Karadeniz kıyısındaki Varna kenti civarında, 1971 yılında 294 mezar barındıran bir nekropol bulunur. M.Ö. 5 ve 4. binyıllardan kalan bu nekropol bilinmedik bir uygarlığı gün ışığına çıkarır.
Mezar içlerindeki 3 bin altın buluntu o dönemin kuyumcularının pek hünerli olduklarının kanıtıdır. Bütün o bileziklerin, diyademlerin, iğnelerin ve asaların güçlü ve zengin bir soylu sınıfı bulunan örgütlü bir topluluğa ait olduğu düşünülmektedir...
Otuz yıldan beri tüm Bulgaristan’da, gümüş ve som altından paha biçilmez objeler içeren daha başka hazineler de bulundu. M.Ö. 5 ve 3. Yüzyıl’a ait 30’dan fazla anıt mezar ortaya çıkartıldı. Bunlardan ilki, 1944’te Kazanlık’ta bulunan mezardır; geçmişten günümüze gayet iyi korunmuştur ve hali hazırda, bu yöreye ait ender sanat şaheserlerinden biri olmaya devam etmektedir…
Anlaşılan o ki, Mısır, Filistin ve Önasya topraklarında birtakım uygarlıklar etrafa ışık saçarken Balkanlar’da da aynı şekilde parlak bir uygarlık yaşanıyordu.
Roma hâkimiyeti altında büyük ölçüde zayıflayan, Slavların ve Bulgarların gelmesiyle birlikte, hepten silinen bir uygarlıktı bu... Sözlü kültüre dayandığından, zaman içinde sesi pek duyulmaz olan bu uygarlığın tarihi, yeni keşiflerle birlikte yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor.
Bu açıdan 2004 çok önemli bir yıl olmuştur: Trak kabilesi Odrysler’in kraliyet başkentlerinden Seuthopolis’in kalıntıları yakınında, Şipka köyüne iki kilometre mesafede, Prof. Georgi Kitov başkanlığında verimli kazılar yapılmıştır.
Etrafı çevreleyen ve coğrafî olarak Bulgaristan’ın ortasında yer alan güzel isimli Güller Vadisi (Gülovası) aslında bir Trak ‘Krallar Vadisi’ idi... Nekropoldeki bin 500 mezardan pek azı yağmacıların elinden kurtulmuş olsa da, Prof. Kitov ve meslektaşlarının şansı yaver gitmiş ve beş Trak mezar yapısı gün ışığına çıkarılmıştır. Bu yapılardan birinin içinde, 24 asırlık bir tapınak yer almaktadır; bir diğerinde de, M.Ö. 4. Yüzyıl’a ait ilk tuğla mezar bulunmaktadır...
Kazı başkanı Prof. Georgi Kitov, tümülüsteki mezar odasının eşiğinde, ölülere saygı belirtisi olarak, yere kırmızı şarap serper: Trakların ölü ayinlerinden kalma bir Bulgar geleneğidir bu...
Arkeologlar akşama doğru, ölünün başının bulunması gereken yerde yüzü toprağa dönük 690 gram som altından bir maske bulurlar. Bu buluntu büyük yankı uyandırır. Çünkü sadece Eski Mısır firavunları ile Miken ve Trak kralları ‘öbür dünyaya’ bu
türden maskelerle giderlerdi... Ancak bu maske diğerlerinden farklı idi; ölümü değil, yaşamı kutsamaktaydı.
Prof. Kitov, bu maskenin M.Ö. 5. Yüzyıl’da Odrysler’in Aşağı Tuna’dan Ege Denizi’ne, Karadeniz’den Makedonya’ya uzanan krallığını kuran büyük Kral Teres’e ait olabileceğini düşünür.
Odrys devleti askerî ve ekonomik gücüyle Atina da dâhil olmak üzere, tüm komşularının gözünü korkutan bir devlettir… Ölünün eşyaları arasında 144 ok ucunun yanı sıra, 4 mızrak demiri ve bir kılıç bir de, olduğu gibi korunmuş bronzdan bir zırh vardır; zırhın iki parçası, sırt ve göğüs kısımları demir plakalarla birbirine tutturulmuştur.
Üzerinde kürek çeken bir Olimpiyat atletinin tasviri bulunan 20 gramlık Grek yapımı bir altın yüzük ve düz tabanlı iki kulplu bir gümüş kupa da mezardan çıkan buluntular arasındadır.
Mezarda bütün bir iskelet yoktu, Orphik ayinle gömülmüş olması muhtemel, parçalara ayrılmış bir bedene ait kemikler vardı. Ozan, kâhin, büyücü Orpheus’un soyundan gelen, ‘Yer’ ile ‘Gök’ çocukları Traklar ölümden sonraki yaşama inanırlardı...
Yine 2004 yılının Eylül ayında, aynı ekip bu defa birkaç kilometre ötede, Büyük Kosmatka tümülüsünde Odrys kralı III. Seuthes’e (M.Ö. 4. Yüzyıl) ait olduğu tahmin edilen bir anıt mezar bulur.
Mezar girişinde, gerçek insan boyutundaki bir heykelden kopartılmış olma ihtimali yüksek, son derece etkileyici bakışlı, tunçtan bir kafa karşılar onları: Uzun sakallı, açık alınlı, gözleri yarı değerli taşlardan yapılma bu başın kral III. Seuthes’i temsil ettiği, mezarda bulunan ve üzerine “III. Seuthes’in malı” ibaresi düşülmüş bir şarap kupası ve küçük bir testiyle de kanıtlanır...
Tam 60 tonluk granit bir blok içine oyulmuş mezar odasına, 13 metrelik bir galeriden geçilerek varılır. Kadın başlarıyla bezeli iki mermer kapısı vardır mezarın… Sadece bir saatlik bir süre içinde, tam 73 buluntu, mezar odasındaki yaklaşık 2 bin 500 yıllık uykusundan uyanıp gün ışığıyla buluşur.
Bu buluntuların 20 tanesi altındır ve ağırlıkları 4 kiloyu bulur; aralarında bir de yarım kilodan fazla çeken Dionysos simgesi asma sarmaşığıyla bezeli bir taç vardır.
Bu buluntu, Trakların mazisinin daha eskiye dayandığını göstermekte ve Dionysos’un Trak tanrılarının en tepesinde yer aldığı tezini güçlendirmektedir… Kral mezarı olarak tescillenmiş tek yapı olma özelliğine sahip ‘Büyük Kosmatka Anıt Mezarı’ günümüze dek bulunmuş en önemli Trak sitlerinden birini oluşturmaktadır.
Prof. Kitov, mezar odasına giden uzun galerinin toprak ve taşlarla doldurulmuş olmasından yola çıkarak, “Buranın, ilk başta kutsal kabul edildiği halde sonradan, bilinmeyen nedenlerden ötürü, kutsallığını yitirdiğini ve terk edildiğini” ileri sürüyor.
1993’te bulunan Ostruça tümülüsündeki anıt mezarın 43 sahneden oluşan tavan fresklerinde de, III. Seuthes’in dönemine denk düşen ve M.Ö. 4. Yüzyıl’ın ikinci yarısında hüküm sürmüş hanedanın öyküsü anlatılır.
Kitov’un çalışma arkadaşı restoratör ressam Dora Petkova’nın bildirdiğine göre, geometrik motiflerin yer aldığı tavan, üç seviye ihtiva eder: Altta hanedanın geçmişi, ara seviyede aile fertlerinin portreleriyle resimlendirilmiş o zamanki durumu anlatılmaktadır; üst seviye ise ‘öbür dünya’ için ayrılmıştır...
2000 yılı Ağustos’unda da, Plovdiv bölgesindeki Starossel’de, Balkan Yarımadası’nın M.Ö. 6 ve 5. yüzyıllarına dayanan en etkileyici kült merkezlerinden birini ortaya çıkarırlar. Coğrafî konumu ve boyutlarının büyüklüğü itibariyle, burasının, krallığın başlıca dinî merkezi olduğunu düşünmek mümkündür...
2000 yılının Aralık ayında, Kitov’un ekibini yeni bir coşku sarar: Aleksandrovo’da bulunan anıt mezarın duvarları, olağanüstü fresklerle kaplıdır. “Traklar hakkında bildiğimiz her şey şimdi bu duvarlarda karşımıza çıkıyor” diye açıklayacaktır Kitov. Renkler olduğu gibi korunmuştur: Toprak rengi fon üzerinde dans eden kırmızılar, maviler, sarılar ve siyahlar… Fresklerdeki silahlı savaşçılar, av sahneleri, bitkiler unutulmuş bir dünyadan çıkıp gelmiştir… Ama Kitov ve çalışma arkadaşları bilmektedirler ki, Trak Kralları Vadisi henüz sırlarının tümünü açığa vurmamıştır.
Nitekim Bulgaristan’daki 60 bin Trak tümülüsünden sadece bin kadarına ulaşılmış; ulaşılan bu bin tümülüsün de, sadece 11’inde mezar bulunmuştur…
Prof. Nikolay Ovçarov başkanlığındaki ikinci bir arkeolog ekibi de, Rodop Dağları’nın doğu kesiminde çalışma yürütür.
Ovçarov 1983’ten beri bölgeyi taramaktadır. Nihayet 2000 yazında, ısrarlı çabalarının meyvesini alır: Kırcali’ye 15 kilometre uzaklıkta, Traklar’ın antik kenti 7 bin yıllık Kutsal Perperikon’u bulur. Sarp kaya duvarlarının eteğinde 12 bin metrekarelik bir alanı çevreleyen surlar, Rodop Dağları’ndaki en önemli yapılar arasındadır. Kentin dışında birçok saray yer alır; Büyük İskender’in dünyayı fethetmek üzere yola koyulmadan önce kehanet merkezi olarak uğradığı ünlü oval Dionysos Sunağı da buradadır...
‘L’ biçimindeki ana saray 40 odalıdır; en az üç kademe üzerinde yer alan bu odalardan 13’ü ve keza iki galeri, halen görülebilir durumdadır. 25 metreye 6 metre boyutlarındaki taht odası, Perperikon’un Odrys kralı Teres ve oğlu Sitalkes zamanında önemli bir rol oynamış olabileceği, hatta belki de kraliyet başkentlerinden biri olduğu varsayımını güçlendirir mahiyettedir.
Trak kralları, Yer ile Gök’ün oğulları olarak, tıpkı güneş gibi krallıklarını en uç bölgelerine dek aydınlatabilmek için, farklı farklı yerlerde ikamet ederler.
Kutsal Perperikon’un tarihi, aslında çok daha eskilere dayanır. M.Ö. 5. binyılda kült alanı olarak mevcuttur ve bunu izleyen üç bin yıl boyunca da faaliyetini korur.
Nitekim çevredeki dağlara dağılmış yüzlerce sunak bunu kanıtlar. Örneğin 2003’te bulunan kaya duvarına oyulmuş Dionysos Sunağı da bunlardan biridir. Yapıların ise M.Ö. 18 ile 12. Yüzyıl arasında inşa edildiği tahmin edilmektedir.
2004 yazında aynı arkeoloji ekibi, kısmen kaya içine oyulmuş yeni bir yapıyı gün ışığına çıkarır. 25 metre uzunluğunda, 7 metre genişliğindeki bu yapı hiçbir dolgu malzemesi kullanılmadan, blok taşlardan yapılmıştır. Su tahliye kanallarından birinin tıkanmasına yol açan birikinti, son Tunççağı dönemine kadar uzanır.
Bulgaristan’da ilk kez, lineer-A yazısıyla [Minos uygarlığına atfedilen kil tabletler üzerindeki hiyeroglif yazı] yazılmış bir yazıtın bulunması, Trakya’nın bu kesiminde yaşayanlarla komşu Ege havzası sakinleri arasındaki alışverişi gündeme getirir.
Prof. Ovçarov, birçok çanak çömlekte ve diğer objelerde bariz bir Girit ve Miken etkisi görüldüğünü belirtir. Bu etki, bölgeye has özgün bir Trak kültürünün ortaya çıkmasında da kendini gösterir.
Bütün veriler Perperikon’un M.Ö. 18 ile 12. Yüzyıl arasında, Troya ve Miken gibi en güçlü dönemini yaşadığını düşündürüyor. Birkaç bin yıllık bir uygarlık, tarihin birbirini izleyen tabakaları altında… Ve kent 120 kişilik kazı ekibinin gözü önünde yeniden oluşuyor...
Yine 2004 yazında, antik kente pek uzak olmayan bir yerde, Prof. Ovçarov ikinci bir keşifte bulunur, kendi tabiriyle bir “mücevher”dir bulduğu: Yedi bin yıllık bir ‘tepe’ sunağı... Küçük bir dağın doruğunda üstü kesilip atılmış bir piramit görünümündeki heybetli kaya, aslında olağanüstü bir açıkhava anıt mezarıdır...
Yarım ay biçiminde bir çukur birinci mezara açılır; muhtemelen bir zamanlar ölünün onuruna bırakılmış birkaç obje ya da tasvirin bulunduğu dört köşe oyuk boştur; dokuz basamakla üst platoya çıkılır.
Yerin gökle buluştuğu bu noktada, kaya kazılarak garip bir lahit oluşturulmuştur. Lahit kapağından da, içindekilerden de eser yoktur; bunların uzunca bir zaman önce kayıplara karıştığı bellidir.
Eşi benzeri olmayan bu mezarın kime ait olduğu merak edilir… Prof. Venedikov’un 1930’lu yıllardan itibaren ileri sürdüğü Orpheus’un mezarının yer ile göğün buluştuğu kayalık bir tepede olması gerektiği varsayımını göz ardı etmez Ovçarov... Ancak Homeros’un İlyada destanında sözünü ettiği efsanevî kral Rhesos’un da bu lahdin sakini olabileceğini düşünür… Kazılar devam etmekte...
Bu arada, Temmuz 2005’te bu kez Zlatinitsa kenti yakınlarında, Trakya krallarına ait olduğu düşünülen bir mezar içinde, altın, gümüş ve bronz eşyalar bulundu.
Ağustos’ta ise, Sofya'nın 120 km doğusundaki Dabane’de, M.Ö. 4100-4200 yıllarına ait, 15 bin parçalık bir hazine gün ışığına çıkarıldı. Bulgaristan Ulusal Tarih Müzesi’nin müdürü Bozhidar Dimitrov da dünya basına, bu buluntuların, tüm Avrupa ve Yakın Doğu’daki tek rakibinin, Troya’da bulunan hazineler olduğu yönünde demeçler vermeye başladı...
Bütün bu gelişmeler ise, Batı basına şimdilik, “Bulgaristan arkeolojinin yeni Eldorado’su oluyor” tarzı yorumlar ya da “Traklar Avrupa’nın ilk gelişmiş uygarlığı” şeklindeki genellemelerle yansıyor.
Not: Ünlü Bulgar arkeolog Prof.Georgi Pavlov Kitov, bütçe ayrılmadığı için 8 yıl önce yarıda bırakmak zorunda kaldığı Hisar kasabasının merkezinde bulunan Stara Selo bölgesinde Trak dönemine ait tapınak kazısını sürdürürken son derece önemli ve değerli parçaların ortaya çıkarılması üzerine kalp krizi geçirerek 2008 yılında vefat etmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder