Muharrem Ayının On’u
İslâm’daki Aşûre Günü geleneği gerek şiîler gerekse sünnîler arasında mevcûttur. Şiîler için Aşûre Günü Hz. Hüseyin’in anıldığı bir mâtem günüdür. Sünnîlerde bu gün Büyük Tufân’ın sona ermesi ve Hz. Nûh ile ilişkilendirilir ve Batı’da bu peygamberin adıyla anılan (tatlı) aşûre yapıp içerler. (Baş, 2004: 188)
     Fakât Türkiye’deki sünnîler arasında Asûre Günü döneminde tutulan üç gün oruç Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehît olmasının hatrına yapılmaktadır. Diyânet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı bir hutbe’de bunu açıkça okumak mümkündür. Aşûre Günü hakkında bir hutbe’de muharrem ayının on'u öncesi ve sonrası tutulan orucun Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehît olması nedeniyle de tutulduğu bildirilmektedir. (Türkiye Diyânet İşleri Başkanlığı, 2006)

Nevrûz Bayramı
Nevrûz Bayramı aslında tüm Türk Dünyâ’sında kutlanan bir bayramdır. Kelîmenin kökeni Farsça’dır ve ‘yeni gün’ demektir. Bu bayram genellikle 21 mart günü kutlanır çünkü bu gün İran takvimine göre yeni yılın başlangıcıdır. (Artun, 1999) Türklerde bu bayramın kutlanma sebebini şiî-Fars etkisine bağlamak yanlış bir çıkarım olacaktır. Türklerin daha Farslarla ve İran bölgesiyle içli dışlı olmamışken de çeşitli bahar bayramlarını kutladıkları biliniyor. (Beydili, 2005: 430-434)
     Bu islâm öncesi kadîm bayramların isimlerinin unutulup bahar bayramının Farsça tâbirle betimlenmesi, bu bahar bayramlarının Türklerin islâmlaşması sonrası şiî-Fars etkisiyle devâm ettiğini göstermektedir. Nevrûz Bayramı Türk kültüründe Kurân-i Kerîm’deki birçok hâdiseyle ilişkilendirilmektedir. Bektâşî-alevî geleneğince Hz. Ali’nin doğumu, Hz’Ali’nin Hz. Fâtima ile olan izdivâci ve Peygamber Efendimizin Hz. Ali’yi halefi olarak zikretmesinin bu güne rastladığına inanılmaktadır. (Başçetinçelik, 2)

Hızır İlyas ve Hıdırellez
Türklerdeki bir başka bahar bayramı ise Hıdırellez’dir. Bu bayram Hızır İlyas adı verilen kişi veyâ varlığın mevcûdiyetine inanılması nedeniyle ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Halk arasında daha çok Hızır diye bilinen Hızır İlyas, zor durumda olan, dara düşen insanlara karşılıksız yardım eden olumsuz bir insan veyâ bir melek konumundadır. Kökekinde eski Türk gelenekleri vardır.
          Haliyle bu kadim inanç sâdece Hızır için oruç tutan alevîler arasında değil Türk sünnîlerinde de mevcuttur ve bu durum Türk halk islâmını diğer halk islamı örneklerinden ayıran önemli bir faktördür. (Türkdoğan, 2004) Türkler arasında Peygamber Efendimiz ve Hz. Ali’den sonra en çok anılan figürlerden biri Hızır’dır. (Walker ve Uysal, 1973: 286) Hızır İlyas’ı Yeni Ahit’te (İncil’de) geçen ‘Eliyah’ (İlyas) ile ilişkilendirenler de vardır. Bu figürün Türk halk islâmı’ndaki şiî-alevî etkisiyle oturduğunu iletmek mümkündür. (Hasluck, 1929: 319-336)

Üçler, Yediler, Kırklar
Alevîligin temellerinden birini Üçler, Yediler ve Kırklar diye anılan ve kutsal sayılan kişiler etrâfında oluşturulan öğretiler oluşturmaktadır. Üçler’in, Yediler’in ve Kırklar’ın varlığına inanmak önemli bir düstûrdur. Üçler, Allah, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed ve Hz. Ali’dir. Yediler ve Kırklar’ın kimler olduğu hakkında birbirinde farklı birçok liste mevcûttur. (Arslanoğlu, 2001) Bektâşîlikte ve alevîlikte önemli bir yer tutan bu kültün kökeni muhtemelen Orta Asya ve Horasan’a dayanmaktadır. Bu kültün Türk halk islâmının bir parçası olduğu ise halk arasında kullanılan islâmî tâbirlerden açıkça görülmektedir. (Beydili, 2005: 313-314)

SONUÇ
Türklerin islâmlaşmaya başlamasından îtibâren gelişen süreçte Farsların sürekli bir mevcûdiyetini görmekteyiz. Türklerin Farslarla birlikte hareket ederek Emevîlere karşı Abbâsîler lehine isyân ettiğini görüyoruz. Bu arada Türkler hanefîligi mezhepleri olarak seçmiştir. Bu mezhebin kurucusu sayılan Ebû Hanîfe siyâsî açıdan Ehl-i Beyt’i desteklemekteydi.
     Abbâsîler sonrası Farslar ve Türkler arasındaki birliktelik devâm etmiştir. Değişen tek şey Türklerin hâkimiyeti ele almış olmasıdır. Farslar bürokrat ve diplomat olurken, kendi düşünce ve kültürlerini şiir ve edebîyât ile güçlendiriyor ve hattâ dayatıyorlardı. Bu arada Horasan kökenli, ki burasına Türk-Fars geleneğinin oluştuğu topraklar diyebiliriz, onlarca dervîş Anadolu’ya gelerek bu bölgeyi müslümanlaştırmıştır.
     Türklerin islâm anlayışına baktığımızda bunun Farslarda çok etkilendiğini söyleyebiliriz. Türkçe’deki birçok islâmî terim Farsça kökenlidir. Sufî ritüel ve pratiklerin çoğu da Farsça kelîmelerle karşılanmıştır. Fars sufî anlayışı, bilhâssa Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî aracılığıyla, Türk sûfiliğini oldukça etkilenmiştir. ‘Horasan Erenleri’ diye anılan isimler ise Türk halk islâmına yoğun bir etkiyle şekil vermişlerdir. Türk sünniliği ve Türk aleviliğinin birbirine anlayış ve ritüeller açısından benzemesınde bu durum başat etken konumundadır.
     Türk sünnîligindeki şiî-alevî etkilerini veya ortak kökeni Türk halk islâmını incelediğimizde daha net görürüz. Ehl-i Beyt’e olan sevgi, Yezid hakkındaki düşünceler, Hz. Hüseyin üzerinden oluşturulan sembolik, Aşûre Günü, Nevruz Bayramı, Hızır İlyas ve Kırklar meselesi Türk sünnîligine olan şiî-alevî etkisinin göstergeleridir.
     Türk sünnîligi şiî-Fars kültüründen bir hayli etkilenmiş, alevilikle de ortak köklere sahip olmuştur. Bu Türklerin başka sünnî gruplarla kıyasla daha şiîmeşrep olmasını sağlamıştır. Bu durum Türk olan ve olmayan sünnîler arasında anlaşmazlıklara sebep olmaktadır. Türkler Emevîler ve Yezid hakkında, Emevîlerden oldukça etkilenmiş ve mîrâslar edinmiş başka topluluklara kıyâsla daha çabuk olumsuz konuşmaktadırlar. Bunun sebebi Türk boylarının islâmlaşma sürecinde Türkler ve Farsların sıkı ilişkiler içinde olmasıdır. Bu ilişkilerden Türkler Emevî-Ehl-i Beyt kavgasında şiî-Fars etkisine girmesini sağlamıştır.
     Türk sünnîgindeki Fars etkilerini incelediğimizde Türklerin islâmı Farslardan öğrendiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Şiî-Fars kültürü siyâset, edebîyât, şiir, sufîlikle, her ne kadar sünni Türkler kimi zaman şiî ve alevilere karşı mücâdele verse de, Türk sünnîligini ve Türk halk islâmını düşünce ve ritüellerle oldukça etkilemiştir. Türk sünnîligindeki tüm şiî-Fars düşünce ve ritüellerin kökleri 10. ve 16, yüzyıl arasında değişmekteidr. Olaya farklı bir açıdan baktığmızda, Türk sünnîligine artık vârolmayan Fars sünnî düstûrunun mîrâsçısı gözüyle de bakabiliriz.

KAYNAKÇA
Abu Zahra, Mohammed (2005) Ebu Hanife (5. baskı) Ankara.
Artun, Erman (1999) Türk halk kültüründe Nevruz, Uluslararası Nevrûz Sempozyumu, Karaganda.http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/erman_artun_turk_halk_kulturunde_nevruz.pdf
Baş, Eyüp (2004) Aşûre Günü, tarihsel boyutu ve Osmanlı dînî hayatındaki yeri üzerine düşünceler, AÜIFD 1.
Arslanoğlu, İbrahım (2001) Alevilikte temel inanç unsurlari ve pratikler Hacı Bektaşi Veli Dergisi 20
Başçetinçelik, Ayşe Türk kültüründe Nevruz, Çukurova Üniversitesi Türkoloji Arastirma Merkezihttp://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/bascetincelik_nevruz.pdf
Beydili, Celal (2005) Türk Mitolojisi: Ansiklopedik sözlük Ankara.
Bice, Hayati (2010) Hoca Ahmet Yesevi: Divan-i hikmet Ankara.
Ceric, Mustafa (1995) Roots of synthetic theology in Islam: A study of the theology of Abu Mansur al-Maturidi Kuala Lumpur.
Cunbur, Müjgan (1997) Anadolu'nun bütünlesmesinde Ahmed Yesevi'nin yeri Ankara.
Duman, Ali (2009) İmam Matürîdî, hayatı, eserleri ve islam düşüncesindeki yeri, Hikmet Yurdu: Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi 4.
Dilberipur, Asgar (2003) Fars dili ve edebiyati ile Türk dili ve edebiyatının karşılıklı etkileşimi, 'Uluslararası Fars dili ve edebiyâtının üstâdlarıI Kongresi' bildirisi.
Hasluck, F.W.  (1929) Christianity and Islam under the Sultans I-II Oxford.
Kitapçı, Zekeriya (2009) Hz. Peygamber'in hadislerinde Orta Asya Türklüğü ve Türk-Arap münasabetleri (6. baskı) Konya.
Kolaç, Emine (2010) Hacı Bektaş Veli, Mevlana ve Yunus felsefisyle Türkçe derslerinde değerler ve höşgörü eğitimi,Hacı Bektaşi Veli Dergisi 55.
Lewis, Bernard (2014) Ortadoğu: iki bin yıllık Ortadoğu târihi, Ankara.
- (2004) ‘From Babel to Dragomans: Interpreting the Middle East’ Londra.
Sarıkaya Mehmet Saffet ve  Kamile Ünlüsoy, Haci Bektas-i Veli'nin inanç dünyasinda Hz. Ali ve Ehl-i Beythttp://www.msaffets.com/wp-content/uploads/hacibektas_S.Sarikaya.pdf
Şahin, Gülay (2001) Zeki Divanı ve Divan'daki Kerbela mersiyeleri üzerine bir değerlendirme Hacı Bektaşi Veli Dergisi59.
Türer, Osman (1996) Hoca Ahmed-i Yesevi'nin Türk-Islam tarihindeki yeri ve tasavvufi şahisiyeti (Mehmed Şeker ve Necdet Yilmaz, Ahmed-i Yesevi: Hayati, eserleri-tesirleri) Istanbul.
Türk Dil Kurumu, Çevrimiçi Sözlüğü 'yezit' maddesi http://tdkterim.gov.tr/bts/
Türkdogan, Doğan (2004)  Alevi islam inanci içerisinde Hz. Hizir, Hacı Bektaşi Veli Dergisi 29http://hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/29-19-26.pdf
Türkiye Diyânet İşleri Başkanlığı http://www.diyanet.gov.tr/
Walker, Warren S. ve Ahmet E. Uysal (1973) An ancient God in modern Turkey: Some aspects of the cult of HizirJournal of American Folklore 86.
Yıldız, Hakkı Dursun (2000) Islamiyet ve Türkler Istanbul.
Yılmaz, H. Kamil (1996) Anadolu ve Balkanlarda Yesevi izleri (Mehmed Şeker ve Necdet Yilmaz, Ahmed-i Yesevi: Hayati, eserleri-tesirleri) Istanbul.
Zarrinkoob, Abdol-Hosein (1970) Persian Sufism in Its Historical Perspective, Iranian Studies 3.
Zubaida, Sami (1996) Turkish Islam and national identity Middle East Report 199.