Temelleri 1958’lerde Oxford Üniversitesinde atılan bu yeni bilim dalı, son on yılda kendisine gerekli olan zemini ancak elde edebilmiştir.
Arkeometri sözlük anlamı itibarıyla arkeolojide ölçme ve değerlendirme gibi kelimelerle ifadelendirilirken, gerçek amacı ve anlamı pozitif bilimlerin sosyal bilimlerle yardımlaşmasıdır. Genel anlamda tarifi arkeoloji ile fizik ve doğal bilimler arasında bir ortak yüzey temin etme konusu, arkeometrinin kendisiyle anlam kazanmıştır.
İşte bu rol, arkeolojik verileri fiziksel ve kimyasal metotlarla matematiksel modellendirme, istatiksel analizle bilgi edinme ve teknolojik değerlendirilmelerle hayata geçirilmiştir. Bu anlamda arkeometrinin hayatımıza girmesi ve onunla tanışmamız, ülkemizde 1990’larda mümkün olabilmiştir.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi bünyesinde başlatılan çalışmalar o yıllarda oldukça ilgi çekmiştir. 1994 yılı itibarıyla da çalışmalarından ve adından söz ettiren Prof. Dr. Selim Kapur, Çukurova Üniversitesi bünyesinde bu anlamda bir kürsü kurma çabalarına girmiş ve başarılı olmuştur. Görülen odur ki tek yanlı davranmama isteği yeni görüşleri ve gerçekleri açığa çıkaracaktır.
Kefren Piramidinde bilimin yasalarını çürüten sonuçlar:
Arkeometrinin önemli çalışmalarından kabul edilen biri de 1968’lerde Mısır’da bir fizik profesörü tarafından piramitler üzerinde yapılan ölçümlerle dünya kamuoyuna kendisini göstermiştir. Kaliforniya Üniversitesinden Dr. Luis Alvares 1968 Nobel Fizik ödülü sahibi bir fizikçidir.
60’ların sonlarına doğru Alvares Giza’daki Kefren piramidinde gizli oda ve geçitleri keşfedebilmek umuduyla kozmik ışınları kaydedebilen bir cihaz geliştirmiştir. Geliştirilen bu projeyi ve ekibi birçok ülkeden bilim adamı, atom enerjisi komiteleri ve birçok üniversite ve araştırma enstitüleri de desteklemiş ve katılmışlardır.
Normal röntgen ışınları taş işçiliğine nüfuz edecek kertede güçlü olmadıklarından Alvares’in geliştirdiği teknoloji bu anlamda bir sonuç alma umudu taşıyordu. Birçok gözlemci heyetle çalışmalarına başladı. Teknoloji, uzaydan dünyaya sızan radyasyon parçacıklarını ölçmek üzere geliştirilmişti.
Dolayısıyla, Kefren’in piramidindeki mevcut mezar odasına yerleştirildiğinde taşlardan odaya ulaşan radyasyon (kozmik ışın) miktarının banda kaydedilebileceği ve yapının kütlesindeki her türlü sapmanın doğal olarak yoğunluklarının kaydedilebileceği düşünülmüştü.
Alvares’in projesi şu gerçeğe dayanıyordu. Gezegenimizi gece ve gündüz bombardımana tutan kozmik ışınlar (dalgalar) bir objeden geçerken geçme esnasında yoğunluğa ve objenin kalınlığına bağlı olarak enerjisinin bir kısmını kaybedecekti. Tabii ki bunun tam tersi boşluklarla karşılaştığında da hızlanacaktı. Bu da şimdiye dek gün yüzüne çıkartılmamış başkaca mezar odalarının geçit ve galerilerin bulunmasını göreli olarak kolaylaştıracaktı.
10.000 voltla işleyen karmaşık radyasyon aygıtı özenle yerleştirildi ve sonuçta önemli ölçüde kozmik ışın bilgisi toplanabildi. Boşlukların yerleri ve yaklaşık büyüklüklerini belirlemek için ışın odalarının yerleri değiştirildi ve stereo görüntüler elde edilmeye çalışıldı. Sonuçların Kahire’de mükemmel bulunması cihazların çok iyi çalıştığı tespitini de ortaya koymuştu.
Fakat ilginç gelişme Alvares’in Asistanı Dr. Lavren Yazolino’nun Amerika’ya dönüp kayıtları analiz etmesiyle gizemli bir hâl alacaktı. O dönem London Times Gazetesinden Kahire’ye giden muhabir bilgisayardaki yüklemelerin tüm bilinen fizik kurallarına dayalı bir teknolojiyle yüklenmiş olduğunu vurgulamasına rağmen El Şems Üniversitesinden Gohed olayın farklı bir açılım izlediğim vurguluyordu.
Kaliforniya Üniversitesinden Lavren Vazolino şöyle demişti: “Bilgisayarlara iki teyp kaydettik ve aygıtlarımızın iyi işlediğinden eminiz.”
Dr. Alvares kaydedilmiş bantları almak üzere piramide geldi ve bulguları konusunda tek bir söz etmeden hemen çıktı. Kahire’deki El Şems Üniversitesinden Dr. Amir Gahed Amerikalıların bıraktığı aygıtlardan sorumlu kılındı; bu arada ağzından çıkan en anlamlı sözler, şimdiye dek bilinen tüm bilim ve elektronik yasalarını çürütüyor; gerçekte teybe kaydedilen sonuçların bilimsel bakımdan olanaksız olduğu görüşü hâkim olmaya başlıyordu. “Büyük bir buluşa yol açacağını umduğumuz teypler, birer anlamsız simgeler karmaşası halinde çıktı” diyordu.
Tümüyle aynı olmaları gereken iki teyp, birbirinden tümüyle farklı çıkmıştı. Ya piramidin geometrisi özde hatalı ki bunun böyle olmadığını en azından bugün için biliyoruz ya da burada her türlü açıklamanın ötesinde bir giz vardı. İster okültizm deyin, ister firavunların laneti, ister büyü ya da sihir.
Kefren’in piramidinde bilimin bilinen bütün yasalarını çürüten bir kuvvetten söz eden, Gohed’ti. Daha sonraki resmi açıklamalar da pek farklı değildi doğrusu. Kasetleri her kontrol edişte farklı bir modelle karşılaşan bilim adamları birkaç kayıtta da göze çarpan bazı noktaların daha sonra eksik olduğunu gözlemişlerdi.
Bilim adamları bunun bilimsel açıdan imkânsız olduğunu da söylüyorlardı. Acaba bütün bu bilimsel bilgiler insan beyninin üstünde bir kuvvet tarafından kullanılmaz hale mi getiriliyordu? Ya da fizik kurallarındaki bilinen yasaları aşan bir kavram vardı. İşte günümüze kadar içine girdikçe korkulan piramit teknolojisi bizlere fen bilimleriyle tarih bilimlerinin bir kez daha gerçek ortak çalışmalar yapmasının yararlarını ortaya koyuyordu.
Yerleşim merkezleri, kutsal alanlar, mabetler arasındaki geometrik bağlantı:
Bu arada başka bilim adamlarının yaptıkları araştırmalarda kadim uygarlıkların yerleşim yerleri arasındaki matematiksel ilişkinin şaşırtıcı geometrik boyutları olduğu gözleniyordu.
Yerleşim merkezleri, şehirler, kutsal alanlar, mabet ya da şu an için anlamsız işaretler arasındaki geometrik ilişki birçok teoriyi de gündeme getiriyordu. Bir başka ilginç nokta da bu bölgelerde yapılan manyetik ölçümlerin sonuçlarıydı. Bu sonuçlar bilim adamlarını sonraları kutsal geometri kapsamında değerlendirilecek olan kadim izlerin arayışına itti.
Farklı toplumların mitlerinde farklı isimlerle de anılsa taşıdıkları özellikler bakımından birkaç isim adı altında toplanılabilinecek bu kavramlara şimdilerde, ejder yolları, kutsal patikalar ya da en bilinen ismiyle “Ley Line” ley hattı denildi. Bu oluşumlar konusunda hızlı bir sonuca varmak, ancak fenin ilgisiyle sonuca ulaşacağı Örneğin Orta Amerika’daki Maya uygarlığının engin matematik ve astronomi bilgisi bizleri bugün bile şaşırtmaktadır. İngiltere’de binyıllar önce inşa edilmiş Stonehenge’ lerin (ki sayılan bilinenden çok daha fazladır) astronomi ve coğrafya bilgilerini bir çırpıda anlatıyormuş gibi durmasının nedenleri daha uzun süre kafaları meşgul edeceğe benzemektedir.
Çözümün ekip çalışmasında yattığı gerçeği, farklı disiplinlerin birbirlerinden bilgi alışverişi sağlamaya başlamaları, bu soru işaretlerini biraz olsun azaltacağa benziyor.
Geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan ilginç coğrafik sonuçlar bilim adamı ve araştırmacıları düşündürecek boyutlardadır. M.Ö. 4000 ila M.Ö. 2500 bilinen olası tarihler arasında kurulan ve hatta daha öncesine bile dayanan kentlerin coğrafik konumlarında görülen ilginç bir benzerlik bizleri geçmişin gizem dolu teknolojisini düşünmeye itiyor.
Kadim kentler arasındaki düzgün hatlar, anlamlı işaretler bu uygarlıkların birbirleriyle yakın ilişkide olduğunu, ciddi bir zekânın bir şehir planlamacısı hassasiyetiyle tüm bunları planladığı izlenimini uyandırmaktadır.
Binyıllar boyu kutsal nokta, merkezler olarak işaretlenen bu topraklarda yüzyıllar sonrasına taşınan bilgiler sembollerle günümüze kadar ulaşma çabasındadır. Bu noktada karşımıza çıkan tabloda birbirleriyle görünmez bir bağ kuran on iki değişik bölge tespit edilmiştir.
Bu onikigenin de kendi içerisindeki köşegenleri ve kesişme noktalan gariptir ki yüzyıllar boyu kullanılmış kutsal merkezleri işaret etmektedir. Bu işaretleri koyan ve bu bilgiyi yüzyıllar boyu insandan insana aktaran kimdir? Güç merkezleri adı altında fizikçilerin de ilgisini çeken bu noktalar onların da çalışma alanını kapsamıştır.
Tabii ki klasik tarihçi görüşü çürüten bu yaklaşım, önümüzdeki günlerde antropologları da yaban hayatın bir parçası olan ilkel insanın sandığımızdan çok daha akıllı olduğu tartışmasının içine çekecektir. Görülen odur ki insan uygarlığı birtakım iniş ve çıkışlara maruz kalmıştır. Çıkışlardan ve inişlerden günümüze çok az şeyin kaldığı bir gerçektir. Ancak yaşanan birçok felaket bazı izleri silememiştir.
Göksel kuvvetlerle yol alan uçaklar:
Son üç beş yıl içinde, tarih öncesindeki teknolojik başarılar konusunda, genellikle E.T. (Dünya Dışı zeki yaşam) çağrışımlarıyla dolu, bir dizi kitap yayınlandı. Tarih öncesi Hindistan’ın uçan makineleri olduklarına inanılan Vimanalar (Şekil-4) , Güney ve Orta Amerika sanatında uzay roketleri ve astronot resimleri olarak iddia edilen kabartmalar, Fırat yöresinde elektrikli piller olduğu iddia edilen nesneler ve daha sayfalara sığmayacak kadar çok örnek.
İlk defa Eflatunun yazmalarında, uygarlığının zirvesinde batmış gizemli kıta kabul edilen Atlantis’ten söz edilir. Buradan göç konusundaki görüşlerini dile getiren Eski Sovyetler Birliğinden Prof. Dr. N. A. Rynin’in derlediği Interplanetary Tranel Encyclopaedia’da yer alan bir çizim, Atlantis’li yüksek rahiplerin, batan kıtadan bir hava aracıyla kurtarılmalarını betimlemektedir.
Böylesi eğitim görmüş birinin katı bilimsel yaklaşımdan bu olağanüstü sapışını yorumlayan Andrew Tomas, son dönem Atlantislilerin uçuş tekniklerini bilmekle birlikte, bu tür araçların eğer varsa yalnızca rahip ve devlet görevlilerinin hizmetinde olabileceğini söylemektedir.
Öyle anlaşılıyor ki Babilliler uçucu Etena mitoslarında tarih öncesi astronot ya da uçuculara değin anıları korumuşlardır. Berlin Müzesi’nde bulunan bir silindir mühürde Güneş ile Ay arasında Etena bir kartalın sırtında gökyüzünde süzülürken betimlenmektedir.
Tomas Hint Somsoptakabodha yazılarında ”göksel kuvvetlerle” yol alan uçaklardan ve ”patlama kuvvetli” on bin güneşe denk “evrenin gücüne” sahip bir füzeden söz edildiğini belirtir. Sanskrit Mausola Purva da tüm Vrishni ve Anhoka kavmini kül eden bilinmeyen bir silaha, demir bir yıldırıma, dev bir ölüm habercisine gönderme yapmaktadır. Cesetler tanınmayacak ölçüde yanmış, saçlar ve tırnaklar dökülmüş, çanak çömlekler parçalanmış, kuşlar bembeyaz kesilmiş ve yiyecekler yenmez olmuştur.
Burada bildiğimiz anlamda radyasyona bir gönderme yapıldığı açıktır; ne var ki kanıtlar, kuşkucuları, atalarımızın atom silahlarına sahip olduklarına ikna etmeye yeterli değildir. Tomas Alexander, Gorbovsky’nin RIDDLES OF ANTIQUITY’sinde Hindistan’da bulunan bir insan iskeletinde normal okumaların elli katı radyoaktivite tespit edildiğini belirttiğini aktararak, Mavsala Purva’nın bir söylenceden çok gerçek bir tarih olup olmadığı sorusunu da atar ortaya. Ç. Berlitz de, şu an Orta Asya’nın Çin ucuna yakın uçsuz bucaksız çölün ortasındaki tarih öncesi Hint kentleri Mohenjo-Daro ve Harappa’da sokak düzeyinden çıkarılan çok sayıda iskeletin, aşırı miktarda radyoaktif olduğunu belirtir.
Nobel ödüllü nükleer fizik öncüsü Prof. Dr. Frederick Saddy’den, aşağıda aktarmayı uygun gördüğümüz tespitler Sınır Bilim adına cesaret vericidir. 1909’da tarih öncesinden zamanımıza kadar ulaşan gelenekler konusunda şunları söylüyordu: “Uzun zaman önce unutulup gitmiş eski bir kavmin bizim ancak yakın zaman önce edindiğimiz bilgilere sahip olmakla kalmayıp, bizim henüz edinemediğimiz bir güce de sahip olduğu sonucunu çıkartamaz mıyız?
Dünyanın kaydedilmiş tarihinin birçok çağından bir tanesinin, şimdi almakta olduğumuz yolu çoktan almış insanların bir yankısı olabilir.
Albert Einstein’ın da dediği gibi “3. Dünya savaşını bilmem ama 4. Dünya savaşının ok ve yayla yapılacağı kesin” sözündeki ironiyi de görmezden gelmek sanırım yanlış olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder