26 Temmuz 2015 Pazar

Eyvan mimari tarzı

Eyvan  mimari tarzı 
Eyvan, mimarlıkta üç yanı kapalı, dördün­cü yanı açık ya da örtülü bir avluya bakan, üzeri genellikle tonozla örtülü mekan demektir. Sasaniler döneminde İran’da ortaya çıkan ve Tak-ı Kısrâ Sarayı gibi yapılarda anıtsal örnekleri bulunan eyvan, sonraki yüzyıllar­da bütün Ortadoğu ülkelerine yayıldı. Bü­yük Selçuklular döneminde oluşan dört eyvanlı avlu düzeni, İran geleneğinin ulaştı­ğı en üst nokta oldu. Dikdörtgen (ya da kare) planlı geniş bir avluyu çevreleyen duvarların ya da oda sıralarının tam ortasın­da yer alan dört eyvandan oluşan bu düzen, Mısır’da, hatta Anadolu’da da uygulandı. Anadolu Selçuklu mimarlığında özellikle medrese yapılarında kullanıldı. Osmanlı mimarlığında ise, erken dönem dışında, resmî mimarlıkta pek az görüldü.
Anadolu Türk evinde iki oda arasında yer alan ve hayat ya da sofaya açılan, çevresi genellikle üç yönden sedirle çevrili mekana da eyvan adı verilir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin kâgir konut geleneğinde görü­len benzer mekânlar ise, eyvanın İran geleneğindeki özgün anlamına daha ya­kındır.

Malazgirt’ten Önce Anadolu’da Türkler

Malazgirt’ten Önce Anadolu’da Türkler




Malazgirt’ten Önce Anadolu’da Türkler

Milletlerin geçmişinde, onların kaderlerini değiştiren, yarınlarını aydınlatan, toplumu bütünüyle kavrayıp yeni bir yapıya iten tarihler vardır. Bu tarihler gelecekteki bir büyük hareketin ilk adımı ya da başlangıcı olabilirse ölümsüzleşir, unutulmaz olur.  Bu başlangıcı unutulmaz yapan, o başlangıçtan doğan geleceğin aydınlığı ve sürekliliğidir.
26 Ağustos 1071 de, böyle bir başlangıçtır.
Ne var ki, Türkler’in Anadolu’ya Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra kesif göçlerle gelerek yurt tutmaları hususu Müslüman Türkler’e münhasırdır.  Anadolu’ya Türk akınları ve bilhassa Doğu Anadolu ile Kafkasya’da yurt tutma çabaları, İslâmiyet’ten çok daha eski tarihlere inmektedir.
Anadolu’nun Türk Yurdu oluş tarihini Prof. Dr. Abdulhaluk Çay,  4 ana grupta ya da safhada toplar. Bunlar :
“Selçuklular önce Anadolu’ya yapılan Türk akınları,
Selçuklular’la birlikte başlayan Oğuz gruplarının yurt tutmaları,
Moğol istilâsı sonrasında, 13 ncü yüzyıl ve sonrasında büyük Türk kitlelerinin Anadolu’ya gelmesi,
Anadolu’da Türkleşmenin tamamlandığı 14 ve 15 nci yüzyıllardır.”
Şimdi, ilginizi çekeceğini zannettiğim bir konudan bahsetmek istiyorum. Bundan tam 4 200 yıl önce, Anadolu’da bir Türk Krallığı bulunduğunu biliyor muydunuz ?
Anadolu’da, İÖ. 2500 – 2000 yılları arasında Hatti uygarlığı hakimdi.  Din, töre, mitoloji ve sanat bakımından büyük bir varlık sergileyen Hattiler’in etkileri Anadolu’da iki bin yıla yakın bir süre boyunca yaşamıştı. Nitekim Anadolu, İÖ. 2500- 700 tarihleri arasında, bütün komşuları tarafından hep Hatti Ülkesi olarak anılmıştı.
Hatti ülkesi, küçük beyliklerden oluşmaktaydı. Aynı zamanda en yüksek rahip sıfatını da taşıyan bu kralcıklar, çok özgün sanat eserlerinin meydana gelmesini sağlamışlardı. Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar gibi Kızılırmak kavsi içindeki bölgelerde bulunmuş bu eserler, hayvan şeklindeki tanrıları, boğaları, fırtına tanrısını, Tanrıça Vuruşema’yı ve evreni temsil etmektedirler. Çoğunlukla bir çift öküz boynuzu üstünde duran bu evren sembolü, Türkiye’de hâlâ yaşayan  bir masalın, “ dünya bir öküzün boynuzu üzerinde durur ve öküz başını salladığında deprem olur” biçimindeki inancın kaynağı olsa gerektir.
Anadolu’da Hatti uygarlığının hakim olduğu döneme ait, bugün elimizde binlerce yazılı belge var. Bu belgelerin birine göre, Anadolu’da Türkler’in yaşadığı kesin olarak anlaşılmaktadır.
Söz konusu belge, İÖ. 2350 – 2150 yılları arasında Mezopotamya’da büyük bir devlet kurmuş olan Akad imparatorlarından Naram- Sin’e ait olup,  Anadolu hakkında bilgi veren ilk yazılı belgedir. Bu belgede, Kral Naram- Sin, “ Purattu ( günümüzdeki Fırat ) Nehri’ni geçerek Anadolu’ya girdiğini ve Hatti Kralı Pampa başkanlığında toplanan 17 Anadolu kralına karşı mücadele ettiğini belirtmekte ve kendine karşı çıkan bu kralların  isimlerini vermektedir. “ ŞARTAMHARİ METNİ” adı verilen ve “ MÜCADELENİN KRALI” anlamına gelen  bu belge,  aslında üç kopya olup, biri Mezopotamya’da Babil’de, ikincisi Mısır’da Tel el Amarna’da, üçüncüsü de Anadolu’da Hattuşaş arşivinde bulunan metindir. Hitit dilinde ve Hitit çivi yazısıyla yazılmış olan bu metin belli ki, Hititler zamanında (İÖ. 1750- 1200) Akadça orijinalinden Hititçe’ye tercüme edilmiştir. Baştan 7 satırı kırık olan metnin 15 nci satırı Türki Kralı İlsu- Naşil’den söz etmektedir. (Konu hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenlerin Prof. Dr. Ekrem Memiş’in  Eskiçağ’da Türkler kitabını öneririm.)
Görülüyor ki, bu metin Anadolu kökenli olmamakla beraber, Anadolu hakkında  bilgi veren en eski yazılı belgedir.
TURUKKULAR 
Fırat Nehri kıyıları, İÖ. 4 000 yıl ve devamı boyunca ve 2 000 yılları başlarında önce Sümer, sonraları Babil nüfusunda bulunuyordu.  Bölgenin başkenti Mari, Fırat Nehri’nin doğu sahillerinde, Suriye’nin Deyü’z-Zor eyaletindeydi.  Bugün, antik kentin bulunduğu yöre Tel Hariri adıyla bilinmektedir.
Burada, Fransız Arkeoloji Enstitüsü  mensupları, 1933 – 1939 yılları arasında kazılar yaptılar. Kazıda mabetler, etkili duvar resimleriyle süslenmiş bir saray ve yüzlerce çeşitli buluntu ele geçti. Ama, en önemlisi değişik odalarda ele geçen binlerce tabletin oluşturduğu arşivdir. Diplomatik yazışmaların ve ülkenin her yanından gönderilen raporların yanı sıra, Asur Kralı 1 nci Şamşi- Adad ile iki oğlunun birbirlerine yazdıkları mektupları da içeren bu arşivde ekonomik ve yasal düzenlemelere ilişkin çok sayıda mektup da bulunmuştur.
Bu çivi yazılı tabletlerde sık sık karşılaşılan bir isim de, (TURUKKU)’dur. 
Ayrıca, Urfa- Harran’da Ay(Sin) Tanrısı mabedinde bir antlaşmanın imza edildiğine dair kayıtlar da ele geçmiştir.
Fransız Arkeolog Georges Dossin, 1939’da, Paris’te yayınladığı (Benjaminites Dans Le Textes de Mari ) isimli kitabında, bulunan  bu çivi yazılı tabletler hakkında bilgi vermektedir.
Ayrıca, 1950 yılından itibaren Louvre Müzesi adına, Mari Kraliyet Arşivi’nde ele geçen tabletler yayınlanmaya başlamıştır.
Bu tabletlerden birkaç örnek görelim:
16 numaralı tablet : “...Uyuyanları uyandıran ve uyandırdıklarına hiç tayın vermeyen  Turukkular gibi yapacağız”.
21 numaralı tablet : “...Bu akından beri Turukkular’ın sayısı  fazla görünmüyor. Fakat artabilir. Onlar gelmeye devam edecekler.”
22 numaralı tablet : “...Bana yazdığın Turukkular’la ilgili haberler değişti.”
23 numaralı tablet : “... Bana Turukkular hakkında yazmıştın. Turukkular’ın çıkış hareketinde bulundukları gün çok meşgul olduğumdan sana haber veremedim.”
87 numaralı tablet : “...Kral bana herşeyden önce, Turukkular’ın hücum ettiklerini, Nithim’i kuşattıklarını yazdı.”
Güneydoğu Anadolu’da yaşayan, cengaverlikleri Orta Asya Türk akıncılarını andıran, ana merkezden takriben 400 km. uzaklaşıp, düşman ordugâhlarına saldıran bu Turukkular, sizce Türk’ten başka kim olabilir ?
Konu hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenlere, ( Sadi Bayram, Güneydoğu Anadolu’da Proto- Türk İzleri, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Yayını) öneririm.
MALAZGİRT’TEN ÖNCE ANADOLU’YA TÜRK AKINLARI
Malazgirt Meydan Muharebesi’nden önce, Anadolu’ya yapılan Türk akınları şöyle özetlenebilir:
İÖ. 7 nci yüzyılda, Kafkasya üzerinden gelen Saka Türkleri, Kızılırmak havzasına kadar hakim oldular.
İS. 250 yıllarında Hunlar,
İS. 350-373-395 yıllarında yine Hun Türkleri, Kudüs’e kadar uzanan akınlar yaptılar.
İS. 451 yılında Akhunlar, Kafkasya’dan gelerek Doğu Anadolu’da yer tuttular.
İS. 550 yıllarından itibaren Sabir- Belencer gibi Türk boyları, Anadolu’ya gelerek yerleştiler.
6 ncı yüzyılda, Hazar Türkleri’nin Van’ı üs olarak kullanıp bölgede hakimiyet kurmalarından sonra, Horasan Gazileri, 963 ve 965’te Adana ve civarına seferler yaptılar.
1018’de Çağrı Bey, bütün Doğu Anadolu bölgesinde fetihlerde bulundu.
1045 yılında, bugün Azerbaycan topraklarında bulunan Gence’de, Selçuklularla Bizanslılar karşı karşıya geldiler. Burada kazanılan zafer, Selçukluların Bizanslılara karşı kazandıkları ilk büyük başarı oldu. Bundan sonra Türk birlikleri, Anı ve Kars üzerinden Anadolu’ya girmeye başladılar.
1047’de, Şehzade Hasan, Büyük Zap Suyu kenarında Bizans ordusuna yenilerek şehit düştü. Bu yenilgi üzerine Tuğrul Bey, İbrahim Yınal’ı Azerbaycan Genel Valiliği’ne atayarak Kutalmış’la birlikte Anadolu  fetihlerine devam etmesini istedi. Derhal harekete geçen Selçuklu ordusu, Erzurum’u fethettikten sonra, 1048’de, Bizans ordusunu Pasinler Ovası’nda ağır bir mağlubiyete uğrattı.
1054 yılında, Sultan Tuğrul, Anadolu sınırlarını aşarak Van Gölü’nün kuzey doğusundaki Muradiye ve Erciş’i fethetti.
Tuğrul Bey’in üç kola ayırdığı birlikleri, bir yandan Kafkas, Canik ve Sasun dağlarına ve nihayet Erzincan’a kadar ilerlerken, bir yandan da  Çoruh Vadisi ötesindeki toprakları işgal ettiler.
Tuğrul Bey’in Anadolu’dan ayrılmasından sonra, onun emirleriyle Selçuklu kuvvetleri fetih hareketlerine devam ettiler. 1057’de Malatya, 1059’da Sivas ele geçirildi.
Alpaslan’ın kardeşi Yakuti Bey, 1062’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da  fetihlerde bulundu.
Tuğrul Bey’in 1063’te vefatı üzerine, yeğeni Alp Aslan, tahta çıktı.
Sultan Alp Aslan, 1064’te, Rey’den hareket ederek Azerbaycan’a geldi.Nahcıvan’a girdi.  Ahılkelek, Ahıska, Borçka,  Artvin, Ardanuç,Şavşat, Ardahan, Anı ve Kars’ı ele geçirdi.
Sultan Alp Aslan’ın dönüşünden sonra Gümüştekin, 1066’da Adıyaman önünde, Afşın Bey de 1067’de Malatya önlerinde birer Bizans ordusunu mağlubiyete uğrattılar.
1068’de Kayseri ve Konya fethedildi. Aynı yıl, Afşın Bey Bizans’ın Antakya üssünü tamamen çökertti. 
Afşın Bey, 1070’de Denizli’ye kadar ilerlerken, Sultan Alp Aslan da Temmuz  1070’de Ahlat’a geldi. Kısa bir süre sonra Malazgirt Kalesi’ni ele geçiren Alp Aslan, Urfa’yı da muhasara etmesine rağmen ele geçiremedi ve muhasarayı kaldırarak güneye döndü.
Bizans hududu yeterince güvenli hale gelmişti. Şimdi, artık önce Halep’teki Mirdasiler’e, sonra Mısır’daki Şii Fatımiler’e karşı harekete geçebilirdi.
Doğudaki bu Türk hareketleri karşısında Bizans İmparatorluğu’nun boş durması beklenemezdi.
Gelişen olaylar sonunda Malazgirt Meydan Muharebesi meydana geldi.
MALAZGİRT’TEN SONRAKİ TÜRK AKINLARI
Sultan Alp Aslan, Malazgirt Meydan Muharebesi’ni  kazandıktan sonra, Bizans İmparatoru ile bir barış antlaşması imzalamış  ve  Türk – Bizans sınırının  Malatya ve Erzurum’dan geçmesini istemişti.
Galip gelen tarafın hudut belirlemesi, yani  “ Ben bu hududu geçmeyeceğim, sen de bu tarafa geçmeyeceksin” demesinin anlamı açık olsa gerek.
Alp Aslan’ın amacı, Bizans İmparatorluğu’nu yıkmak değildi ; sınırları yeniden tanımlaması, imparatordan düzenli haraç ve ittifak sözü kendisi için yeterliydi; İmparatoru  belirli şartlarla serbest bıraktı.
Malazgirt Meydan Muharebesi’nin hakiki değerini kazanabilmesi, mağlup Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in, Bizans tahtını ele geçiren yeni imparatorun adamlarına yenilmesi ve kapatıldığı manastırda 1072 yılında ölmesi üzerine oldu.
Yeni Bizans yönetimi, antlaşmayı bozmakla büyük bir siyasi ve askeri hata işlediğini  birkaç yıl sonra daha iyi anladı. Bizanslılar geçici bir süre için statükoyu korumayı bilmiş olsalardı, Bizans’ın içinde bulunduğu siyasi ve askeri bunalımların giderilmesine daha kolay bir şekilde imkan bulabilecekler ve Anadolu kısa zamanda ellerinden çıkmayacaktı. Halbuki Bizanslılar bu hususta büyük bir basiretsizlik göstermiş ve antlaşmayı bozarak Türkler’e karşı düşmanca hareketlere devam etmişlerdi. Bundan dolayı, zaferin meyvesini  alamayan Türkler için taarruz etmek meşru bir hak haline geldi.
Alp Aslan,antlaşmanın Bizans tarafından bozulduğunu ve savaşın başladığını ilân ederek emrindeki beylere Anadolu’nun fethini tamamlama görevi verdi.  Bundan sonra, taarruz etmeyi tabii bir hak sayan Türkler, çok kısa bir sürede Anadolu’yu bir Türk yurdu haline getirdiler. Yeni topraklarda Türk göçü giderek hızlandı.
Anadolu’ya o tarihlerde sahip olan Bizans İmparatorluğu’nun büyük askeri gücü, yanlış olarak inanıldığı ve ileri sürüldüğü gibi Malazgirt Meydan Muharebesi ile tamamen yok edilmiş değildi.
Türkler, Malazgirt zaferinden sonra da : 1072’de Kayseri’de, 1073’te Paflagonya’da yani Sinop- Çankırı- Amasra arasındaki bölgede, 1074 yılında Antakya’da kendilerinin birkaç katı güçteki Bizans ordularını ağır yenilgiye uğratmışlardı.
Eğer Bizans’ın askeri gücü Malazgirt Meydan Muharebesi’nde tamamen yok edilmiş olsaydı, daha sonraları Bizans İmparatorluğu tekrar büyük kuvvetlerle Türkler’in karşısına dikilmez ve Anadolu’yu geri almaya teşebbüs etmezdi.
Malazgirt’in önemi, bilhassa zaferden sonraki siyasi durumun  Müslüman Türkler lehine gelişmesi ve Anadolu’nun Türk’e yurt yapılması meselesinin gerçekleşmeye başlamasıdır.
Bu Türk fetih hareketi, 1072- 1085 yılları arasında o kadar süratli cereyan etmişti ki, Türk orduları Batı’da Ege ve Marmara kıyılarına ulaşmışlardı.  Anadolu’daki nüfus çoğunluğunu yerli Hristiyan unsurlar  teşkil etmelerine rağmen, Türkler kısa süre içinde Anadolu’da hakim zümre oldular.
1176 yılında Bizanslılar’a karşı kazanılan Myrokefalon ( Karamıkbeli ) Zaferi  sonunda ise Türkler, Ege havzası dışında Anadolu’ya tam manasıyla hakim olabildiler.
Yine bu zaferin Türkler tarafından kazanılmasından sonra, Anadolu’daki yerli Hristiyan kitleler, Bizans İmparatorluğu’ndan ümitlerini tamamen  kestiler ve artık yeni politik duruma, Anadolu’nun yeni sahiplerine tabi olmak zorunda kaldıklarını anladılar.
Bundan yarım asır sonra başlayan Moğol istilası sonunda, Orta Asya’dan gelen yeni göç dalgaları  Türkleşmeyi hızlandırarak  doğudan batıya Anadolu’yu baştan başa bir Türk yurdu haline getirdi. O güne kadar yapılmayan imar faaliyetleri de hızlandı.Bugün bile hayranlıkla seyredilen sanat eserleri Türk mührünü Anadolu’ya vurdu.
MALAZGİRT’TEN  SONRA
Biz, genelde, Anadolu’nun  fethinin 1071’deki Malazgirt Meydan Muharebesi ile başladığını, mücadele gücü kalmayan Bizans kuvvetlerinin bundan sonra Türkler’den çekinerek giderek küçüldüğünü, Türk boylarının da giderek Anadolu’ya yayıldığını kabul ederiz.
Şimdi, bu safhayı değişik bir bakış açısıyla incelemeye başlayalım.
Anadolu’yu fethe girişen Türkler arasında da bir çok mücadele olmuş, Güneydoğu Anadolu ve Suriye topraklarındaki  Oğuz boyları birbirleriyle  savaşmışlardı. Bu savaşlarda yenilen Kutalmışoğulları, önderleri Süleyman Şah’ın  komutasında Anadolu  içlerine doğru çekilmiş, fetihlerini karşılarında  güçlü ve düzenli bir kuvvet bulunmayan bu alana yönetmişlerdi.
Melikşah’ın egemenliğini tanımamaktan çıkan bu sorun, sonuçta Süleyman Şah’ın  hemen bütünüyle Anadolu’yu fethetmesine neden olmuş ve Büyük Selçuklular’dan ayrı bir Anadolu Selçuklu Devleti’nin doğmasını sağlamıştı. Son araştırmalara göre, 1075’te İznik’i ele geçiren Süleyman Şah burasını başkent yaparak bağımsızlığını ilân etmişti.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah, İznik’i aldıktan sonra, Bizans’taki karışıklıklardan  da yararlanarak, hızla kurduğu devleti yerleştirmek ve sınırlarını güvence altına almak çabasına girişti.
Bu sırada, kitle halinde Anadolu’ya gelen Türkmenler, buradaki Türk nüfusunun artmasını sağlıyor, Anadolu Selçukluları’nın Büyük Selçuklular karşısında güçlenmesine de yardım ediyordu.
Burada hemen dikkati çeken husus şudur : Anadolu Selçukluları, Büyük Selçuklular’a karşıysa, Büyük Selçuklular’ın da Anadolu Selçukluları’na karşı olması tabiidir. Burada, Anadolu’nun  Türkleşmesinde Büyük Selçuklu Devleti’nin ne rolü olmuştur, sorusuna cevap verirken iyi düşünmek gerekecektir.
Anadolu Selçukluları ile Büyük Selçuklu Devleti’nin birbirine ters düştüğü bu dönemde, biraz da  Bizans’ın durumunu görelim.
1075’te, Bizans’ın Avrupa yakasındaki ordusu, komutanları Bryennios önderliğinde ayaklandı.  Bryennios, 1077’de, Edirne’de imparatorluğunu ilân etti.  Bundan sonra Konstantinopolis (İstanbul)’de bulunan Bizans İmparatoru VII nci Mihael Dukas, Bryennios’a karşı kuvvet gönderdiği sırada, Anadolu’daki  ordu komutanı Botaniates’in de ayaklandığı haberi geldi.
Botaniates, Sultan Alp Aslan’dan kaçarak Bizanslılar’a sığınmış olan Selçuk’un torunu Elbasan’ın da yardımıyla, Kütahya’dan kalkarak Konstantinopolis üzerine yürümeye başladı.
Ancak, bu ordu İznik yakınlarında Sakarya Irmağı kıyısında Anadolu Selçuklu güçleri tarafından kuşatıldı. Bunun üzerine, Botaniates anlaşmak için,Elbasan’ı Süleyman Şah’a gönderdi. Durumdan yararlanmak isteyen Süleyman  Şah, Botaniates ile anlaşarak, onun Konstantinopolis üzerine yürümesine yardım etti. Konstantinopolis’e varan Botaniates, oradaki yandaşlarının da yardımıyla Bizans başkentini ele geçirdi ve imparatorluğunu ilân etti.
Böylelikle, Anadolu Selçukluları hem Boğaz’ın Anadolu yakasına değin ilerlediler, hem de Bizans’ın dostluğunu sağlamış oldular.
Daha sonraki Anadolu Selçuklu sultanlarından 2 nci Kılıçaslan da, maiyetiyle birlikte, Bizans’ta 80 gün misafir kalarak Bizans İmparatoru tarafından ağırlandı.
Nasıl, Anadolu Selçukluları’nın Büyük Selçuklu Devleti ve Bizans’la ilişkileri ne kadar ilginç değil mi?

Ahmet Akyol

Ahmet Akyol

Ahmet Akyol


25 Temmuz 2015 Cumartesi

Büyük Nanna Zigguratı, Ur şehri

Büyük Nanna Zigguratı, Ur şehri
SÜMER

Akkadça “zaqā” - “yükselmiş yere kurmak” sözcüğünden türeyen “ziggurat” terimi, Mezopotamya’ya özgü, kule formunda bir tapınak mimarisini ifade eder. Ve bu formun en görkemli örneği Büyük Ur Zigguratı’dır.

Tapınak, M.Ö. 21. Yüzyılda Ur’un Üçüncü Hanedanı’ndan Sümer Kralı Ur-Nammu (M.Ö.2047–2030) tarafından, Tanrı Nanna onuruna yaptırılmıştır. Sümerce’de “aydınlatan-nur saçan” anlamına gelen Nanna, Ay Tanrısı’dır ve kutsal kenti de Ur’dur. Assurluların Sin adını verdiği bu tanrı aynı zamanda Bereket Tanrıçası İnanna/İştar ‘ın babasıdır.

Ur Zigguratı, bugün Irak-Nasiriyah yakınlarında bulunmaktadır. İlk-Tunç Çağı’na tarihlenen ziggurat, M.Ö. 21. Yüzyılda Sümer Rönesansı olarak adlandırılan evrede inşa edilmiştir. Yapılışından 1400 yıl sonra ziggurat, büyük oranda tahrip olmuş bir durumdayken, M.Ö. 6. Yüzyılda, Babil’in 11. Hanedanı’ndan (Yeni-Babil) Kral Nabu-na'id - Nabonidus (M.Ö. 556-539) tarafından restore ettirilmiştir.
Ziggurat ilk kez, Sir Leonard Woolley tarafından 1920'li ve 30'lu yıllarda kazılmıştır.

1960  ve 1970’lerde zigguratın ilk basamağı, Irak Eski Eserler Bakanlığı tarafından yeniden inşa edilmiş; 1980’lerde de cephe ve anıtsal merdiven onarılmıştır.
Ziggurat, kentin yönetim merkezi olarak görev yapan tapınak kompleksinin bir parçasıydı ve Kraliyet mezarları ve Ur-Nammu (E-hursag) Sarayı ile birlikte Ur kentinin en iyi korunmuş üç yapısından biridir.

Yapının uzunluğu 64 m. – genişliği 46 m. ve yüksekliği de 30 m.’dir. Ur-Nammu’nun başlattığı inşaat, kendisinden sonra kral olan oğlu Shulgi (M.Ö. 2029 –1982) tarafından tamamlanmıştır. İnşasında, çamur harcıyla mühürlenen pişmiş çamur tuğlalar kullanılmıştır.

24 Temmuz 2015 Cuma

Ninisinna

Ağlayan tanrıçalarından biri olan İsin’in koruyucu tanrıçası Ninisinna'ya adanmış bir heykelcik .SÜMER (aynı zamanda şifa tanrıçası Gula diye geçer:) Ninişina, şifa tanrıçasıydı. Birisi hastalandığında şifa için ona dua edilirdi.
Louvre Müzesi
Ağlayan yada uyutulmak istenilen çocuklara ninni söyleme kültürü buradan gelmiş olabilir.

Halaf kültürü

Halaf kültürü

Halaf Kültürü'nün, çağdaşı Hassuna Kültür'yle birlikte coğrafi yayılımı
Halaf Kültürü, Kuzey Mezopotamya'nın Çanak Çömlekli Neolitik Çağ'ında, Tell Halaf'da (Halaf Höyüğü) kesintisiz olarak gelişen bir tarihöncesi kültürdür. Tell Halaf yerleşimi, MÖ 6.000 civarı ile MÖ 5.400 arasında[1] Halaf Dönemi olarak adlandırılan bir dönem boyunca gelişmiştir. Halaf Kültürü'nü yine aynı bölgede Obeyd Kültürü izlemiştir. Halaf Kültürü adını, günümüzde Türkiye – Suriye sınırının hemen güneyinde yer alan ve Erken Kalkolitik Çağ'a tarihlenen Tell Halaf yerleşiminden almaktadır. Halaf Kültürü'nün Samarra ve Hassuna kültürlerinden kaynaklanmadığı ama onlardan etkilendiği görüşü hakimdir.

Çanak Çömlekli Neolitik Çağ başlarından itibaren iskan edilen yerleşimlerin tarihlendirmesinde, kazılarda ele geçen çanak çömlek özellikleri önemli bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Dilğer bir ifadeyle kazılarda ulaşılan çanak çömlekler, o yerleşme katının tarihlendirilebilmesini sağlayan önemli bir bulgudur. Bu bağlamda Halaf çanak çömleği, bilirli bir tarihsel döneme tarihlenmiş bir şablon görevi görebilmektedir.
Kalkolitik Çağ'ın ilk evresi olan Erken Kalkolitik Çağ, en azından Yakındoğu için, "yüksek ısıda fırınlanmış zengin boya bezemeli özgün çanak çömleği", tolos olarak adlandırılan dairesel planlı yapıları ve Neolitik Çağ'a göre daha gelişkin bir sosyal yapılanmaya işaret eden mühürleri ile tanımlanan Halaf Kültür'dür.

Tell Halaf yerleşimi MÖ 6.000 ile MÖ 5,400 yılları arasına tarihlenmekte ise de Halaf Kültürü'nün MÖ 5.200 yıllarından itibaren gelişmeye başladığı kabul edilmektedir. İki yüz yıl gibi bir sürede geniş bir coğrafyaya yayılan bu kültür[5] bu yayılma dönemi içinde, dolayısıyla en parlak döneminde Geç Neolitik Çağ Erken Kalkolitik Çağ Geçiş Dönemi (Proto Kalkolitik, MÖ 5.600-5.500[6]) geçirmiş, Erken Kalkolitik Çağ'a geçmiştir.

Halaf Kültürü'nün, kültürel ürünleri içinde çanak çömlek özellikli bir yer tutmaktadır. Halaf tipi boyalı çanak çömlek öncesinde, esas olarak yöresel farklılıklar gösteren seramik ürünleri üretilmekteydi. Ancak Halaf seramiği, yayıldığı bölgelerde standart denebilecek bir özellik gösterir ve bu bağlamda genel bir ürün tipidir. Dolayısıyla, pişmiş topraktan seramik üretiminin ortaya çıktığı tarihlerden, yani Çanak Çömlekli Neolitik Çağ'ın başlarından, Halaf seramiğine kadar uzanan dönem, genel olarak Halaf öncesi (yabancı kaynaklarda Pre-Halaf) olarak adlandırılır. Bu dönem Yakındoğu için Proto-Hassuna, Arkaik-Hassuna, Standart-Hassuna ve Samarra dönemleri olarak bölümlendirilir.

Halaf Kültürü'nün tek çekirdek yerleşmesi Tell Halaf olarak görülmemektedir. Tell Halaf, bulunan ilk Halaf yerleşmesidir. Bunun yanında Suriye'deki Sabi Abyad, Tell Boueid ve Şanlıurfa ili sınırları içinde yer alan Mezraa Höyük Halaf Kültürü'nün çekirdek bölgeleri olarak kabul edilmektedir.

Halaf Kültürü'ne dayandırılan bulgular, orijinal Halaf Kültürü yayılma alanında olduğuna benzer şekilde Anadolu'da da, Son Neolitik Çağ – Erken Kalkolitik Çağ Geçiş Dönemi (Proto Kalkolitik Çağ) tabakalarının hemen üstünde ele geçmektedir.

Yayılma alanı
Her ne kadar bugüne kadar hiçbir Halaf yerleşimi, tüm özelliklerini ortaya çıkaracak ayrıntılı bir biçimde kazılmasıysa da,Halaf Kültürü buluntuları doğu-batı hattında Çukurova'dan Zagros Dağları'na (özellikle Fırat - Zap Suyu arası), kuzey-güney hattında ise Muş Ovası'nda Orta Mezopotamya'ya yayılan bir alanda görülmektedir.

Günümüz Türkiye'sinde Halaf kültür buluntuları, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz genelinde karşımıza çıkmaktadır. Kuzeyde, Elazığ - Muş - Van illerinden geçen hattın kuzeyinde buluntu vermez. Van Gölü Havzası'nda Halaf çanak çömleği buluntularının elde edildiği en kuzey nokta, yine önemli bir obsidiyen hammadde kaynağı olan Tilkitepe Höyüğü'dür.Bu bölge içinde en fazla buluntu Şanlıurfa civarıdır. Doğu yönünde yayılımı konusunda ise, Halaf çanak çömleğinin bulunduğu Karaman yakınlarındaki Can Hasan Höyüğü hattı öngörülmektedir.[12] En iyi bilinen Halaf yerleşimlerine Yunus Höyük, Çavi Tarlası ve Girikihacıyan örnek verilmektedir.

Güney Mezopotamya'dan yayılan bir başka kültür olan Obeyd Kültürü, MÖ 5. binyılın yarılarından itibaren Halaf Kültürü'nün yerini almaya başlamıştır. Anadolu'da Obeyd çanak çömleği, aynı Halaf çanak çömleği gibi Doğu Akdeniz, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde yayılma göstermiştir.

Tell Halaf kazılarından
Halaf Dönemi mimarisi, "tolos" adı verilen, dairesel planlı, taş temel üzerine kerpiç duvarlı, ahşap malzemeden kubbe tavanlı yapılarla özdeş tutulmaktadır. Bazı toloslarda, bitişik inşa edilmiş "dromos" adı verilen, yapıya eklenmiş dörtgen planlı yapılar görülmektedir. Anadolu'da bu tarz yapılar Yunus Höyük, Turlu Höyük (Şehzade Höyük olarak da bilinir), Coba Höyük, Girikihaciyan Höyüğü, Kurban Höyük, Çavi Tarlası ve Nevali Çori'de görülmektedir. Tolosların çapları değişken olup 1,75 metre ile 7,75 metre arasında değişebilmektedir. Küçük çaplı tolosların, konut olarak kullanılmak için çok küçük olduğu gerekçesine dayanılarak zahire ambarı olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Dörtgen planlı odaların da konut olduğu, bitişik tolosun da zahire ambarı olduğunu öne sürmek olasıdır.

Çanak çömlekli Neolitik Çağ'da seramikler, henüz yaşken kazıma ya da baskı yöntemiyle bezenmekteydi. Bir Kalkolitik Çağ kültürü olan Halaf Kültürü'nde ise süsleme, boya kullanılarak yapılmaya başlanmıştır.

En iyi bilinen, Tell Halaf'ın en karakteristik çanak çömleği, bazıları geometrik ve hayvan motifleriyle bezenmiş, ikiden fazla renge boyanmış, ustalaşmış çömlekçiler elinden çıkmış çanak çömleklerdir. Halaf çanak çömleğinin bilinen diğer türleri, bir kısmına bezeme yapılmamış olan perdahlanmış yüzeyli çanak çömlekler ile yemek pişirmekte kullanılan çömleklerdir. Bu kültürde farklı çanak çömlek tarzlarının nasıl geliştiğini tartışmaya açık bir konudur. Civar bölgelerde giderek yayılarak taklit edilen Halaf çanak çömleğinin, yerel beğenilere göre farklılaşmış olması mümkündür. Diğer yandan söz konusu çanak çömleğin, farklı yerleşmeler arasında takas edildiği düşünülebilir.

Halaf çanak çömleklerinde işlenen hayvan motiflerinden bazıları kuş motifleridir. Tanımlanabilen sekiz kuş türü, bahri, kaşıkçı, flamingo, leylek, kuğu, akbaba, kumru, puhudur.

Kullanılan boyalar, hafal çanak çömleğinin yayılma gösterdiği hemen tüm bölgedlerde esas olarak aynıdır. Bu durum, bu boyaların belirli merkezlerde üretildiği, Halaf çanak çömleği üreten yerleşimlere buradan ihraç edildiği şeklinde yorumlanmaktadır.

Halaf çanak çömleği Kuzey Mezopotamya'nın başka bölgelerinde de bulunmuştur. Örnek olarak Ninova gibi Kuzey Suriye yerleşimleri ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki birçok yerleşim gösterilebilir.

Halaf çanak çömlekçiliği, teknik ve bezemelerin gösterdiği gelişme esas alınarak, ilk, orta ve son olarak üç ana döneme ayrılmaktadır. Bu ayrım, Halaf yerleşmelerinin evre tarihlendirmesinde temel alınmaktadır.Yine de Halaf – Obeyd Geçiş Evresi olarak dördüncü bir evre öngörülmektedir. Bu dönemlendirmeden ayrı olarak yayılma alanına göre Doğu Halaf ve Batı Halaf olarak ikili bir ayrımlaştırma da yapılmaktadır

Yontma taş endüstrisinde hammadde olarak çakmaktaşı ve obsidiyen kullanılmıştır. Öte yandan Erken kaldolitik Çağ'da çakmaktaşı ve obsidiyen aletlerin kullanımının devam ettiği bilinmektedir. Obsidiyenin tümü Doğu Anadolu Bölgesi'nden gelen malzemedir. Bu bağlamda, Van ve Muş çevresindeki yerleşimlerde bulunan Halaf çanak çömleği, obsidiyenle takas edilmiş görünmektedir. Bu durum, uzak bölgelere kadar uzanan bir ticareti sağlayacak sosyal örgütlenmenin varlığına işaret etmektedir.Yakın doğu için Erken Kalkolitik Çağ Halaf Dönemi, Orta Kalkolitik Çağ Obeyd Dönemi, Geç Kalkolitik Çağ ise Uruk Dönemi olarak adlandırılmaktadır.

OBEYD KÜLTÜRÜ

OBEYD KÜLTÜRÜ
Obeyd Kültürü ya da Ubeyd Kültürü Mezopotamya'da MÖ 5.900 – 4.300 tarihleri arasında var olmuş bir yerel ve tarih öncesi kültürdür. Güney Mezopotamya'nın en eski yerleşimi olarak Çanak Çömlekli Neolitik Çağ'dan Kalkolitik Çağ'a uzanan ve Uruk Dönemi başlarına kadar süren bir kültürdür.
Obeyd Kültürü ilk olarak, bir Sümer yerleşmesi olan Ur yakınlarındaki Tell el Ubaid Höyüğü'nde incelenmiş, kültüre bu yerleşmenin adı verilmiştir. Kültürün yayılma alanı esas olarak Güney Mezopotamya'dır. Ancak oldukça geniş bir alanda yayılma göstermiştir. Doğu, Güneydoğu Anadolu, Urmiye Gölü civarı ve Batı Azerbaycan gibi geniş bir arazide Obeyd çanak çömleği bulunmuştur. Kültürün tüm ayrıntıları Eridu kentinde açığa çıkarılmıştır. Ayrıca Hacı Muhammet, Te'l ul Savvan ve Tell Aveyli gibi birçok yerleşimde bu kültüre ilişkin bulgular elde edilmiştir.
Obeyd Kültürü'nü kuzeydeki Toroslar'dan ve doğudaki Zagros Dağları'ndan gelerek bölgeye yerleşen topluluklarının kurduğu düşünülmektedir. Bu bölgeye yerleşen topluluklar, kanallar açarak sulu tarım yapmaya başlamışlardır. Sulu tarım, sonuç itibariyle tarımsal üretimi büyük ölçüde artırmıştı. Obeyd yerleşmelerinin tarıma dayalı yerleşmeler olduğu anlaşılmaktadır. Esas olarak buğday, arpa, keten ve hurma yetiştirilmektedir. Hayvan yetiştiriciliği ise ağırlıklı olarak sığır ve domuzdur. Uygun bölgelerde balıkçılık da geçim ekonomisi içinde önemli yere sahiptir. Öyle ki Güneybatı Arabistan kıylarında bazı Obeyd yerleşimlerinin tümüyle mevsimlik olarak balık avı için iskan edildiği görülmektedir. Bununla birlikte özellikle Kalkolitik Çağ'da ve özellikle Kuzey Mezopotamya'da, Geç Obeyd Kültürü, "çok merkezli bir etkileşim alanı", "biçimsel olarak birbiriyle bağlantılı yerleşimlerden oluşan bir dünya" ve "çok katmanlı, bölgesine has gelenekler" olarak tanımlanmıştır.
Obeyd Dönemi'nin ikinci evresinde Eridu kentinde tapınaklar inşa edildiği görülür. Üçüncü evrede ise kültürün kuzeye doğru yayıldığı anlaşılmaktadır. Dördüncü evre olarak tanımlanan dönemde ise tüm Mezopotamya'ya yayılmıştır. Mezopotamya ötesine de geçerek, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya, Doğu Akdeniz'e ve Çukurova'ya dek yayılan Geç Obeyd kültürel etkileri incelenmiştir.
Sulu tarımın tarımsal üretimi artırmasına karşın Mezopotamya'da ahşap, taş ve maden bulunmamaktadır. Kaynakları önemli ölçüde büyüyen bu toplumlar, bu ihtiyaç maddelerini, daha doğrusu hammaddeleri, dış bölgelerden tedarik etmeye yönelmiş, böylece bölge dışında ticari amaçlı kolonileşme görülmeye başlamıştır. Birçok yerleşmenin Obeyd tabakalarında kil, kemik ve değişik taşlardan yapılma damga ve silindir mühürler çokça ele geçmiştir. Neolitik Çağ'da kamusal binalarda görülen kil mühürlerin Obeyd Dönemi'nde konutlarda da bulunduğu belirtilmelidir. Mühürlerin yaygın kullanımının ticaretin bir göstergesi olduğu kabul edilmektedir.
Diğer yandan büyüyen artı ürüne el koyan yönetici sınıf, halk üzerindeki tinsel gücünü destekleyen büyük tapınak inşası işlerine yönelmiştir. Bu tapınakların en görkemli örneklerine Eridu'da, Uruk'ta, Tepe Gavra'da Malatya İl sınırları içindeki Arslantepe Höyüğü'nde rastlanmaktadır. Tepe Gavra'da yan yana üç tapınak ortaya çıkarılmıştır. Birden çok tapınağın varlığı, inanç sisteminin tanrı ailesine dayandığı şeklinde yorumlanmaktadır. Kuzeydeki tapınakta çok sayıda bulla bulunmuştur. Bullaların kullanım amacı, tahıl küplerinin mühürlenmesidir. Tahıl küplerinin ağzı bir bezle örtülerek ağız çevresine ip dolanır ve ipin uçları bir çamur topağıyla bir araya getirilir. Bu çamur topağı daha kurumadan bir mühürle mühürlenir. Bulla denen bu çamur toprağının parçalanmaması, küpün içinden bir şey alınmamış olduğunun bir kanıtı olmaktadır. Bullaların tapınakta bulunması, bir kısım ürünün tapınakta depolandığını, daha sonra bir şekilde dağıtıldığını göstermektedir.
Obeyd Dönemi yapılarının büyük bölümü çift kanatlı, ortada bir salonu olan ve iki katlı yapılardır. Yine de Obeyd mimarisi hakkında fazla bir bilgi yoktur. Evler genellikle pise tekniğiyle yapılmış olmakla birlikte yerleşimlerin etrafının taş temel üzerine kerpiç duvarlı surlarla çevrili olduğu anlaşılmaktadır. Diğer yandan dini yapıların mimarisi dikkat çekicidir. Çoğunlukla 20 x 10 metre ebatlarındaki bir platform üzerine yapılan Obeyd tapınaklarının Sümer tapınaklarının öncüsü olduğu kabul edilmektedir.
Obeyd Dönemi'nde yerleşme içine gömüt geleneği varlığını sürdürmüştür. Bununla birlikte yetişkin bireylerin, yerleşme dışına gömülmeye başlandığı görülür. Örneğin Eridu yerleşimi dışında bin kadar gömütü ihtiva eden bir yerleşme dışı mezarlık bulunmuştur. Gömütler, etrafı kerpiçle çevrili ve üstü de kerpiçle kapatılmış sanduka mezarlara gömülmektedir. Gömütler bu mezarlara hocker (ana rahmindeki gibi) yerleştirilmektedir. Mezarların incelenmesinde gömüt armağanları bulunması, ölümden sonraki yaşam yönünde bir inanç sistemi yaratıldığına işaret etmektedir. Gömüt armağanları genellikle takılardır. Bunun yanın sıra mezarlara çanak çömlek bırakıldığı görülmektedir. Bunların içinde yiyecek ve içecek buludunğu düşünülmektedir.
Anadolu'da Obeyd etkisi ya da yerleşmesi görülen höyüklerden en önemlileri Değirmentepe Höyüğü[7], Korucutepe Höyüğü, Tülintepe Höyüğü, Norşuntepe Höyüğü, Hassek Höyük[8], Tepecik / Makaraz Höyük[9] olarak karşımıza çıkmaktadır.
Obeyd Kültürü'nün ileriki evrelerinde özellikle Güney Mezopotamya'da bazı yerleşimlerin kent olarak nitelenebilecek kadar genişledikleri, dini ve siyasi merkezler haline geldikleri saptanmıştır. Kuzey Mezopotamya'da ise bu nitelikteki yerleşmeler, Habur Vadisindeki Tell Brak gibi daha az sayıdadır. Güneydoğu Anadolu'ya doğru yerleşimler daha küçük ölçekli olmaktadır.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Tanrı Tammuz,

Tammuz
Tammuz veya Tamuz Arapça Tammūz; İbranice תַּמּוּז; Akadca Duʾzu, Dūzu; Sümerce Dumuzi sümer ve Babil tanrısı.
Tam Dam kökünden türemiştir. Sümerlerde Dumuzı veya Damuzı olarak yer alır ve anlamı güvenilir veya oğul demektir. Türkçe de Dam/Tam yani ahır ile bağlantılı bir anlam kazanmıştır.
Türk ve Altay mitolojisine de Tamız (Tamus, Tammus, Tamıs, Dumuz, Dumıs) Han olarak geçmiştir. Sümer kökenlidir. Türk coğrafyasının büyük kısmında adı yaz aylarından birisine verilir; Temmuz, Tamız, Tamıs gibi… Çoğu zaman Ahır hayvanlarının ve/veya Çobanların ya da kırsal hayatın, ekinlerin ve hasadın koruyucusu olarak görülür. Damızlık sözcüğü, Damız (ahır) sözcüğüyle olduğu kadar bu isimle de bağlantılıdır ve Tamız Han için ayrılan hayvan demektir. Sümer mitolojisinde çoban görünümlü olarak betimlenir. Sümerce adı Dumuzi, 12 Hayvanlı takvimde de yer alan Domuz ile bağlantılı görünmektedir. Ünü tüm Ortadoğuya yayılmıştır.
Temmuz ayı ismini bu tanrıdan almıştır. Babil'de Temmuz ayı tanrı Tammuz'un onuruna kurulmuştur. Tammuz'un kökeni Sümer çoban-tanrı, Dumuzid veya Dumuzi'dir. Dumuzi İnanna'nın eşiyken, Akadlar'da İnanna'nın dengi olan İştar'ın eşidir. Antik Suriye inancındaki Adonis, ki daha sonraları Yunan panteonuna da girmiştir, buradan kök almıştır.
Tanrı Tammuz, Sümer ülkesinde bile küçükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde, büyükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde ve tarımla geçinen şehirlerde farklı anlaşılmış, farklı anlatılmıştır.
Tarımla geçinen toplumlarda, bitkinin ve ağacın içindeki enerji olarak Damu görüntüsüyle karşımıza çıkan Tammuz, küçükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde karşımıza koyunun, keçinin vs. içindeki yaratıcı güç olarak karşımıza çıkar. Bu bölgelerde ayrıca Tammuz’un ölümüne dair metinlere ve rölyeflere rastlanır. Hayvanlar yavruladıktan ve sütten kesildikten sonra, yani içlerindeki yaratma güçleri sona erdiği mevsimde, Tanrı Tammuz ölmüş olur. Bu, bizim bildiğimiz manada bir ölüm değildir; bazı metinlere göre Tammuz derin bir uykuya yatmıştır veya Yer Altı Dünyası’na inmiştir veya bir mağaraya saklanmıştır. Fakat Tammuz geri gelecektir, hayvanlar tekrar yavrulayacak ve süt vereceklerdir.
Büyükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde ise Tammuz, göğe çıkmış vahşi bir boğadır (Bu dönem, artık yaratıcı tabiat güçlerinin Tanrısallaştığı ve göğe çıkarıldığı M.Ö. 2500’lere rastlar). Bu dönemde Tammuz, Boğa burcunu simgeler. Güneşin ilkbaharda Boğa burcuna girmesi, Vahşi Boğa’nın güneş olarak 12 burcu geçerek sürmesi ve bir yılı meydana getirmesi demekti. Gök gürültüsü bu boğanın kükremesi, şimşek ise bu boğanın tanrısal hiddetidir.
Tanrı Enki, Tammuz’un babasıdır, yer altı sularının ve kaynakların tanrısıdır. Zaten Tammuz, ilk olarak bu Dilmun ülkesindeki haliyle tasvir edilmiştir; Tammuz için metinlerde şöyle denir: “Bir yığın Haşur Ormanlarının arasında sen pırıl pırıl parlayan bir selvi ağacıydın ve senin bulunduğun yere sadece güneş gelebilirdi”. Bu nedenledir ki, Sümer tapınaklarında bunun sembolü olarak selvi ağacı dikilirdi. Tammuz, Sular Tanrısı Enki’nin oğlu olduğu için, tapınaklarda aynı zamanda havuz, su kuyusu veya çeşme de olurdu. Bugün mezarlıklarda selvi ağaçlarının olmasının nedeni, selvi ağacının “ebedi hayat”ı simgelemesidir, çünkü Tammuz gerçek anlamda hiçbir zaman ölmez Domuz kelimesinin de Tammuz’un diğer adı olan Dumuzi’den geliyor Çünkü Tammuz’u ve daha sonraları dönüştüğü tanrı olan Adonis’i de öldüren domuzdur. Domuzun sevilmeyen hayvan olmasının altında yatan neden domuzun tanrı katili olması yatar.
Tammuz, her yıl ilkbaharda Aşk ve Bereket Tanrıçası İnanna ile evlenirdi. Tammuz ve İnanna’nın birleşmeleriyle dünyaya bolluk, bereket ve yeşillik gelirdi, hayvanlar yavrulardı (günümüzdeki Nevruz, Hıdırellez ve Paskalya düşüncesi). Bu birleşme, insanlar tarafından şenliklerle ve ziyafetlerle kutlanırdı. Tammuz ve İnanna’nın birleşmesini temsilen, Sümer Kralı ve İnanna Tapınağının Baş Rahibesi, tıpkı tanrı-tanrıça çifti gibi kutsal birleşmeyi gerçekleştirirlerdi.

21 Temmuz 2015 Salı

İNDUS HALKI

İNDUS YAZISI

Tarih: İÖ 2500-1900
Yer: Pakistan/Hindistan

İndus vadisi mühürlerini kontrollü realizmin küçük şaheserleri ve boylarıyla oranlanamayacak devasa güçlü ama bir bakıma da ona tümüyle bağlı olarak tanımlamak bir abartma olmayacaktır.
SIR MORTIMER WHEELER, 1953

İndus Vadisi Uygarlığı, Büyük İskender zamanında bile çoktan kaybolmuştu. İskender'in elçisi Aristoboulos bölgeyi İÖ 326 yılında ziyaret ettiğinde "İndus Nehri yatağını değiştirdikten sonra binden fazla köy ve kasabanın terk edildiği bomboş bir ülke" bulmuştu.

İndus uygarlığı, tarih kayıtlarında bir daha 2000 yıldan fazla bir süre yer almamıştır. 1920'lerin başında Hintli bir arkeolog, İskender'in Hindistan'dan çekilirken inşa ettirdiği söylenen zafer sütunlarım ararken Mohenco-daro'daki (şimdi Pakistan'ın Sind eyaleti) höyük yıkıntısının asıl önemiyle karşılaştı.

Onun keşfi ve şimdi Pakistan olan 560 kilometre ilerideki Harappa'da benzer bir keşif, kayıtlı Hint uygarlığını bir darbede iki katı uzunluğuna çıkaracak, Ashoka'daki ÎÖ 250 yılındaki imparatorluk kitabelerinden İÖ 2500 yılına götürecekti. Hindistan Arkeolojik Araştırmaları Genel Müdürü Sir John Marshall başkanlığında bir heyet, hemen her iki yerde kazılara başladı.

Son seksen yıldır onlar ve onları izleyenler, Pakistan'da ve Kuzeybatı Hindistan'da Avrupa'nın yaklaşık dörtte biri kadar bir alanda, İÖ 3. binyılın eski Mısır ve Mezopotamya imparatorluklarından daha büyük bir alanda İndus Vadisi uygarlığına ait 1500 mekânı ortaya çıkardılar. Bunlardan çoğu köy ise de, beş tanesi büyük kentlerdi.

Indus uygarlığının doruk noktası olan ÎÖ 2500 ile 1900 yılları arasında Mohenco-daro ve Harappa, Mısır'da Memphis ve Mezopotamya'da Ur gibi kentlerle kıyaslanacak kentlerdi. Bunlarda büyük piramitler, saraylar, heykeller, mezarlar ve altın yığınları yoktu ama gayet iyi planlanmış sokakları ve çok ileri kanalizasyon sistemi 20. yüzyılın kent planlamacılığıyla kıyaslanabilirdi.

Süs eşyalarından bazıları ise -ta Ur kral mezarlığı kadar uzaklarda bile bulunan uzun, delikli akik bocuklar gibi- güzellik ve teknik gelişmişlikleri bakımından firavunların hazineleriyle rekabet edebilirdi. İndus Vadisi sakinlerinin yaşantılarını anlayışımızdaki bu ilerleme onların düşünceleri konusunda ancak tahmin yürütebilmemiz utandırıcı gerçeğini vurgulamaya yardımcı olmuştur:

Çünkü yazıları henüz çözülememiştir. Mısır hiyerogliflerinin ve Mezopotamya çivi yazısının aksine İndus yazısı duvarlarda, mezarlarda, heykellerde, dikilitaşlarda, kil tabletlerde ya da papirüslerde değil, yalnızca Mohenco-daro, Harappa ve diğer kentlerin bina ve sokaklarında dağınık halde bulunan mühür taşlarında, çömleklerde, bakır tabletlerde, bronz aletlerde, fildişi ve kemik çubuklarda görülmektedir. (Hindistan'da geleneksel olarak kullanılan palmiye yaprakları gibi kolay bozulabilen malzemeye de yazılmış olabileceği kuşkusuzdur.) Mühür taşları, yazıların en çok bulunduğu nesnelerdir ve yontuculuk stili ve zarafetleriyle bir kere görüldü mü asla unutulmayacak parçalardır.
 
 
(Solda) İndus Vadisi uygarlığının buluntu yerleri Avrupa'nın dörtte biri kadar bir alanı kaplamaktadır. (Sağda) "Proto-Şiva": Bu İndus mührü baskısı çok sonraların Hindu tanrısı Shiva'nın habercisi olabilir.


Bilinen 3700 yazılı nesnenin yüzde 60'ı mühürlerdir, ancak bunların da yüzde 40'ı benzer oldukları için dili çözecek kimsenin elinde sanıldığı kadar fazla bir malzeme yoktur. Kenar uzunluğu 19-32 mm arasında değişen kare biçimli mühürlerin arkasında taşımaya ve asmaya yarayan delikli birer çıkıntı vardır. Mühürlerin ön yüzlerinde ise ince çelik kalem ve delgiyle eşsiz güzellikte oyma resimler yapıldığı da görülmüştür.

1990'larda bir miktar daha mühür bulunmuşsa da bu fazla bir şey sayılmaz. Yazılı mühürlerdeki yazılar özellikle çok kısadır: Ortalama bir mühürde, bir satırda dört karakter vardır, en uzun metin 26 karakterden oluşur ve toprak üçgen prizmanın üç yanına dağılmıştır. Mühür taşlarının çoğuna karakterlerin yanı sıra hayvan resimleri de kazınmıştır.

Bunlar genelde bildik hayvanların resimleridir: Suaygırı, fil, kaplan, bufalo gibi (ama ilginç olan maymun, tavuskuşu ya da kobra olmamasıdır). Ama tek boynuzlu at gibi fantastik olanlar da vardır. Kimi yoga pozisyonunda oturan insan biçimli yaratıklar tanrı ya da tanrıçalar olabilirler.

Başta Marshall olmak üzere çeşitli araştırmacılar bu figürlerin iki bin yıl sonra Sanskrit metinlerinde ilk kez sözü edilen Hindu tanrılarının öncüleri olduğunu iddia etmişler, hatta Marshall bunlardan birine "Proto-Şiva" adını vermiştir.

İndus yazısının yönü konusundaki kanıt. Bu iki mühür baskısı sağdan sola okunmaktadır.

SİMGE KANITI

İndus yazısını çözmek için yüzden fazla ciddi ve bilimsel temelli girişim olmuş ve özellikle önde gelen İndus yazısı bilgini Asko Parpola başta olmak üzere, bütün metinleri toplama, kataloglama ve yayımlama alanında çok önemli çalışmalar yapılmışsa da, ortak bir çözüm konusunda fazla bir fikir birliği yoktur. Girişimlerde o kadar radikal farklılıklar vardır ki -biri îndus simgelerini Mısır hiyeroglifleriyle, bir diğeri Paskalya Adası rongorongo yazısıyla kıyaslamaktadır- bunların ortak noktaları hemen hemen yok gibidir.

Kesin ya da yüksek derecede olası olan şey yazma ve okumanın yönü, yazı sistemindeki simgelerin yaklaşık sayısı, bazı rakamların tanımı ve bazı metinlerin kelimelere ayrılabildiğidir.

Önemli bir ilk nokta, mühür baskısının okunmak için olduğudur (karakterler doğal olarak terstir). Ancak eldeki mühürler, mühür baskılarından çok olduğundan burada kuşkulu bir nokta vardır. Mühürlerin çoğunun aşınmış olmaması bunların belki de kullanılmayıp kimlik "kartları" ya da hatta muska gibi taşındıklarını da akla getirmektedir.

Ancak metal aletlerde ve çömlekler üzerinde doğrudan okunmak için yazılmış yazılarla, mühürlerdeki yazıların aynı sırayı ve yönü takip etmelerinden mühür baskısının okunduğunu anlıyoruz. Burada gösterilen resimlerin hepsi mühür baskılarıdır.

Yazının yönüne gelince, burada en güvenilir kanıt yazılardaki boşluklardır. Kısa bir satır sağ kenardan başlayıp sol kenarda bir boşluk bırakmışsa bunun sağdan sola yazıldığı varsayılabilir. Eğer sol kenarda bir sıkışıklık oluyorsa yine aynı sonuç çıkarılabilir. Bir mühürde okuyan üst sağ köşede başlamış, mührü saat yönünde iki kere 90'ar derece çevirmişti ve üçüncü kenar ile dördüncü kenarın tümü boştu, îndus yazısının yönü normal olarak mühür baskılarına göre sağdan solaydı.

Simgelerin sayısı olarak kabul edilen rakam 425 (artı-eksi 25)'tir. Bu anlamlı bir rakamdır. Temel simgelerin fonetik olup, Lineer B'de olduğu gibi heceleri temsil ettiği hecesel bir yazı sistemi için çok fazla, binlerce simgenin her birinin Çin dilinde bir kavramı ya da kelimeyi temsil ettiği Çince gibi yüksek düzeyde logografik bir yazı için çok azdır.

Buna en yakın kıyaslama herhalde 500 simgeli Hitit hiyeroglifleri ve 600 küsur simgeli Sümer çivi yazısıdır. Bu nedenle pek çok bilimadamı, fonetik hecelerin simgelerini teşhis etmekte fazla bir ilerleme kaydedilmemişse de, İndus yazısının Batı Asya'daki çağdaşları gibi simge-heceli yazı olduğunda hemfikirdirler.

İndus Vadisi uygarlığının iki önemli kentinden biri olan Mahenco-daro.

HANGİ DİL?

Bunlara karar verebilmek için İndus Vadisi uygarlığında hangi dilin konuşulduğunu ve kitabelerde yazıldığını bilmek gerekir. Eğer bu dilin başka bir dille akrabalığı olmadığı olasılığını bir yana bırakırsak (kültürel sürekliliğin özellikle güçlü olduğu Hint yarıkıtası için bu mantıklı bir varsayımdır), akraba diller için iki güçlü aday vardır: Proto-Hint-Âri (Sanskrit) ve Proto-Dravid, yani Kuzey ve Güney Hindistan'ın iki büyük dil ailesinin atası. (Başlıca Hint-Âri dili olan Sanskrit Kuzey Hindistan'daki modern dillerin çoğunun kök dilidir.)

Günümüzdeki Dravid Dili'ni konuşanlar, îndus Vadisi'nden uzakta, hemen hemen yalnızca Güney Hindistan'da yaşadıklarından, coğrafi açıdan proto-Hint-Âri dilinin Dravid Dili üzerinde bir üstünlüğü vardır. Ancak Kuzey Hindistan'a Hint-Âri "istilası"nın îndus Vadisi uygarlığının ortadan kaybolmasından sonra, ÎÖ 2. binyılda gerçekleştiği düşünüldüğü için Proto-Dravid Dili, tarihi nedenlerle daha gözdedir.

Bu iddiayı destekleyen bir şey de Kuzey Hindistan'da Dravid dilleri cepleri olmasıdır. Bu dillerden biri olan Brahui Dili'ni konuşan 300.000 göçebe Belucistan'da (Batı Pakistan) îndus Vadisi'nin çok yakınında yaşamaktadırlar. Bu Dravid Dili konuşanlar herhalde bir zamanlar Kuzey Hindistan'da çok yaygın olan ve sonra Hint-Arileri'nin gelmesiyle kaybolan bir Dravid kültürünün kalıntılarıdır.

Bu nedenle bilimadamlarının çoğu proto-Dravid varsayımını kabul ederler. Bunlar Eski Tamilce, Telugu, Malayalam ve Kannada gibi eski Dravid dillerin kelimeleri ile îndus mühürlerinin ikonografik simge ve resimleri arasında mantıklı bağlar aramaktadırlar ve bunda da İndus Vadisi uygarlığına ait arkeolojik kanıtlardan, Dravid uygarlığı ve dini inançlarına ilişkin kültürel kanıtlardan yararlanmaktadırlar. Bu yöntem aslında varsayıma dayanmaktaysa da, simgelerden bazıları için ilginç "çözüm"ler ortaya atılmıştır ki, bu da eğer yeni yazıtlar günışığma çıktığı takdirde denebilecektir.

APOLLONUN AŞKLARI DAPHNE ADINDAKİ GUZEL KIZIN DEFNE OLUŞU

APOLLONUN AŞKLARI DAPHNE ADINDAKİ GUZEL KIZIN DEFNE OLUŞU

Bir gun Apollon Thessaliada, kiyilari agaclarla golgelenen Peneus ir-magi kenarinda, guzel, genc bir kiz gordu. Bu essiz guzelin adi Daphne idi. Artemis gibi o da lekesiz bir kiz olarak kalmaya and icmisti. O, ormanların derinliklerinde yalniz basına dolasmaktan zevk aliyordu. Ay isiginda, yaban hayvanlari kovalamak, avlamak, derilerinden faydalanmak onun icin en buyuk eglence idi. Uzun saclari omuzlari ustunde dalgalanan guzel! Daphne; erkeklerden igrenir ve bir adamin karisi olarak yasamayi aklina bile getirmezdi. Sık sık babası ona; Kizim, beni torun sahibi etmelisin; dedigi zaman, Daphne kollariyla ihtiyar babasinin boynuna sariliyor ve ona soyle karsilik veriyordu:
Ey, dunyaya gelmeme sebeb olan sevgili babacigim, kadınlık gorevlerini bilmeden ve birisinin karisi olmadan, bagimsiz olarak yaşamama musaade et...

işte bu hos kizin guzel saclari, alev sacan gozleri, mutenasip endami, Apollonun kalbinde arzular uyandirdi. Bir gn yalniz basina ormanda dolasan bu bakireye rastlayinca onunla konusmak istedi, fakat cok guzel ve genc delikanlı olan Apollonu, Daphne karsisinda gorur gormez sirtini ona cevirdi ve bir ruzgar gibi, ggn boslugunda hizla kayarak ayin yuvarlak ve yaldizli cehresini tulleyen bulutlar gibi kosmaya basladi. Fakat Tanri onun pesini bırakmadi. Hem kosuyor hem de ona soyle bagiriyordu: Daphne, yalvaririm sana dur, benden sana zarar gelmez. Ben senin dusmanin degilim, dur peri, dur; beni pesinden kosturan yalniz sevgimdir; lutfen, hizini biraz yavaslat, hic olmazsa, arkandan-kosanın kim oldugunu gren. Arkandan kosan ne yaban bir dagli; ne de dik yamaclarda kecilerini otlatan kaba bir cobandir. Ben Isık Tanrisiyim. Benim babam butun Tan rilarin buyugu olan Zeusdur.

Bana insanlarin mazisini, halini, uzuntulerle dolu Istikballerini okuyan ve her seyi bilen, her seye hayat veren Tanri Apollon derler O, boyle soylyordu. Fakat bu takipten korkan Daphne ucuyormus gibi kosuyordu. Ruzgarin nefesi robunun ince kıvrımlarını havaya kaldiriyor, kokulu saclarini ensesi ustunde dalgalandiriyordu. O kosarken daha hos bir hal aliyor, bakir guzelligi daha cok beliriyordu. Apollon bu periyi muhakkak yakalamak arzusunda idi. Askinin kudreti ona kanad vermiş gibi idi. O, adeta ucuyordu. Simdi, onu yakalamak uzere idi, Daphnenin havada ucan saclarini sicak nefesi oksamaya baslamisti. Kuvvetinin azaldığını, bu hizli ve surekli kosudan yoruldugunu hisseden guzel peri birden bire durdu ve ayagi ile topraği kazıyarak soyle bagirdi: Ey, toprak ana, beni ort, beni sakla, beni kurtar. Bu yurekten kopan yalvaris biter bitmez o agirlasan uzuvlarinin odunlastigini hissetti. Gri renkginde bir kabuk, olgun gogsunu kapladı. Kokulu sacları yapraklara cevrildi. Kollan dallar halinde uzadi. Nazik ve kucuk ayaklan kok olup topragin derinliklerine daldilar. Bası İse buyuk bir agacin tepesi oldu. Sasirmis bir halde Apollon, peri kizini kucaklamak isterken bir defne agacim govdesine carptı. Fakat agaca sarilarak sert kabuklarin altinda henuz olmemis olan Daphnenin kalbinin heyecanli heyecanli carptigini duydu. Daphne, dedi. Bundan sonra sen Apollonun kutsal agaci olacaksin, senin solmayan ve dokulmeyen yapraklarin benim saclarımın celengi olacak. Ve degerli kahramanlar, muharipler, unlu sairler, buyuk isler basaranlar, hep senin yapraklarınla magrur alinlarini susleyecekler. Apollon bunları soyleyince defne ağacı onun lutfuna teşekkur etmek icin dallarını yavaşa salladı ve başını hurmetle eğdi. Maden ve sert yapraklari bulunan defne agacının, vaktiyle guzel bir peri kizi olduğunu dusunelim. Onun saclarının guzel kokusunu defnenin yapraklarından koklayalım, fakat Daphnenin dogan gunesin nnden kacan guler yuzlu, genc Safak oldugunu da unutmayalim. Her sabah parlak gunes onu yakalamak icin kosar fakat pembe yanakli, utangac Safak, yakalanmak istemez kacar. Gunes onu, isiklariyla kucaklamak uzere iken o birdenbire gunesin onunde kaybolur.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Gökten yere inenler

Anunnaki veya Anunnaku bir grup Sümer ve Akad mitolojik tanrılarıdır. Bazı durumlarda Büyük 50 Tanrı Annuna ve Igigi ile çakışır. İsim bazen "a-nuna" "a-nuna-ke-ne" veya "a-nun-ne" olarak yazılır ki bu bir tür "kraliyet kanından olanlar" gibi bir anlama gelir


Eski Sümer metinlerinde “gökten yere inenler” anlamına gelen ve “büyük tanrılar” için kullanılan “Anunnaki” kavramı düş ürünü mitolojik tanrıları değil yüz binlerce yıl önce Marduk gezegeninden dünyamıza inen ve üzerinde bir koloni kuran “yabancıları” betimlemekte kullanılan bir özel isimdi! Benzeri biçimde Tevrat'ın ilk bölümü olan Tekvin'in altıncı babında Tufan öncesi dönemi anlatan ayetlerde geçen “O zamanlar yeryüzünde Nefilim vardı bunlar eski zamanın güçlü ve ünlü adamlarıydılar” ifadesi de bizzat bu yabancı ırka gönderme yapıyordu Sitchin'e göre. Çünkü kimi modern çevirilerde “Devler” olarak değiştirilen “Nefilim” sözcüğü de eski İbranice'de tıpkı Sümer dilindeki “Anunnaki” gibi “Yukarıdan aşağı inenler” anlamına da gelmekteydi.
Anunnaki kelimesinin Sümer dilindeki anlamı "gökyüzünden dünyaya gelenler" demektir. Eski ahitte geçen "Nefilim" kelimesinin gerçekteki anlamı "aşağı gönderilenler" anlamına gelirken neden devler olarak tercüme edildiği sorgulanmış ve antik medeniyetlerdeki izlere kadar gidilmiştir.
Anunnaki Sümerlerde "An"ın çocukları ; hükümdarın dölü anlamına gelmektedir. özellikle Sümer dilinde tanrılar özellikle ilk doğan ve kişisel isimlerle birbirlerinden farklılaşmamış tanrılar için kullanılan bir kelime olarak metinlerde görülür. bir Sümer ilahisinde Girsu'daki tapınağın inşaatına yardımcı olmakla görevlendirildikleri söylenir ve iyi kalpli lama- tanrıçaları ile bağlantılandırılır. Gök tanrı Anu Anunnakilerin kralı olarak tanımlanır. Yaratılış efsanesinde tanrılar güruhu göğün ve yerin Anunnakileri olarak anılır.
Anunnaki dünyaya Nibiru gezegeninden 450.000 yıl kadar önce geldi. Bizim güneş sistemimize ait ama yörüngesini 3600 yılda tamamlayan bir gezegendi bu. Buraya atmosferlerini korumak için gerekli olan altını almaya geldiler. Altın çıkarma faaliyetinden yoruldukları ve enerjilerini tükettikleri bir anda şeflerinden bilim adamı Enki ilkel işçiler üretmek için genetik bilgilerini ortaya koymayı önerdi. Diğer Anunnaki liderleri sordu: Yeni bir varlığı nasıl yaratacaksın?

"İhtiyaç duyduğumuz varlık zaten var bütün yapmamız gereken üzerine kendi işaretimizi koymak."
Bundan 450.000 yıl önce uzayda yolculuk yapabilen Anunnaki'nin şu an bizim ancak kıyısına yaklaşabildiğimiz genetik bilgisine o zaman sahip olduğu yalnızca eski metinlerde değil DNA'yı gösteren ikili sarmalın birbirine sarmalanmış çift yılan olarak gösterildiği çizimlerde de (sağlık ve tıp simgesi) son derece açıktır.

Anunnaki liderleri projeyi kabul ettiğinde (Kutsal Kitap'taki "Adem'i yaratalım" ayeti) Enki Anunnaki'nin Tıp Bilimleri Yöneticisi Ninhursag'ın da yardımıyla bir genetik mühendislik projesi üzerinde çalıştı ve varolan ilkel hominide bir miktar Anunnaki geni aktardı.

Oldukça uzun süren deneme yanılma süreçlerinin sonunda eski metinlerde belirtildiği gibi "kusursuz model" geliştirildi. Ninhursag haykırdı: "Ellerimle yaptım onu!" Bu sahne eski silindir mühürler üzerinde de çizilidir.


Güneş Sistemimize uzak bir gezegen olan Nibiru ( Marduk ) gezegeninin atmosferinin bozulması nedeniyle yaşam sönmeye başlar. Gezegen'de Anunnakiler ( Nefilimler ) yaşamaktadır. Hükümdar Alalu Annu tarafından tahtından indirilir. Alalu Uzay gemisinden kaçar ve Dünyada sığınacak bir yer bulur. Dünyanın içine sahip olmuştur ve Nibiru'nun atmosferini korumak için altın gerektiğini keşfeder ama altın Nibiru'da yoktur.


Sitchin in yaptığı araştırmalarının sonucu İncil'de geçen Nefilim ile Sümer in sözünü ettiği Anunnaki aynı şeydir.Ve bu düşünce Farmasonluktan Thule derneğine kadar tüm üst yönetimlerin bildiği ve benimsediği bir düşüncedir. Anunnaki'nin hikayesi şudur 450000 yıl önce bir grup insan benzeri uzaylı varlık dünya denen gezegene geldiler.Geldikleri gezegen Sümerlilerin adına Nibiru dedikleriantik Sümer edebiyatında 12 gezegen olarak tanımlanmaktadır.
Sitchin in yaptığı araştırmalarının sonucu İncil'de geçen Nefilim ile Sümer in sözünü ettiği Anunnaki aynı şeydir.Ve bu düşünce Farmasonluktan Thule derneğine kadar tüm üst yönetimlerin bildiği ve benimsediği bir düşüncedir. Anunnaki'nin hikayesi şudur 450000 yıl önce bir grup insan benzeri uzaylı varlık dünya denen gezegene geldiler.Geldikleri gezegen Sümerlilerin adına Nibiru dedikleriantik Sümer edebiyatında 12 gezegen olarak tanımlanmaktadır.

19 Temmuz 2015 Pazar

ATTİLA’NIN ÇOCUKLARININ ADI

ATTİLA’NIN ÇOCUKLARININ ADI

Bütün dünya tarihini yakından ilgilendiren ve herkes tarafından da kendi isimleriyle tanınan çok az insan vardır. İşte, dünya milletlerinin büyük bir kısmının bildiği ve özellikle Avrupa halklarının çoğunun milli kahramanı, bir bölümünün efsanelerine ve hatta destanlarına kadar giren bir kişidir, Attila (Ata İllig). Dünyadaki bir kısım tarihçi için yeryüzünün gelmiş-geçmiş en büyük hükümdarları arasında hiç şüphesiz Attila ve Çingiz Han’ın yerleri bambaşkadır. İkisi de sadece mensup oldukları milletlerin tarihlerinde ve kültürlerinde etkili olmayıp; dünyanın aşağı-yukarı yarısına yakın bir topluluğunun kaderinde söz sahibidirler. Hususiyetle M.sonra 5. yüzyılda gerçekleşen Hun akınları ve Attila’nın Avrupa’daki faaliyetleri bugünkü Avrupa’nın şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Tarihte “Kavimler Göçü” diye de anılan bu hareket sonucunda, yer-yüzünden birçok halk kalktığı gibi, yeni yeni devletler ve toplulukların da zuhur etmesi söz konusudur. M.sonra 400’lerde Hun başbuğu Yılduz (Uldız) Kagan, her iki Roma’yı da baskı altına almaya başlamış; Roma içten içe kaynar iken isyanlar ve kargaşa da alıp başını gitmişti. Yılduz Kagan, karşısında düzensiz ve korkak bir düşman olmasını istemediğinden Roma’ya yardım ederek, isyancılardan temizledikten sonra, 409’da Tuna’yı geçip; Trakya’da Doğu Roma’nın umumi valisiyle barış imzaladı. Kaynakların bildirdiğine göre; Yılduz bu görüşmelerde “güneşin battığı yere kadar her tarafı zaptedebileceğini” söylüyordu. Yılduz ismi herşeyden önce destani Türk hükümdarı Oguz Kagan’ın çocuklarından birisinin adıdır ve Türk cihan hakimiyeti anlayışına göre bu ismi taşımaktadır. Bilindiği üzere Oguz Kagan, sadece yeryüzünün değil, bütün evrenin hakimidir. Dolayısıyla oğullarının adları Kün, Ay, Yılduz, Kök, Tag, Tengiz olarak boşuna verilmemiştir. Destan kahramanı Oguz’un oğluyla, Balam-er’in oğlu veya torunu olan Yılduz’un isminden başka bir Türk kaganının böyle bir ad ile anılmaması da ilgi çekicidir (en azından Yılduz adlı büyük bir Türk hükümdarı daha yoktur) 1 . 420 sıralarında Hunların başında çok değerli dört kardeş bulunuyordu. Bunlar: Rua (ki bu isim Türkçe bir kelimenin Latin kaynaklarına bozularak 1 S.Gömeç, “Türk Tarihinin Kahramanları: 3-Yılduz Kagan”, Orkun, Sayı 51, İstanbul 2002, s.44. Oguz Kagan ve Oguz’un çocuklarının adları için ayrıca bakınız; “Oguz Kagan’ın Kimliği, Oguzlar ve Oguz Kagan Destanları Üzerine Bir-İki Söz”, DTCF. Tarih Araştırmaları Dergisi, 22/35, Ankara 2004. 2 geçmesidir. Belki Yula/ Boyla/ Börü), Muncuk, Ay-bars ve Oktar. İşte Attila, bunlardan Muncuk’un oğludur. 434 senesinde amcası Rua ölünce hanlık makamına o oturdu. Çocukluğundan itibaren sıkı bir savaş ve devlet eğitimi alan, amcasıyla beraber bütün savaşlara katılan; demir bilekli, çelik yürekli bir Türk asilzadesiydi. Kardeşi Bleda (bu isim de Türkçe bir adın veya unvanın bozulmuş şekli olsa gerek; belki Boyla/ Bolat/ Bilge?) daha zayıf olduğundan; hükümdarlıkta ciddi bir talebi olmamış; bir süre devletin idaresinde kardeşine yardımcı olduktan sonra herne kadar Attila tarafından öldürüldüğü söyleniyorsa da; bilinmeyen bir sebeple 445 tarihinde vefat etmiştir. Başbug Attila 434 yılında Bizans’a diz çöktürdü. Kostantiniya veya Margus Barışı diye bilinen andlaşmaya göre; Bizans hiçbir surette Türklerin düşmanlarıyla ittifaklara girişmeyecek, Türk yurdundan kaçanlara kucak açmayacak ve her yıl ödediği vergiyi iki katına çıkaracaktı. Attila da tıpkı dedesi Yılduz gibi, Roma’ya iç karışıklıklarla boğuştuğu bir sırada yardımda bulundu. Birçok yabancı kavmi Türk hakimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya, yani Bizans’a 441-442’lerde taarruz ettiği gibi, 447’de Balkanlara ikinci defa yürüdü. Dünyanın tek efendisi haline gelen Attila’yı Romalılar ortadan kaldırmak için bir suikast planladılar. Attila’nın nezdine giden elçilik heyetine sokulan bir casus Attila’yı öldürmekle vazifelendirildi. Ancak bu heyette bulunan Eçe-kun/ Ede-kun (kaynaklarda bu şahsın adı da farklı kaydedilmektedir) isimli bir Türk durumu öğrenince, bunu Attila’ya haber vermiş; o da suikastçilere suçlarını itiraf ettirdikten sonra Roma imparatorunu aşağılamıştır. Bundan sonra Başbug Attila’nın daha önce kendisine bir nişan yüzüğü gönderen III. Valentinianus’un kız kardeşi Honoria’nın evlilik teklifini kabul ettiğini bildirerek; Roma imparatorluğunda hak iddiasında bulunduğunu görüyoruz. Macaristan’daki merkezlerinden 451 senesinde hareket eden Türk ordusu, Galya’ya girdi. Haziran 451 tarihinde, Attila’nın kuvvetleri Roma ordusunu “Turan Taktiği”yle mağlup etti. 452’de Po Ovasına daldı. Hatta bir korku ve telaş başladığından; Romalılar Papa I. Leon’u bağışlanmak üzere, Attila’ya yolladılar. Artık, her iki Roma da Türk hakanına boyun eğmiş, sıra doğudaki Sasani şahlığına gelmişti. Ancak düşmanları Attila’dan kurtulmanın başka bir yolunu buldular. Avrupa’nın en güzel kızlarından birisini ona zevce olarak yolladılar. 453 senesinde altmış yaşlarındayken, Attila bu kız tarafından zehirlenerek, ortadan kaldırıldı. Böylece hrıstiyan dünyasınca “Tanrı’nın Kırbacı” diye de anılan, dünya tarihinin en büyük hükümdarlarından birisi yok edilmiş oldu. Latin- 3 Bizans vesikalarında; onun bütün milletleri ve dünyayı korkutan bir adam olarak yaratıldığından, gururlu yürüyüşünden, gözlerinden adeta ışık saçtığından, savaşı sevmesine rağmen hep düşünerek hareket ettiğinden, aklını iyi kullandığından, kendisinden af dileyenleri bağışladığından, sadık adamlarına karşı cömertliğinden, kısa boylu ve geniş omuzlu olduğundan, elbiseleri, ayakkabıları ve diğer silahlarının askerlerinden farklı olmadığından söz açılmaktadır2 . Attila’nın sağlamış olduğu birlik ve üstünlük maalesef ondan sonra devam etmedi. Daha doğrusu çocukları bunu sürdüremediler. Bunun çeşitli sebepleri vardır: Kardeşler arasındaki taht mücadeleleri ve kabilelerin öne çıkma kavgaları, bunu fırsat bilen Romalı ve diğer Avrupalı kavimlerin saldırıları Attila Türklerinin varlıklarına son veren etkenlerdendir. Onun geride bıraktığı üç çocuğu hakkında kaynaklarda bilgi bulma imkanına sahibiz. Aslında Attila’nın erkek çocuğu üç tane miydi, yoksa daha mı fazlaydı, bu da meçhuldür. Fakat belgelere aksettiği şekliyle, üçünün adını tesbit edebiliyoruz ki, bunlar da; Ellak, İrnek ve Dengizik diye anılmaktadır. Bizim üzerinde durmak istediğimiz konu, bu Türkçe isimlerin asıllarıdır. Özellikle Latin eserlerinde sadece Avrupa Hunlarının değil; Avar, Bulgar, KumanKıpçak, Peçenek vs. Türk beglerinin adları da bozularak zikrediliyor. Ama bunların pekçoğu umumi Türk unvanı olduğundan tahrif olmamış biçimini tespit edebiliyoruz. Buna bağlı olarak Attila’nın çocuklarının unvanları da, Türk idarecilerin milattan önceki çağlardan beri kullandıkları sanlardır. Ama bu güne kadar nedendir bilinmez, bu adların gerçek şekli konusunda fazla kafa yorulmayıp, Latin-Bizans kaynaklarında nasıl geçtiyse, o haliyle kullanılagelmiştir. Başbug Attila’nın en büyük oğlu Ellak’tır. Belgelerin ifadesine göre o, Attila’nın halefiydi. Ama kardeşleriyle toprakların paylaşılması hususunda anlaşmazlığa düştü ve babasının ölümünden çok kısa bir süre sonra (454) Pannonya’da (Batı Macaristan) Germen kabileleriyle yaptığı bir savaşta öldü3 . Diğer çocuklarının ismi gibi, Attila’nın bu en büyük oğlunun da unvanı doğru söylenmemektedir. Onun adı veya unvanı “İllig” olmalıdır. Bu zaten Orta Asya’dan beri Türk hükümdarların unvanlarında geçen bir kelimedir. Mesela 581 tarihinde Tapar (Taspar) Kagan ölünce, yerine adı Çin vesikalarında Sha- 2 Geniş bilgi için bakınız, S.Gömeç, “Türk Tarihinin Kahramanları: 4-Attila”, Orkun, Sayı 52, İstanbul 2002. 3 J.M.Deguignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. II, İstanbul 1924, s. 182; P.Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. O.Karatay, Ankara 2002, s.74. 4 po-lüeh diye anılan İllig Işbara Bilge geçmiştir4 . Yine bu unvanı Kara-Hanlı beglerinin adlarında görebildiğimiz gibi, Kara-Hanlılara bazı kaynaklar da İllig Hanlar da dendiğini bilmekteyiz5 . Değişik Türk kitabelerinde de rastladığımız 6 “İllig” kelimesi; “hükümdar” manasına gelmekle beraber, “devletli, saltanatlı”, anlamlarını da taşımaktadır7 . Dolayısıyla Attila’nın bu oğlunun adı Ellak değil, İllig olmalı ve manası da; “il sahibi, devlet sahibi” demektir. İllig transkripsiyonu hakkında bugün pekçok araştırmacı hem fikirdir. Şimdi de Attila’nın küçük oğlu İrnek’ten bahsedelim. Anlatılan bazı rivayetlere göre, o babası Attila tarafından çok seviliyordu. Bunun da sebebi, bazı kamlar Attila’nın sağlığında, soyunun dağılacağını, fakat en küçük oğlu İrnek’ten gelenlerin yeniden bu güneşi parlatacağını söylediklerinden, çocukluğundan itibaren çok şımartılmıştı. 454 senesinde İllig Han’ın ölümünden sonra Hun merkezleri Romalı ve Germen kavimlerin eline geçtiğinden İrnek ve Dengizik Karadeniz’in kuzey taraflarına çekilmişlerdi. Uzun süren savaşlar ve kovalamacaların ardından 466’larda Bizans imparatoruna elçiler yollayarak, barış istediler. Onlar Karadeniz’in kuzeyinde ve Tuna kıyılarındaki kasabalara serbestçe girmek ve hayatlarının devamı için ticarete izin verilmesini istiyorlardı. Ama kendilerine son derece aşırı hakaretler yapıldı. Bu arada iç isyanlar da alıp, başını gitti. Araştırmacıların fikrince İrnek, Dobruca’nın kuzey kısmını kendisine üs yapmıştı. Buralarda toparlanmaya çalışan İrnek yeni bir Türk boyunun ortaya çıkmasına aracılık ediyordu ki o da, bizim Bulgarlar olarak bildiğimiz Türk kabilesiydi. Anlaşılan odur ki, İrnek baskılara dayanamayarak sonunda Bizans’ın hakimiyetini kabul etti8 . Kaynaklarda İrnek olarak anılan bu Türk büyüğünün unvanını da biz “Erkin~İrkin” şeklinde düşünüyoruz. Bu da malum olduğu üzere çok eski bir Türk unvanıdır. Derece olarak il-teberlikten önceki bir alt kademedir. Bulgar hükümdar ailesinin neşet ettiği iddia edilen9 Attila’nın bu oğlu hakkındaki 4 S.Gömeç, Kök Türk Tarihi, 2. baskı, Ankara 1999, s.22; O.Turan, “İlig Unvanı Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, C. 7-8, Sayı 1, İstanbul 1942, s.192-199. 5 Geniş bilgi için bakınız, S.Gömeç, “Kara-Hanlı Adı Üzerine Bazı Düşünceler”, Kök Araştırmalar, 2/2, Ankara 2001. 6 Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı 9. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı 9. satır; UyukOrzak II Yazıtı, 4. satır; Çoyr Yazıtı, 1. satır. 7 G.R.Rachmati, Türkische Turfan-Texte, Berlin 1936, s.107; A.von Le Coq, Türkçe Mani El Yazıları (Manichaika), İstanbul 1936, s.38; A.von Gabain, Türkische Turfantexte X, Berlin 1959, s.44; R.R.Arat, Kutadgu Bilig İndeksi, Ankara 1979, s.194. 8 Deguignes, a.g.e., s.183; P.Vaczy, “Hunlar Avrupa’da”, Attila ve Hunları, Yay. G.Nemeth, Ter. Ş.Baştav, Ankara 1982, s.105-122. 9 Golden, a.g.e., s.74. Gy. Nemeth gibi araştırmacılar, “irnek” kelimesinin küçük er demek olduğunu söylüyorlarsa da (bakınız, G. Nemeth, “Hunların Dili”, Türk Dili Belleteni, 3/12-13, Ankara 1948, s.112), biz aynı görüşte değiliz. 5 bilgilerimiz de ancak yukarıdakilerle sınırlıdır. Erkin unvanı ilk defa bir Türk büyüğü olarak Mo-kan Kagan’ın hükümdar olmadan önceki sanları içinde görülmektedir10. Bu unvana bir ara Kök Türklerin yerine, Ötüken bölgesine hakim olan Sır-Tarduşların Inanç beğinin unvanında da rastlamaktayız11. Yine Türk tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden 605 tarihindeki isyandan sonra ortaya çıkan “Altı-Bag Bodun”un başındaki kişi de “irkin” unvanını taşıyordu12. Aynı zamanda Kök Türk Börülü sülalesinden sonra devletimizi idare eden Uygurlar, başlangıçta “irkin”ler tarafından yönetildiler. 627 senesinde, Kök Türklerin sarsıntı içerisinde bulundukları bir sırada, Uygurlar ve Sır-Tarduşlar tarafından idare edilen isyanlar ortaya çıktı. Baştaki İrkin'in ölümü üzerine Uygurların liderliğine oğlu P'u-sa (Busar/belki Basar) geçti. 628 yılında Sır-Tarduşlarla işbirliği yapan P'u-sa, İl-Kagan'ın yeğenini mağlûp etti13. Bu başarılarından dolayı P'u-sa, İl-teber unvanını aldı14. Ayrıca “erkin” ya da “irkin” unvanına pekçok yazıtta da tesadüf edebiliriz15 . Son olarak Attila’nın ikinci oğlu olan Dengizik’ten söz edelim. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere o, bir aralık kardeşi İrnek ile birlikte hareket etmişti. Doğu Gotlarının, Pannonya’daki bazı Türk boylarının üzerine saldırdıklarını görünce bu Türk beyi kayıtsız kalamadı ve onlara yardıma gitti. Fakat Gotlar karşısında yenilince, Bizans’a iltica etme teklifinde bulundu. Kendisine izin 10 Bumın Kagan’ın çocuklarından birisi olan Mo-kan, ağabeyi Kara Kagan 553 yılında ölünce Türk Devletinin başına geçti. Onun zamanı Kök Türk Kaganlığının en güçlü olduğu dönemlerdendir. Muhtemelen de 572 tarinde öldü (Geniş bilgi için bakınız, Gömeç, a.g.e., s.14-20). 11 Gömeç, a.g.e., s.30. 12 S.Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. baskı, Ankara 2000, s.15-16. 13 M.T.Liu, Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), II. Buch, Wiesbaden 1958, s.351; M.Hermanns,"Uygurlar ve Yeni Bulunan Soydaşları", İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2/1-2, İstanbul 1946, s.98; J.T.Chang, T’ang Devrindeki Doğu Göktürkleri Hakkında Yeni Belgeler, Doktora Tezi, Taipei 1968, s .49. Bu İrkin'in adı Çin kaynaklarında Shih-chien, öldükten sonra da Ssu-chin şeklinde transkripsiyon edilmiş olup, bu transkripsiyonların İrkin unvanının karşıladığı bilinmektedir. Bakınız, Ö.İzgi, Çin Elçisi Wang Yen-te'nin Uygur Seyahatnamesi, Ankara 1989, s.14-15. 14 E.Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue [Turcs] Occidentaux, Paris 1903, s.90 . Uygur birliğinin temelini atan P'u-sa'dır (belki Basar ya da Busar). Çin yıllıkları onun hakkında şunları söylemektedir: Basar (P'u-sa) cesaretli ve bilgili idi. Mükemmel plânlar tanzim edebiliyordu. O düşmanla karşılaştığı her savaşta askerlerinin en önünde bulunuyordu. Az miktarda insanla başarı kazanabiliyordu. Askerî talimler yapıyor, ok atıyor, ava gidiyordu. Daima savaşta idi. Annesi Wu-lo-hun şikayet ve davaları dinliyordu, kanunları bozmak isteyenleri uyarıyordu. Oymaklarda nizam yerinde idi. Uygurların refahı Basar’ın (P'u-sa) devrine rastlar. Bakınız, B.Ögel, “Uygur Devletinin Teşekkülü ve Yükseliş Devresi”, Belleten, C. 19, Ankara 1955, s.336, 338. 15 Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı 34. satır; Köl İç Çor Yazıtı, Doğu tarafı 9. satır; Çoyr Yazıtı, 4. satır; Terhin Yazıtı, Kuzey tarafı 6. satır; Üst-Kulog Yazıtı, 1. satır; Miran Metinleri, B yüzü, Arka tarafı 6. satır. 6 verildiyse de, Bizanslı idarecilerle arası açıldı ve 469’daki bir savaşta esir edildi ve kafası kesilerek, başı İstanbul’a getirildi16 . Bu üçüncü oğulun adı da “Tengiz” olmalıdır. Türkler ve Mogollarca kullanılan bu unvanın manası da herkesçe malum olduğu gibi, “deniz”dir. Meşhur Oguz Kagan’ın çocuklarından birisinin ve yine dünyanın en büyük fatihleri arasında yer alan Türk-Mogol hükümdarı Çingiz’in adında gördüğümüz biçimiyle, “ebediliği, sonsuzluğu, enginliği” ifade eden bir namdır. Kelimenin sonundaki –ik belki kafaları karıştırabilir. Unvanın esasında var olup-olmadığı şüphelidir. İnsanın aklına ister-istemez böyle siyasi ve askeri bir unvan olamayacağı geliyor. Eğer Attila’nın bu oğlunun adı Tengizik ise, bu bir küçültme de olamaz mı? Yani “denizcik” manasına da gelebilir. Netice olarak şunları söyleyebiliriz: Bir zamanlar dünyayı titreten meşhur Türk hükümdarı Attila’nın talihsiz bir şekilde öldükten sonra geride bıraktığı ve kaynaklarda adları zikredilen üç çocuğunun Türkçe unvanları; “İllig, İrkin” ve “Tengiz” olsa gerek. “Attila’nın Çocuklarının Adı”, DTCF. Tarih Araştırmaları, 23/36, Ankara 2004


Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ