Bildiğiniz gibi Avrupalılar her zaman Türkleri göcebe ve barbar kavimleri olarak görmüşler kendilerini ise medeni olarak saymışlardır.
barbar türkler yakıştırması 15. yüzyıl avrupasında yaşamış eziklerin çıkardığı bir yakıştırmadır.1453 yılında istanbulun fethinden sonra hristiyanlığın merkezi düşmüş ve müslümanların eline geçmiş ve onlar için çok büyük kutsal öneme sahip ayosafya kilisesi de cami haline getirilmiştir
Helenistlik döneme ve roma medeniyetine övgüler getirmişler Türkleri ise hep küçümsemişlerdir
Yerleşik hayata geçen ve Grek toplulukları kuran ve burada büyük tapınaklar yapan yunanlılar kendilerini medeni olarak görürken Türklere barbar ismini vermişlerdi.
Bu çok medeni olan grek toplulukları küçük Yunan şehirleri birbirlerine çok yakın oldukları halde, yakın tabiat engellerini aşıp birbirleriyle kaynaşmamış, birleşmemişlerdi. Bu yüzden dilleri ve gelenekleri dahi ayrı olmuştu
Türkler bozkır şartları sonucu ve şavaşlar nedeniyle yazlık ve kışlık şeklinde dönüşümlü bir yaşam tarzları vardı ama bilinen genel düşüncenin tersine Türklerin çok önceden tam yerleşik hayata geçtiği de bilinmektedir
Türk yazı dilini 2500 yıl öncesine götüren belge Alma-Ata'nın 50 km. kadar yakınında, Isık Göl civarındaki Esik kurganında bulundu. Açılan mezardan çıkan eşya göz kamaştırıcı idi. Bir Türk tiginine (prensine) ait olduğu anlaşılan bu mezara prens altın elbisesi, altın tacı ile gömülmüştür. Mısır firavunu Tutankamon'un mezarından sonra en çok altın bu Türk prensinin mezarında bulundu. Tam 4.800 parça altın vardı. Fakat tarih için, Türk tarihi için, eşsiz değerdeki belgeler ne bu altınlardı ne de öteki eşyalar. Eşsiz değerdeki belge, yarısı okside olmuş bir gümüş ta-bağın üzerindeki iki satırlık yazı idi. Bu yazı, bu mezardan 1250 yıl sonra dikilmiş Orhun âbidelerindeki Gök-Türk harfleriyle yazılmıştı, yani Türkçe idi. Okundu, tercüme edildi. Yapılan radyo-karbonik tahlilden, Orhun hurufatlı yazının M.Ö. 5. yüzyıla ait olduğu anlaşıldı.
Esik'teki kazı 1970'te başladı ve devam ediyor. Civarda yağmalanmış başka mezarlar da bulundu, ama yağmalanmamış başka höyüklerin varlığı da anlaşılmış bulunuyor. Bunlar er-geç ortaya çıkarılacak.
1406 yılında ölen ünlü İslâm tarihçisi İbni un toplumları "bedevî ve "medenî" olarak iki ana gruba ayırmasını, bedevilerin medeniyet kuramadıklarını, tarihsiz olduklarını, Türklerin de bedevi oldukları için medeniyet kuramadıklarını ve tarihsiz olduklarını söylemiş olması, birçok tarihçiyi yanılttı. Bu büyük yanılgıyı uzun süre gerçek saydılar. Oysa İbni Haldun, bir "bozkır medeniyeti"nin varlığından, Türk tarihinden habersizdi. Bozkır iklimi ile çöl iklimini, bozkırdaki göçebelikle Arabistan ya da Afrika çölündeki göçebeliği, hatta Afrika ormanlarına sıkışmış kabilelerin göçebeliğini bir saymıştı. Aradaki büyük farkı bilmiyordu. Yaygın ve gerçek anlamı ile göçebelik, bir toplumun toprağı işlemeden, zanaat ya da sanatla uğraşmadan, sadece hayvan besleyerek bir yerden başka yere sürekli göç etmesi, hayvancılıkla, avcılıkla, yenebilir otları ve meyveleri toplamakla (la chasse et la cueillette) geçinen toplumlardır. Bunlar gerçekten medeniyet kuramamışlardır.
Bozkırda yaşayan Türkler ise, besicilik yapmış, demiri, çeliği, altını işlemiş, toprağı ekmiş, bark yapmış, kurgan yapmış, anıt dikmiştir. Teşkilatçılığı sayesinde de birçok devletler kurmuştur. Gerçek göçebe toplumlarda bu özellikler yoktur. Onlarda ne bir Esik kurganı, ne Pazırık kurganları, ne bir Altın Elbiseli Adam, ne bir Orhun Anıtı, ne de cihangir hükümdarlar vardır.
Aynı şekilde Ünlü Türkologlardan biri olan Radloff da Türklerin göçebeliği meselesinde yanılmıştır. Radloff, geçen yüzyılın sonlarında yaptığı bir araştırmadan sonra Türklerin göçebe olduklarını söylemiş ve o söylediği için çok kişi böyle kabul etmişti. Ama onun göçebeliği tarifi İbni Haldun'un tarifinden çok farklıydı. Ayrıca o incelemesini, yüzyıllarca Moğolların sonra da Rusların egemenliğinde kaldıkları için kültür kaybına uğramış ve artık mahkûm ve bölük-pörçük bir durumda bulunan Türk toplumları arasında yapmıştı. Daha eskiye, daha ötelere gidememişti ve Türk tarihi ile ilgili belgeler de bugünkü kadar gün ışığına çıkmamıştı. Yanılgısı buradan ileri geliyordu.
Nehir boyları, nehir araları gibi verimli topraklar üzerinde yaşayan Türkler buralarda uzun süre yerleşik kalmışlardır. Meselâ Yenisey boylarında, Maveraünnehir'de, yani Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Sırderya) havzalarında sürekli yerleşik hayat yaşamışlardır. Fakat, geniş Türk illerinin her bölgesi aynı verimlilikte değildi. dolayısıyla zaman içinde Türkler gerek fetihler gerekse yaşam koşulları nedeniyle yer değiştirmek zorunda kalmıştır
Türkler tabiat âşığı idiler. Gür ormanlar, yalçın dağlar onlar için aşılmaz engel değil, kucaklanması gereken kutsal güzelliklerdi. Toprakları, kurganları (atalar mezarı) kutsaldı. Onları korumak için savaşır ve terketmez-lerdi. Ama bir yerde saplanıp kalamayacak kadar da coşkulu idiler. Hayalleri, dağları, ufukları aşıyordu. Bu karakterleri destanlarında, sözlü-yazılı edebiyatlarında da görülmektedir. Meselâ Oğuz Kağan halkına şöyle hitap eder. "Kargıları demirden bir ormanı andıran büyük ordumuzla zaferden zafere koşacağız. Başka denizlere, başka nehirlere ulaşacağız. Yurdumuz öyle büyüyecek ki, onun üzerine kuracağımız otağ ancak gök kubbesi, otağın tepesine dikeceğimiz tuğ ise ancak güneş olacaktır!"
Bu karakterde, bu duyguda olan bir milletin, nüfusuna göre çok geniş alanlarda egemenlik kurmuş olması, milyonlarca hayvandan oluşan sürülerini otlatmak için, mevsimlere göre bir bölgeden bir bölgeye göç etmeleri tabiidir. Ama bu göçebelik, medeniyet kurmamış, tarihî anıtlar bırakmamış bazı çöl ve orman toplumlarının göçebeliği değildir. Türklerin besicilik ve çobanlık yapanları yılkı, sığır ve davarlarını otlatmak için diyar diyar dolaşırken, bir kısmı da asıl yurtlarında, büyük şehirlerde ve köylerde oturuyorlardı. Onun için, her göründükleri yerde bayındırlık eseri bırakmamış olmaları da tabiidir.
Türkler, yerleşik olarak yaşadıkları şehirlerde, köylerde taş evler, saraylar, anıtlar, ama en çok ahşap evler yapmışlardır. Çünkü tabiat âşığı idiler ve taştan ziyade ağacı seviyorlardı. Bozkır Türklerinin göründükleri ve bulundukları yerde tarihî anıtlar arayan ve bunları bulamadıkları için de "Çünkü Türkler göçebedir, göçebe milletler medeniyet kuramaz, onların tarihi yoktur" hükmüne varanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini, son zamanlarda, hele şu son çeyrek yüzyıl içinde, anlamayan kalmamıştır.
Araştırmaları takip, etmedikleri için, bazı bulgular çok büyük yankılar uyandırmış olmasına rağmen bunlardan habersiz oldukları için, eski saplantılarından kurtulamayanlar da az değildir
Türklerin medenî mi yoksa bedevî mi oldukları sorusuna cevap teşkil edecek çok ünlü görgü tanıklarının bir iki cümlesini vermek de faydalı olacaktır:
Abbasî Halifesi Muktedir-billah, 920 yılında (h.308), Türkistan'a bir elçilik heveti göndermişti. Bu heyette görev alan İbn-i Fadlan, henüz Müslüman olmayan Türk illerinde gördüklerini "Er-Rıhle" (Seyahatname) adlı risalesinde anlatmıştır. Bu seyahatnamede şöyle diyor. (...Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık... Müslüman olmayan bu Türklerden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse, başını semaya kaldırıp "Bir Tengri" der. Bu "Bir Allah" anlamına gelir. Çünkü Türkçe'de bir "vahid", Tengri ise "Allah" demektir. Türk kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar, vücutlarını gizlemezler, ama zina diye bir şey bilmezler, Türkler, böyle bir suç işleyeni ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler... Misafiri olduğum Türk, tercümanıma: "Bu Arab'a sor, Rablarının karısı var mıymış?" dedi. Onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum. Bu hareketim hoşuna gitti. O da benim gibi tövbe etti ve "estağfurullah" dedi. Türk'ün âdeti böyledir... Bir Türk'ün yurdundan, tanımadığı bir kimse geçip, ona "Ben senin misafirinim, develerinden, hayvanlarından ve parandan şu miktara ihtiyacım var" derse, Türk istediklerini ona verir
İbn-i Fadlan'ın bu tespitlerini Turkler'in İslâmiyetten önceki inançlarına, âdetlerine çok kısa bir örnek vermek, İslâmiyeti niçin baskısız, zorlamasız, istekle benimsemelerinin bir sebebini ve putculukla ilgileri bulunmadığını göstermek için aktarıyoruz. Elbette İslâmiyeti bütün Türkler bir anda ve hiç direnmeden kabul etmediler. Ama, direnen boylara bu dini kabul ettiren ve öğretenler yine Türklerin kendileri oldu.
Ibn-i Fadlan'ın şu tespitini de belirtmek istiyoruz: "...Bundan sonra Peçeneklerin ülkesine vardık. Bunlar denize benzer, akmayan bir suyun (gölün) kıyısına konaklamışlar... Hepsi sakallarını tıraş etmişler... Oğuzların aksine fakir idiler. Zira Oğuzlardan on bin büyük baş hayvana, yüz bin baş koyuna sahip olanları gördüm..."
Bu kadar çok hayvanı, bu kadar büyük sürüleri olanların, onları otlaktan otlağa ulaştırmak için yer değiştirmelerinden daha tabiî ne olabilir? Bozkırda yaşayan besiciler göç ediyor, şehirde oturanlar ise yerleşik hayat yaşıyorlardı.
İbn-i Fadlan gibi, Ebû Dülef de 942 (h.331) yılında bir elçilik heyeti ile Türk illerini dolaşmış ve bir seyahatname yazmıştır. Şöyle diyor: "...Oğuzların yanına vardık... Bu Oğuz şehrinde evler taştan, ağaçtan, bambudan yapılmış, içinde put bulunmayan mâbedleri de var. Hindistan ve Çin'le ticaret yaparlar... Buğday, koyun ve keçi eti yerler... Keten kumaştan veya kürkten yapılmış elbiseler giyerler. Sof (yünlü kumaş) giymezler... Büyük bir hükümdarları var..."
Ebu Dülef Oğuzların büyük bir şehri olduğunu böylece bildirmiş oluyor. Tabiî bu şehir yüzlerce yıldan beri vardı.
Yine bir Arap seyyahı olan Şeref el Zaman el Mervezî, 1120 yılında (h.514) hem kendi görgülerine hem de daha eski kaynaklara dayanarak yazdığı "Tabâî el-hayavân" adlı kitabında şu bilgiyi veriyor: "...Türkler kabilelere, oymaklara ayrılan büyük bir millettir. Bir kısmı şehirlerde ve köylerde, bir kısmı ise bozkırlarda ve çöllerde otururlar..."
Türklerin, yaygın anlamındaki göçebelerle ilgileri olmadığını, engin tarihleri, büyük medeniyetleri bulunan bir millet olduklarını bildiren kaynaklar elbette sadece bunlarla sınırlı değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder