30 Eylül 2016 Cuma
Marduk ve Nemrut
Marduk özel bir ad olmayıp, Nimrod'la aynı anlama gelen bir sıfattır. Hem Nimrod, hem de Nimrod'un tanrılaştırılmış şekli olan Marduk, içeriğinde isyan etme anlamını taşıyan birer sıfattırlar. Nimrod zamanının ilk isyancısı olma özelliğiyle Şeytan'ı simgeler. Nimrod ve Marduk sözcüklerinin Maradh sözcüğünden türemiş sözcükler olduğu düşünülür. Bu sözcüklerin içeriğindeki isyan etme ve muhalif olma anlamı Şeytan sözcüğünde de bulunduğundan, Marduk ilk başta Şeytan'ı simgelemektedir. Bu nedenle satanizmde Marduk özel bir yere sahiptir. Tanrılar zamanla nitelikleri bakımından az çok değişiklikler gösterdiğinden, bu tanrılar farklı adlarla devam ettiğinde bunların farklı tanrılar olduğu zannedilebilir. Marduk kendisini Baal (Sin), Tammuz (Şamaş) ve Astarti (İştar) adlarıyla devam ettirmiştir. Baal ile Tammuz arasındaki en önemli bir fark, Baal'ın simgesinin Hilal, Tammuz'un simgesinin ise Güneş olmasıdır. Baal uğruna küçük çocukların kurban edildiği bir tanrıdır. Fırtına ve yağmur tanrısı olan Baal verimlilik tanrısı olarak görülerek,Bağ tanrısı, ortadoğu bölgesinde yaygın bir biçimde tapınılan bir tanrı olmuştur. Aslında Babil'de tapınılan üçlü tanrılardan Sin, İştar ve Şamaş tek bir tanrıda, Marduk'ta birleşerek üçlük inancını oluştururlar. Buna göre Marduk bütün ışık veren gök cisimleriyle simgelenmiş olur. Marduk adının Babil kentini kuran Nimrod'dan geldiği düşünülür. Merodak-Baladan adı Babil'in bir kralının adı olup bundan görüldüğü gibi Baal adı aynı zamanda Merodak'da adlandırılan Marduk'tur. Bu şekilde Baal ilk olarak Babil'in baş tanrısı olan Marduk olarak ortaya çıkmıştır. Babil kralları aynı zamanda kendileri de bir tanrı olarak görülürler ve tanrılarının adlarını taşırlardı. Anlatımlara göre Nimrod insanların yeryüzüne dağılmayıp kendi yönetimi altında birarada bulunmalarını istemiştir. Bu amaçla Babil Kulesi'ni inşa etmeye yeltenerek bir isyanı başlatır. Nimrod hayvanları avlayan ve insanları benzer şekilde öldüren savaşçı bir kişiliğe sahiptir. İsyancı olma özelliğiyle Marduk ve Nimrod sözcüklerinin içeriğinde isyan etme anlamları bulunur. Tammuz'la ilgili anlatımlarda, kadınların ölen Tammuz'un ardından yas tutup ağladıkları gösterilir. Bunun nedeninin, insanlara şiddet uygulayan Nimrod'un da benzer bir şiddet sonucu öldürülmüş olmasından kaynaklandığı düşünülür. Bununla birlikte Babil inancında ölüm gerçek ölüm olmayan bir süreçtir ve yeniden doğuşa (reenkarnasyon) inanıldığından, aslı Nimrod olan Tammuz'da her yıl yeniden dünyaya doğmaktadır. Tanrılaştırılmış Nimrod olan Marduk Semiramis'in oğludur. Semiramis gök kraliçesi ve kutsal anne olarak görülen bir tanrıçadır. Kutsal Anne Semiramis ve oğlu Nimrod (Marduk) inancı bu şekliyle Babil'den gelir. Hıristiyanlık bu eski putperest inanç biçimini (Osiris ve Horus) İsa'nın annesi Meryem'le çocuk İsa'ya uygulamıştır. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında olmayan, Kutsal anne Meryem ve bebek İsa inancı buradan doğar. Gerçekte Meryem'den "Kutsal Anne" diye sözedilen bir pasaj bulunmaz. Marduk güneş tanrısı olduğundan, kundaktaki ve beşikteki çocuğun başucunda bir güneş çemberi (Halo, Nimbus) resmi bulunur. Çocuğun bulunduğu kundak beş köşeli İştar Yıldızı (Pentagram) olarak resmedilir ve İştar Yıldızı'na benzeyen Helleborus Niger çiçeğiyle simgelenir. Marduk reenkarnasyon ile yeniden dünyaya geldiğinde annesiyle evlenerek, bu kez oğlu olmak yerine, kocası (Baal: koca) olur. Annesinin adı da değişir ve İştar adını alır. Bundan böyle Marduk (Nimrod), Baal ve Tammuz olarak varlığını sürdürür. Nimrod tarafından yapılan Babil Kulesi yedi katlı bir ziggurattır. Zigguratların piramitlerden farkı, zigguratların kat sayılarının gösterilebilmesidir. Nimrod'la ilgili simgesel sayı 6 ve 66 gibi altının türevleri olmakla birlikte, Babil Kulesi'nin yedi katlı olması gerçekte bir çelişki değildir. Çünkü buradaki yedi sayısı, altı sayısının tamlığını göstermektedir. Tıpkı Tammuz sözcüğünün güneş tanrısı Marduk'u "Tam Ateş" olarak vurguladığı gibi, yedi ile isyancı Marduk'un bu özelliğinin tam olduğu belirtilmiş olmaktadır. Babil Kulesi'nin en tepesindeki bölüm kare şeklindedir ve yan duvarların üstünde bir çatı yoktur. Bunun nedeni Marduk'un güneşle simgelenmiş olmasıdır. Güneş bu çatısız mekana bir engel olmadan girer. Şeytan'ı simgeleyen Marduk'un bu mekanı için "Kötülük Konutu" ifadesi yerinde bir anlatımdır. Marduk (Nimrod) isyan ederek başlattığı sistemin başında bulunduğundan, aslında piramitin en tepesindeki egemen başkan olmaktadır. Zigguratların tepesindeki bu mekanlar güneş tapınakları olarak kutsal yerlerdir. Bu tapınaklardan bazıları, altlarındaki piramit benzeri zigguratlar olmaksızın kutsal sayılan mabetler olmuşlardır. Zaten bu yapılarda kutsal sayılan kısım zigguratın kendisi değil, en üstünde bulunan "Marduk'un Konutu"olan güneş mabedidir. Altında zigguratı bulunmayan bu tür mabetlerden biri, Arabistan Yarımadası'nda bulunan güneş mabedidir. Bu tür mabetlerdeki tapınma, Marduk'un simgelerinin kullanımıyla ve bu simgelerle özdeşleşen farklı tanrı adları kullanılarak dolaylı yoldan yapılıyor olsa da, gerçekte asıl tapınılan tanrı Marduk'tur. Marduk güneş olduğundan, bu tanrıya tapanlar da bu tanrıyı yüceltmek için çeşitli dinsel törenleri uygularlar. Bunların arasında güneşin etrafında gezegenlerin dönüşünün taklit edildiği bir dinsel tören de bulunur. Bu ritüelde Marduk'un tapıcıları, tıpkı gezegenlerin güneşin etrafında döndüğü gibi, topluca güneş mabedinin etrafında yürüyerek dönerler. Bu ritüel kutsal yeri tavaf etme (Tavaf: Bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak) olarak adlandırılır. Bu şekilde tapınan biri (Güneşin Kulu: Abdulşems -> Şems -> Şamaş -> Güneş) gerçekte kendisini güneş tanrısı "Marduk'un Kulu" yapmış olur. Marduk'un simgelerinden biri olan bel küreği simgesi, Marduk'la bağlantılı olan diğer simgelerle (Haç, Altı Köşeli Yıldız, Hilal, Beş Köşeli Yıldız vd.) birlikte ya da ayrıca kullanılır. Marduk'la ilgili simgeler genellikle siyasal alanda kullanılarak, çeşitli ülkelerin bayraklarında yer alır. Bazı bayraklar dikey olarak durduklarında, alt kısımlarındaki üçgen çıkıntılı şekilleriyle üstteki ters piramit simgesini oluştururlar. Bunun tersine alt kısımlarının üçgen şeklinde oyuk olarak boşluk oluşturmaları da alttaki piramit simgesini oluştururlar. Alt kısımları kesilerek piramit şeklinde boş bırakılmış bayraklar, içi üçgen olarak kesilmemiş, yalnızca farklı renklerle üçgen olarak düzenlenmış bayraklarla aynı anlamı taşırlar. Bununla birlikte içi üçgen şekilde oyuk bayraklar, piramitin anlamını içi dolu üçgen bayraklardan daha da gerçekçi bir şekilde simgelerler. Bu tür alt kısmı üçgen kesik bayraklar, karşıdan bakıldığında bu kesik bölümlerinden arka kısmı gösterirler. Bu bayraklardaki üçgen (Piramit) boşluktan bakıldığında arka kısımda görülen şey dünyanın kendisidir. Görülen bu dünya ise Yerküre'nin kendisi değil, yalnızca üzerinde piramitin unsurlarını içeren dünya düzenidir (Altıyüzaltmışaltı). Bu şekilde, örtülü bir şekilde de olsa, piramitin asıl anlamı gösterilmiş olur. Piramit şeklindeki üçgenden açıkça görülebilen bu gerçek dünya, temelini dünyanın siyasal, dinsel ve ticari unsurlarının oluşturduğu, Altıyüzaltmışaltı olarak adlandırılan dünya düzenidir. Bu düzenin içinde askeri unsurlar ayrı olarak değil, siyasal unsurların parçası olarak görülmelidir. Bu piramit 1 ABD Dolarının arkasında da gösterildiği gibi, üst kısmında güneşle simgelenen Marduk'un bulunduğu piramittir. Piramitin bütün unsurları kendilerinde Marduk'a ait simgeleri taşırlar ve bu şekilde Marduk yüceltilir. Piramitin içindeki siyasal ve dinsel unsurlar birbirinden farklı görünerek, birbirleriyle rekabet içinde olsalar da, aynı piramite ait olduklarından, aynı ortak simgeleri kullanırlar . Piramit hiyerarşik bir düzeni içerdiğinden, kullanılan simgeler piramitin en tepesinden belirlenir. Bu yüzden piramitin alt kısmındaki yönetilenler, piramitin efendisi, sahibi (Baal: Efendi, Sahip), üstünde oturanı ve başkanı Marduk'un simgelerini taşırlar. Marduk'un simgelerinden biri olan bel küreği simgesi, eskiden günümüze kadar gelerek çok çeşitli alanlarda kendisini gösterir. Bunlar siyasal, dinsel olduğu kadar eğlence ve spor gibi alanları da kapsar. Sayısız dinsel yapılar Marduk'un bel küreğini simgeleyecek tarzda yapılmışlardır. Eskiden yapıyı taşıyan kemerler kullanmak bir zorunluluktu. Bununla birlikte bu yapılardaki bel küreği şeklindeki mimari özellikler, ne yalnızca mimari bir zorunluluktan dolayı, ne de estetik bir şekil olarak bel küreği olarak yapılmışlardır. Bu türden yapılan yapılarda bel küreği şekilleri, sıklıkla kapı girişlerinde, pencerelerde ve binaya ait çeşitli kısımlarda kendini gösterir. Bu yapılarda bel küreği simgelerinin başaşağı 180 derece ters duruyor olması yalnızca mimari bir zorunluluktan kaynaklanır. Bu şekilde bu simgeler aynı zamanda binaların taşıyıcı sistemlerini de oluşturan birer kemer görevi görüyor olsalar da, asıl olarak Marduk'a ait simgelerdir. Bu yapılardaki bel küreği şekilleri, bazen üzerinde bir ziggurat ya da bir piramit üçgen şekille birlikte bulunurlar. Bu şekilde, artık bir harabe olan eski Babil zigguratı ve piramitinin simgeledikleri de belirtilmiş olur. Mihrab olarak da adlandırılan Marru'lar, Marduk mabetlerinin baş köşesinde, tapınılan ve secde edilen yönün tam ortasında bulunur. Ya da tam bu yerin arkasında bir duvar ya da pencere olarak yeralır. Mihrab sözcüğü içinde rab sözcüğünü barındırarak, mabetlerin bu kısmı için uygun bir terim olma özelliği gösterir. Çünkü Marduk'a ait sıfatlardan biri olan Baal, efendi anlamına gelir ve bu sözcük çoğunlukla rab olarak kullanılır. Marduk'un tapıcıları Marru'nun önünde secde ederek tapındıklarında, Marduk'u rab olarak tanrılaştırarak yüceltmiş olurlar.
27 Eylül 2016 Salı
Unutulmuş Sanatlar.Tombak Sanatı
Geleneksel kültür miraslarımızdan biri olan Tombak sanatı, Osmanlı döneminden günümüze taşınmıştır. 18. yüzyılların başında gelişmeye başlayan sanat dalı, altın ve gümüşün çok pahallı olmasından ötürü ortaya çıkmıştır. Osmanlı devletinin maden sanatı alanında yer alan Tombak, altın görünümü ile bezenmiştir. Dini mekanlarda, mimari yapılarda ve askeri alanlarda sıklıkla kullanılmıştır. Zamanla mimari süslemelerde ve kap, vazo türü eşyalara form verilmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. Askeri teçhizat olarak kullanılan madeni sanat dalı olarak da önem görmektedir. Osmanlı döneminde askeri alanda yapılan eserler ilk örnekler olarak müzelerde yerini almaktadır. Geleneksel sanatlar arasında en görkemlisi olarak nitelendirilmektedir. Ve Osmanlı sanatının gelişmesinde büyük etken olan tombak, diğer ülkelere de örnek olmuştur.
Osmanlı Döneminde altının ve gümüşün pahallı olması ya da nadir bulunmasının yanı sıra altın kullanmanın günah olduğu gerekçesi ile de bu sanat dalı ortaya çıkmıştır. Maddi ve dini unsurların yanı sıra gelen konuklara ihtişamın ve zenginliğin göstergesi niteliği taşıyan altın ve gümüşten oluşan eşyalar ile ikram etmek ayıptır ve görgüsüzlüktür. Bu etmende bu sanatın gelişmesinde büyük rol oynamıştır.
Tombak, altın, civa karışımı ile harmanlanmış bakır eşyadır. Günümüzde de halen yaygın olan ve uygulanan bu sanat dalı, damga ve kitabelerde de görülebilmektedir. Topkapı Sarayı silah bölümünde tombak sanatı ile yapılmış, zırh, miğfer, kalkan, salah damgası gibi askeri gereçler kullanılmıştır. Hemen hemen her alanda eserleri bulunan bu sanat, Osmanlı mutfağında da kullanılmıştır. Kapların kime ait olduğunu belli etmek için bu sanat dalına ait şekiller ve teknikler kullanılmıştır. Hatta Osmanlı döneminde sahtekarlığın önüne geçmek için yine bu sanat dalından esinlenerek damgalar üretilmiştir. Günümüzde ise kemer tokaları, kahve fincanı ve güğümü, tepsi, ibrik, hamam tası, sahan gibi gereçler, bu teknik ile formlaştırılmıştır.
Tombak sanatının bazı teknikleri bulunmaktadır. Altın ve gümüşün nadir bulunduğu dönemlerde bu madenlere benzer bir teknik geliştirmek için kullanılan bu sanat dalı için, altın ve gümüşte olduğu gibi tombak malzemeleri de civa içinde sıvılaşabilmelidir. Bu iki karışım bu teknikte amalgam adı ile nitelendirilmektedir. Uzun yıllar deforme olmadan muhafaza edilen ve sağlam pürüzsüz yapıya sahip olan teknik, bu özelliği ile hala gündemini korumaktadır.
Tombak Sanatının Yapılışı Yapacağınız objeden önce, tombak sanatı için gerekli olan karışımı porselen ya da cam eşyada harmanlamak gereklidir. Bu kaplar içinde, Civa ve 24 ayar altın çok ince kıyılarak sıvılaşmış bir hale getirilir. Bu karışım be pürüzsüz sıvılaşma işlemi ahşap kaşık ya da çubuk yardımı ile gerçekleştirilir. Bu karışımın daha pürüzsüz hale gelmesi ve daha akışkan hale dönüşmesi için tülbentten geçirilir. Bu sanatı yapacak obje iyice dezenfekte edilir. Karışımı objeye sürmek için, fırça ya da bez tampon kullanılır. Yüzeye karışım iyice yedirilerek sürülür ve odun kömürü ateşi üzerine konularak iyice kuruması ve civanın uçması sağlanır. Odun ateşinin küllenmiş olması şattır. Şimdilerde düşük ısıda fırınlarda da bu işlem yapılabilmektedir. Civanın uçma işlemi esnasında ağzınız mutlaka kapalı olmalıdır. Çünkü civanın içinde bulunan zararlı etkenler, iç organlara zarar verebilir ve bunun sonucu ölüm olabilir. Bu sanat ile uğraşan birçok üstat bu yüzden yaşamlarını yitirmiş ve birçok tehlikeden geçmiştir.
Tombak sanatı tekniği ile oluşturulan eşyaların deforme olmamasının sebebi, yapılan karışım yüzeye sürülünce obje onu içine çeker ve özdeşleşir. Bu da tabaka oluşumuna engel olur ve çizik, darbe, döküntü gibi olumsuz durumlar ile karşılaşmayı önler. Osmanlı döneminin üstatları, bu sanat dalına birçok eser sunmuştur. Fakat bu eserlerin çok azı günümüze kadar taşınmıştır. Maddi zorluklar esnasında birçoğu satılmış ve ihtiyaç duyulan alanlarda kullanıldığı için zamanla kaybolmuştur. Fakat geleneksel sanat meraklıları bu sanatı devam ettirerek öz kültürümüze sahip çıkmayı başarmışlardır.
DOKUZ KÖKLÜ DOKUZ DALLI KAYIN AĞACI ULU KAYIN
Kayra Han tarafından dikilmiştir. Dünya ile birlikte yaratılmıştır. Dünyanın, yeraltının ve gökyüzünün tam merkezindedir. Dalları gökyüzünü ayakta tutar. Kökleri toprağın tüm katlarını delip yeraltı okyanusuna kadar uzanır. Öksökö kuşu etrafında dönerek uçar ve bazen de tepesine konar. Dokuz boy (Türklerin dokuz kavmi veya yeryüzündeki dokuz büyük insan ırkı) bu ağacın dokuz dalından türemiştir. Umay Ana Yaşam Ağacı’nın sahibidir ve yeryüzüne inerken bu ağacı kullanır. Kübey Hanım bu ağacın içinde yaşar. Kökleri yeraltına, dalları gökyüzüne uzar. Köklerinden yaşam suyu (Bengüsu) akar. Her dalı, altından yetmiş yapraklı olarak tanımlanır. Yapraklarının büyüklüğü birer at derisi kadardır. Türk mitolojisinde çok önemli bir yere sahiptir. Gökleri delip bilinmez yüksekliklere çıkar. Uluğ Kayın’ın dallarından biri Güneşe biri de Aya uzanır.
Ulu Kayın’ın köklerinden yaşam suyu (Bengüsu) akmaktadır
kayın” kelimesinin “kadın” anlamına gelir onun doğurganlığınını ifade eder,
Türkler için en çok çam ve kayın ağacı kutsal kabul edilmekte ve bunlardan sonra da çınar ve servi ve dut ağacı gelmektedir.
Kayın ağacının tepesinde Ülgen oturur. Bazen bir çam ağacı olarak kabul edilir. Ağacın bir yanında ay bir yanında ise Güneş bulunur. Bazen Demirdağ’ın üzerinde durduğu kabul edilir. dokuz gölgelİ, dokuz köklü olarak anılır. İnsanların ruhları bu ağacın dalları arasında uçuşur durur. Bu ruhlar küçük kuşlara benzerler. Osmanlı Devlet’nin kurucusu Osman Bey’in rüyasında gördüğü, büyüyüp tüm Dünyayı kaplaya ağaç da Uluğ Kayın’a benzemektedir. Ağaca bez (çaput) bağlayarak dilekte bulunma da yine Uluğ Kayın ile bağlantılı görünmektedir. İlge denilen reçinesi, onu yiyenlere müthiş bir güç verir. Çuvaş bayrağında sembolize edilmiş bir hayat ağacı vardır.
Kayın ağacına verilen önem, Türklerin akrabalık bağlarını gösteren isimlerde de “kayın” sözcüğünü kullanılmasıyla görülür
Kayın ağacının kabuğu bir bütün olarak kolayca çıkarılabilir veya soyulabilir. Bu nedenle, ateşte ısıtılır veya kurutulursa oldukça sağlam olan kayın ağacı dallarının birkaçının yukarıdan çatılmasıyla oluşturulacak çadır iskeletinin kaplama malzemesi olarak kullanılmış ve “deri” ve “keçe” gibi daha geç dönemlerin kültürel materyalleri ortaya çıkıp üretilip tüketilinceye kadar, yazlık ve kışlık barınak yapımında kullanılmıştır. Kolay ve ucuz üretilmesi ve kullanışlılığı nedeniyle 20. yüzyıl başlarına kadar bu tür çadırların Sibirya’daki varlığı bilinmektedir.
Kayın ağacının kabuğu Sağlam liflerden oluşması nedeniyle ıslatılıp suda dövülmesi halinde “ilkel kumaş” diyebileceğimiz esneklikte bir materyale dönüşebilmekte ve şekillendirilip kurutulma suretiyle, en azından çeşitli ilkel örgü çanta, sepet yapımını olanaklı kılmaktadır. Bu uygulama doğrudan olmamakla birlikte temel fikir olarak çok daha sonra gelişecek olan “keçe” ve “keçecilik” sanatlarının teknik ve uygulama olarak öncüsü konumundadır
Kayın ağacının dalları Özellikle ateşte ısıtılıp kurutulma suretiyle başta “dayak”, “sopa” ve yukarıda işaret ettiğimiz şekilde “çatılarak” oluşturulan “çadır direği” olmaya uygun özellikler ve kullanımlara sahiptir. Daha işlenmiş ve gelişmiş şekliyle “yay” ve özellikle “düzgün” ve “budaksız” ince dallar “ok” yapımında kullanılmıştır. Sele, sepet ve benzeri araç ve gerecin yapımında da kayın ağacının ince esnek dallarından yararlanılmıştır. Bunlardan bazıları balık yakalamak amaçlı olarak özel bir tasarıma sahiptir.
Kayın ağacının külü ve talaşı Kayın ağacının külünün geleneksel pek çok ilacın yapımında kullanıldığı bilinmektedir. Aynı şekilde kayın ağacının talaşı da, başta el, parmak ve ayaklardaki kesilmelerle oluşan yaraların sağaltılmasında olmak üzere çeşitli geleneksel halk ilaçlarının yapımında kullanılmıştır.
Kayın ağacının özsuyu veya sütü ağacın gövdesinin çizilmesi halinde dışarıya çıkıp akan ve ağaca saplanacak küçük bir kıymık yardımıyla da toplanabilen özsuyudur. Şorlar ve Teleutlar, buna “kaynıng sünezi” demektedirler. Bu “süt”ümsü görünümlü ve “ağız sütü kıvamı”ndaki kayın özsuyu, adeta kayın, yani “kadın” ağacının/ananın sütü olarak tasavvur edilmiş olmalıdır. Özellikle, sosyo-kültürel yapıya kadınların hâkim olduğu “anaerkil” ve bitki ve ağaç köklerini devşirmenin esas geçim kaynağı olduğu “toplayıcılık” döneminde, adeta süte yani “süne”ye sahip olan ve bir kadın gibi de akça-pakça olması nedeniyle Anadolu’da çoğunlukla “akçakavak” dediğimiz kayın ağacının, Türk mitolojisinde “köken miti” olacak kadar kutsanmasının belki de en önemli maddi kültürel nedeni budur.
Batı ve Doğu Sibirya’da adeta bir okyanus gibi uzayan uçsuz bucaksız kayın ormanlarında, yiyecek içecek hiçbir şey bulamayıp aç kaldığınızda, kapısını esin bir taşla “çal”arak, belki de böylece “korkut”arak, “süne”sini sütünü istediğiniz kayın ananız, sizi esirgeyerek, açlıktan ölmenizin önüne geçecek, hemen her daim hazır, kolayca ulaşılan en yaygın kaynaktır. Kayın ağacının özsuyu tüketimi ve üretimi bu bölgede batı kökenli gazlı içecekler yayılıncaya kadar hâkim konumdayken, günümüzde de daha çok mide hastalıkları başta olmak üzere geleneksel halk ilacı kimliğine yakın bir şekilde ikincil bir konumda üretilip tüketilmektedir.
21 Eylül 2016 Çarşamba
Türklerde doğaüstü varlık inançları
Türk Halkbilimindeki sözlü anlatımlar içinde, olağanüstü özellikler
taşıyan, gizli güçlere sahip oldukları düşünülen fakat ne olduğu bilinmeyen
varlıklarla ilgili pek çok inanç ve uygulama vardır.
Bunlara genel olarak cin, peri, cadı denirse de; bir kısmı karakoncolos,
Congolos, Kara-kura, Karakorşak, Kamos, Kayış Ayak, At Binen Cin, Çarşamba
Karısı, Ağırlık, Albastı gibi özel isimler taşırlar.
Başkent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi TDE Bölümü Yard. Doç. Dr. Ayşe
Duvarcı'nın; Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi Bilig'in 2005 - Kış
tarihli, 32. sayısında yer alan Türk İnançlarında Doğaüstü Yaratıkları
konu edinen makalesidir. Makaleye kaynaklık eden eserlerin listedi ve dipnotlar
söz konusu dergidedir.
Türklerde Tabiat Üstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar,
Uygulamalar.
Bu makalede sözü edilen esrarengiz varlıkların kimlikleri, yaşadıkları
ortamlar, birbirleriyle ve insanlarla olan ilişkileri ve zararlarından korunmak
için alınması gereken tedbirler üzerinde durulmuştur. Ayrıca İslam öncesi Türk
kültürünün çeşitli dönemlerinde de yer-su ruhları olarak adlandırılan bu
varlıkların, islâmî dönem içinde yer alışları, Kur'ân-ı Kerim'de cin adıyla
anılışları ve insanlarda yarattıkları etki ile psikolojiye konu edilişleri
üzerinde durulmuştur. Sonuçta konu halkbilimi açısından değerlendirilmiş, bu
tür varlıklarla ilgili anlatımların doğu ve batı kültürlerinde eş inanç
kalıpları şeklinde karşımıza çıktığı belirtilmiştir.
Türk halkbilimindeki sözlü gelenekler içinde insanların hayatını etkileyen,
inançlarla yakından bağlantılı, olağanüstü nitelikler taşıyan, gizli güçlere
sahip oldukları kabul edilen, ancak ne oldukları pek bilinmeyen varlıklarla
ilgili pek çok anlatı vardır. Bu anlatıların değerlendirilmesi, insanımızı
anlamaya, onun hangi düşünce ortamında yaşadığını bilmeye, tanımaya hizmet
eder.
Hem doğu hem batı kültürlerinde görülen ve inanç alanının ortak tasarladığı
kimlikler diyebileceğimiz bu varlıklar, atasözü ve deyimlerimizde cin fikirli,
cin gibi aklı olmak, cin çarpmak, cini tepesine çıkmak, cinleri başına
toplanmak, cinlerin cirit oynaması, cin başka şeytan başka, cin tutana bir
muska kafidir, cadı kazanı, cadı suya batmaz, perisi alçak' gibi ifadelerle yer
alırken masallara da konu olmuşlardır.
Ancak bu çalışmada cin - peri masalları ele alınmamış, onların ayrı bir
inceleme konusu yapılması düşünülmüştür.
Bu varlıklara Anadolu'da yerine göre; cin, ecinni, cadı, peri, şeytan, üç
harfli, iyi saatte olsunlar, pir (evin piri), sahip (evin, koyunların sahibi),
bekçi (evin, koyunların bekçisi), mekir, ferişte, feriştah, Rüküş Hanım, İbrik
Kalfa (Bayrı 1972: 199) gibi isimler verilirse de bunlar kimlikleri birbirine
karışmış, iç içe geçmiş şekilde karşımıza çıkarlar. Değişik adlarla anılan bu
söylence yaratıklarının özel kimlik taşıyanları ise bizim araştırmalarımıza
göre şöyledir.
Karakoncolos: Yurdumuzun farklı bölgelerindeki yaygın bir inanışa göre, kışın en
soğuk günlerinde insanlara zarar veren bir varlıktır. Kendine has özellikler
taşır. Zemherinin (kışın en soğuk zamanı, ocak) ilk on iki gününde sokaklarda
dolaşır, rastladığına "Nereden geliyorsun, Nereye gidiyorsun? Adın
ne?" diye sorarmış. Verilecek cevapların içinde mutlaka "kara"
kelimesi olmalıymış (Kara Köy'den geliyorum, Karasu'ya gidiyorum, Adım Kara
Hasan v.b) Aksi takdirde Karakoncolos elindeki kocaman tarakla vurarak
karşısındakini öldürürmüş. Bu durumdan korunmak için kış günleri evlerdeki
taraklar ortada bırakılmaz, saklanırmış. Bu yaratık kış yarısının cini diye de
adlandırılır (Boratav 1976: 99).
Sözlü kaynak verilerine göre bu cin özellikle yurdumuzun doğu Karadeniz
bölgesinde Karakonculu, Karakoncilo, Koncolos, Yaban Adam gibi adlarla
nitelendirilir ve kışın ormandan sahil köylerine fırtınayla geldiğine veya
denizden çıktığına inanılır. İnsanı taklit eden ve maymuna benzeyen bu cin
özellikle küçük çocukları ve yeni doğmuş buzağıları yemektedir. Bu durumu
engellemek için ev sahibi kapıya yörede 'kuymak' adı verilen bir yemek koyar
(Sürmene Güneşara Köyü).
Congolos: Yozgat civarında karakoncolos'un adı congolos'tur. Evlere kışın
ortasında, soğukların en fazla arttığı zamanlarda (10 ocak- 17 ocak) uğradığı
için Yozgat'ta bu günlere "congolos ayı" denir. Mevsim tarifleri
"congolos girdi, congolostan sonra" şeklinde yapılır. Bu yaratık,
açıkta duran yiyecek küplerine tükürür, idrarını yapar, böylece hastalıklara
sebep olurmuş. Bu yolla hastalığa yakalanan insanlara ise 'marazlı'
denmektedir. Congolos bazen de uyuyan insanı, yakınlarından birinin sesini taklit
ederek çağırır, uyanmazsa alıp götürür, dışarıda soğuktan donmaya terk edermiş.
Pancar olan evlere gelmeyeceğine inanılan congolosun evlere uğramaması için
pancar pişirilip, eşiklere gömülür veya lohusalara, dünürlere, sevilen
kimselere verilirmiş (Özbaş 1967: 12). Bu varlığa yuırdumuzun değişik
bölgelerinde koncolos, karakoncolos gibi adlar da verilmektedir.
Kara-kura: Erzurum ve Erzincan yöresindeki inanışlara göre bu tabiat üstü güç,
albastı gibi lohusalara musallat olan, onları korkutarak, ciğerlerini söküp
götüren bir varlıktır (İnan 1987: 262). Konya civarında anlatıldığına göre, bu
cin, keçiye benzeyen fakat kedi büyüklüğünde olan, insanların üstüne çökerek
onları boğmaya çalışan bir yaratık şeklinde düşünülür. Gün ışığından korkar,
güneş doğunca kımıldayamaz, ancak o zaman yakalanabilir. Ona yemin ettirdikten
sonra köle gibi kullanmak mümkün olurmuş (Boratav 1984: 74-79). Kara-kura
yatağında ekmek kırıntısı olan insanları da çok severmiş. Böyle yataklarda
uyuyanlar kara-kura tarafından bastırılır, kabus görür sıkıntı çekerlermiş
(Kalafat 2000: 93).
Kara korşak: Erbil'de Türkmenlerin eşek, köpek, domuz, keçi kılığına girdiğine
inandıkları bir cindir. Gece kapıları çalıp, ev sahibinin tanıdığı bir ses ve
kılıkla onu kandırarak çağırıp kaçırırmış. Bu cinden korunmak için pantolonun
düğmelerini açmak gerektiğine inanılır (Kalafat 2000: 69).
Kamos: Harput civarında görülen bir kötü yaratıktır. Tek başına uyuyan
insanların üzerine bütün ağırlığı ile çöker, onların çarpılmalarına bazen de
ölmelerine sebep olabilirmiş. Geceleri dolaşan bu cin anlatımlara göre bazen
iriyarı, bazen de cüce görünüşlüdür. Başında daima bir börk taşır. Bir insan bu
börkü kapmayı başarırsa elinde börk büyüklüğünde altın kalacağına inanılır.
Zaman zaman kara kedi şeklinde de görülebilen kamosun bastığı kişi, kanının
çekilip damarlarının kuruduğunu sanır. Kamos sözcüğünün kabus kelimesinin
anlamı ile benzeşmesi dikkat çekicidir (Kalafat 1999: 26).
Kayış Ayak: Romanya Dobruca Türkleri arasında tesbit edilen, lohusalara musallat
olan, hava karardıktan sonra ortaya çıkıp, şafak vaktine kadar dolaşan bir
cindir. Eğri bacaklı, korkunç görünüşlü bir yaratıktır. Lohusanın omuzlarına
ayakları önden sarkacak şekilde sımsıkı yerleşir ve onu istediği gibi
dolaştırıp, dilediğini yaptırır (Önal 1998: 52). Aynı adla anılan cin, Tire'de
yaptığımız derlemelerde de tespit edilmiştir.
At binen cin: Caferi Türklerin inanışlarında gece atlara binerek dolaşan bu adla
tanınan bir cin vardır. At sabahleyin terli ve yorgun bulunursa durum
anlaşılır. Cin ata binince onun yelesini örermiş. Bu cini yakalamak için atın
yelesine zift sürülür, onun buraya yapışması sağlanırmış. Bu şekilde yakalanan
cinler yakasına bir iğne takılarak esir edilir, her işte kullanılırmış. Fakat
esir cin bir gün elindeki ekmeği bir çocuğa verir, onu kandırıp, iğneyi
çıkarttırır, kaçarmış (Kalafat 2000: 271).
Çarşamba Karısı: (Çarşamba cadısı) Çarşamba günleri ortaya çıkan, dişi,
korkunç görünüşlü bir varlıktır. Dolaşma hakkı bir günle sınırlı olduğundan her
yeri çabucak gezer. Bu yüzden amaçsız, hiçbir iş yapmadan ortalıkta dolaşan
insanlara "Çarşamba karısı gibi gezip durma" denir (Tire, Ödemiş,
Bayındır).
Ağırlık: Yurdumuzun hemen her yöresinde yaygın olarak bilinen, derin uykuda
olan insanların üzerine çöken, bütün gücüyle bastırarak onların uyanmalarını
engelleyen, korkutup, boğulmalarına sebep olan kötü bir tabiat üstü varlıktır.
Üzerine ağırlık çöken insanlar uyudukları yeri bütün ayrıntıları ile
gördüklerini, bağırmak istediklerini, fakat seslerinin çıkmadığını,
üzerlerindeki güçlü kuvvetli biriyle mücadele ettiklerini, haykıra-rak
uyandıklarını söylerler. Aynı sıkıntıları yaşatan bir diğer kötü cinin adı
"karabasan" dır. Bu farklı anlatılara göre Türkiye'nin bazı
bölgelerinde canlı bir varlık olarak tasavvur edilirken (Ankara) bazen de
korkunç bir rüya olarak adlandırılır (Konya, Anamur, İstanbul).
Albastı: "Al, alkarısı, alanası, alkızı, albasması, alarvadı, alacama,
albıs, almış" gibi adlarla anılan, hemen hemen bütün Türk dünyasında
görülen olağanüstü varlıklardan biridir (Acıpayamlı 1974: 80, İnan 1972: 169).
Bu yaratık şamanizmdeki Al ruhunun günümüzdeki temsilcisi sayılabilir. (Genç
1999: 18). Elazığda buna "Elkarısı" da denmektedir (Yılmaz 1967: 215)
Keçi, tilki, kedi, köpek, buzağı, örümcek, kuş, gelin, kefenli ölü gibi çeşitli
kılıklarda görünürse de daha çok, uzun boylu, uzun parmak ve tırnaklı, dağınık
saçlı, yağlı vücutlu, el ve ayakları küçük, dişlek, bir bir dudağı yerde, bir
dudağı gökte, çıplak gezen, göğüslerinden birini geriye atmış, tepesinde gözü
olan çok çirkin, al gömlek giyen bu yaratık (Acıpayamlı 1974: 75).
Muğla'da denizden çıkan ve yalnız bırakılan çocukları çalarak dalgaların
dibindeki evine götüren bir kadın olarak tasarlanmaktadır (Boratav 1976: 99).
Dobruca Türkleri onu sarışın ve şişman bir kadın (Önal 1998: 52), Fergana
Özbekleri pejmürde kılıklı, dağınık saçlı bir kocakarı, (İnan 1987: 261)
Gagavuzlar bir dev olarak tasvir ederler (Güngör 1991: 43).
Kırgız-Kazak Türklerinin inanışlarına göre kara albastı ve sarı albastı
olmak üzere iki ruh vardır. Kara albastı ciddi ve ağırbaşlı bir ruh olup sadece
ocaklı insanlardan korkar. Sarı albastı ise hoppa ve şarlatandır İnsanlara
dokunmama sözü verebilir, fakat fırsatını bulunca mutlaka zarar verir (İnan
1972: 166-173).
Albastı'nın en çok lohusalara ve bebeklere düşman olduğuna, lohusanın
ciğerini sökerek suya attığına veya yediğine, bu yüzden elinde ciğer bulunan
bir kadın görülürse hemen yakalanması ve üzerine iğne, çuvaldız gibi bir metal
parçası takılması veya zift dökülmesi gerektiğine inanılır (Şakir 1939: 32).
Onu yakalayan kişi ocaklı olur ve 'alcı' adını alır. Al karısı, alcının
soyundan gelen kadınlara zarar veremez.
Alkarısından korunmak için doğum yapan kadın kırk gün kırk gece dışarı
çıkmaz. Ayrıca evde de yalnız bırakılmaz. Aynı zamanda baş ucuna Kur'an asılır.
Yastığının altına bıçak, makas, demir para, iğne, çuvaldız, maşa gibi metal
eşyalardan biri veya çörek otu, soğan, sarımsak kabuğu, süpürge konur. Bu ruhu
kandırıp, şaşırtmak için orta yere erkek elbiseleri de bırakılır (Acıpayamlı
1974: 83). Şayet anneyi değil çocuğu al basarsa bu çocuk 'ayyaş' olacağı yani
kendinden geçip bayılacağı için 'ayyaş aşı' pişirilip dağıtılır. Bu aş sokaktan
geçenlerin yakılan ateşe bir odun atmasıyla pişirilmektedir (Gökbel 1998: 95).
Alkarısı kırmızı renkten korktuğundan lohusanın başına al tülbent örtülüp,
yakasına kırmızı kurdela takılır. Ziyarete gelenlere kırmızı renkli şekerden
(nöbet şekeri)yapılan şerbet ikram edilir. Gagavuzlar ise doğumdan üç gün önce
ve üç gün sonra lohusaya su yerine rakı içirirler (Güngör 1991:43).
Alınan bütün bu tedbirlere rağmen lohusanın çok ağrısı varsa, morarıyor,
sayıklıyor, bayılıyorsa al bastığına karar verilerek bir hoca veya ocaklı
çağrılır. Tüfek atılıp, tencere kapakları vurularak, gürültü yapılıp bu ruhu
kovmak için uğraşılır.
Enkebit: İç Anadoluda görülen bir varlıktır. Anlatılara göre başında altın bir
fesi vardır. Sağ elinin ortası deliktir. Uyuyan insanların boğazlarını sıkarak
onları boğmaya çalışır. Başından fesini kapan kişiye dokunmaz (Çobanoğlu 2003:
137).
HınkırMunkur: Yakaladığı insanları önce boğarak öldüren sonra da yiyen bir
yaratıktır (Çobanoğlu 2003: 137). İnsana benzer, fakat göbeğinde bulunan
bulunan bir torbanın içinde yavrusunu taşır. En korktuğu şey üzerine idrar
yapılmasıdır. Böyle tehdit edilirse ortadan kaybolur.
Demirkıynak: Bigadiç dağlarında yaşayan, her kılığa girebilen, korkunç sesler
çıkararak insanların delirmelerine sebep olan, çok pis kokulu bir yaratıktır
(Çobanoğlu 2003: 138). Sudan çok korkar. O göründüğü anda dere veya göle giren insanlara
bir zarar veremez.
Cadı: Türk inanışındaki cadı kavramı hem olağanüstü varlıkların genel
adlarından biri hem de kaynağını daha çok batılı efsanelerden alan özel bir
varlığın adı olarak kullanılmaktadır. Rumelideki Türk yerleşim birimlerinde
cadı kabulü, geceleri mezarından kalkıp dolaşan, saçı, başı dağınık, tırnakları
uzamış, pis görünümlü, rastladıklarını öldüren bir kadın şeklindedir.
"Cadı gibi" sözleri de bu inanışı dile getirmektedir. Efsanelere göre
ölünün gömülmeden ışıksız bir odada bırakılması, üzerinden bir kedinin atlaması
ölüyü hortlatır. Bu durumdan kurtulmak için mezarın üstünde ateş yakmak gerekir
(Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi II-2).
Türk masallarında ise;büyü yapan, küp üstünde uçan, bin yıllık yolu bir
anda alan, sihirli bir hırkası olan, çirkin yaşlı kadın motifi cadı olarak
adlandırılır (Tezel, 1968: 553).
1833 yılında o zamanlar Türk idaresinde bulunan Bulgaristan'ın Tırnava
kasabası kadısı Ahmet Şükrü Efendi, bu kasabada yaşanan bir olayı
"Tırnovada cadı türedi, gün battıktan sonra ortaya çıkıyor, un, yağ, bal
gibi şeyleri birbirine katıyor, yastık, yorgan ve bohçaları açıp dağıtıyor,
insanlara saldırıp tecavüz ediyor.....Bunu önlemek için Nikola adlı bir
cadıcıyla pazarlık ettik......Mezarlıkta cadıların yerini buldu. Kalplerinin
üzerine kazık çakıp, kaynar su dökerek öldürdük" diyerek hükümete resmi
bir mektup yazmış, bu yazı devletin o zamanlar resmi gazetesi olan Takvim-i
Vekayi'nin 19 Rebiülevvel 1249 tarih ve 68 numaralı nüshasında yayınlanmıştır
(Koçu 1962: 310).
Şu anda Romanya sınırları içinde olan Sarıgöl'ün Çor ve Kırımşah köylerinde
topraktan ve mezardan korkunç bir sesle kalkan cadılardan, bunların evlere,
hayvanlara zarar verdiğinden, çocukları tabanlarından emerek öldürdüğünden,
ancak yüreklerinden yere çakılıp, üzerlerine kireç dökülerek yakılırsa yok
olacaklarından bahseden anlatılar vardır (Saygı 1962: 150). Gagavuz Türklerinde
ise ölüm saçan kambur bir yaşlı kadın şeklinde düşünülen taun (meçikli),
günahkar insanların mezarlarda hayvan şekline girerek oluşturduğu, her şeyi
yiyip yutan, salgın hastalıkları yapan obur (hobur), uzun gömlek giyerek,
viranelerde çeşme başlarında oturan ve insandan korkan tılsım adlı cinler
vardır (Güngör 1991: 39-43).
Şeytan: İslamiyetten önceki Arap inanışlarında "kötülük yapan cin"
olarak dile getirilen şeytan kavramı, Yahudi, Hristiyan ve İslam geleneğinde
Allah'ın yarattığı ilk insan olan Hz. Adem'e secde etmediği için cennetten
kovulan, 'baş kaldıran melek' anlamında kullanılmıştır (Hançerlioğlu 1994:
582). Kur'an-ı Kerimde adı İblis olarak da geçen şeytandan (Bilmen tarihsiz:
Ayet 7-11) çeşitli ayetlerde bahsedilir (Bakara-34, Ali imran-36, Nisa-117,
Araf-11, Hicr-17-18, Nahl 98-100, İsra 26-27-53 vb.). Şeytan kurnaz ve hilekar
olarak düşünülür. İnsanları doğru yoldan çıkarmak onun en önemli işidir.
Türkçede; şeytan azapta gerek, şeytan diyor ki, şeytan dürtmek, yüzünü şeytan
görmek, şeytan kulağına kurşun, şeytanın bacağını kırmak, şeytana pabucunu ters
giydirmek (Aksoy 1984: 893) gibi pek çok deyimde adı geçen bu şeytan,
yaptığımız olumsuz ve hatalı davranışlarımızın sorumlusu ilan ettiğimiz bir
olağanüstü yaratıktır.
Şeytan resim ve karikatürlerde insan gövdeli, boynuzlu, sivri kulaklı,
çatal ayaklı, kuyruklu, elinde mızrak taşıyan korkunç bir varlık olarak
tasarlanır.
Peri: Cinlerin dişileri peri adıyla anılırlar (Doğan 1981: 811). Güzellik
ve yardımseverlik sembolü olarak kabul edilen periler, problemleri çözme ve
becerikli olma özellikleriyle de tanındıkları için daha çok masal kahramanları
arasında yer alırlar.
Bunlardan başka yaptığımız araştırmada tarlaguzan, kalfa, keruş, keruşereş, İfrit, ferit, albız gibi olağanüstü varlıkların isimlerine rastladıy-sak da haklarında bilgi edinemedik (Taner 1983: 13). Bazı anlatılarda hırtik, çıtlık kuşu, kul, yol azdıran, gelincik (Çobanoğlu2003: 140) gibi isimlerle de karşılaştık.
Bunlardan başka yaptığımız araştırmada tarlaguzan, kalfa, keruş, keruşereş, İfrit, ferit, albız gibi olağanüstü varlıkların isimlerine rastladıy-sak da haklarında bilgi edinemedik (Taner 1983: 13). Bazı anlatılarda hırtik, çıtlık kuşu, kul, yol azdıran, gelincik (Çobanoğlu2003: 140) gibi isimlerle de karşılaştık.
Umacı, öcü, dev, gulyabani, dunganga, kuyu kızı gibi isim
taşıyan yaratıklar ise yaramazlık yapan, ağlayan, uyumayan çocukları korkutmak
amacıyla uydurulan, her çocuğun kendi hayalinde korkunç bir şekilde
canlandırdığı, var olduğunu ve kendisine zarar vereceğini düşündüğü
varlıklardır.
Bu olağanüstü yaratıkların özellikleri ve yaşadıkları yerlere gelince;
inanmalara göre, aslında aynen insanlar gibi fakat insanlara görünmeden
topluluk halinde, padişahlar ve beyler tarafından yönetilerek yaşarlar. Erkek
ve kadın cinsleri vardır. Evlenip çoluk çocuğa karışırlar. Çocuklarını da
kendilerinden olan varlıklar doğurtur. Hatta bazı güç doğumları da insan
ebeleri kandırıp, kaçırarak yaptırırlar (Taner 1983: 12). Müslümanları ve
kafirleri vardır. Eğlenceyi özellikle topluluk halinde def, darbuka, urna
çalıp, şarkılar söyleyerek eğlenmeyi çok severler. Bazen bu şenliklerine
insanları da kaçırarak zorla iştirak ettirirler.
Metamorfoz en bilinen özellikleridir. Her an kılık değiştirip, kedi, köpek
(özellikle siyah ve be-neksiz), yılan, horoz, tavuk, deve, keçi, tavşan, tay,
tilki, örümcek gibi hayvan, hayvanla insan arası bir yaratık, kefenli ölü,
arap, gelin, uzun saçlı beyaz sakallı bir yaşlı evliya şekillerine girebilirler.
Bazen ayaklar ve kolları geriye doğru ters olup, anormal derecede büyük ve
çirkin yaratıklar olarak görünürlerse de (Karadeniz 1986: 5) genellikle
küçücük, minik insanlar olarak kendilerini belli ederler.
Tabiat üstü varlıkların iyileri, kötüleri, hayırlıları, hayırsızları,
dindarları hatta evliyaları vardır. Hayırsız olanları evlerin daha çok eşik,
ocak başı, merdiven altı gibi yerlerini mesken edinirler. Bazen kendilerini
yukarıda saydığımız kılıklarda gösterirlerken bazen de varlıklarını kilitli kapılar
açmak, eşyaların yerlerini değiştirmek gibi çeşitli şekillerde belli ederler.
Halk bu gibi yerlere tekin değil der. Burada yaşayan göze görünmeyen
varlıkların insanı çarpacağına, ağzını, yüzünü eğeceğine inanır (Balcıoğlu
1952: 555). Tekin olmayan evlerin kira veya satış fiyatları çok düşüktür.
"İyi saatte olsunlar" ın önemli özelliklerinden birisi de bir
anda ortaya çıkıp, aniden kaybolmalarıdır. Evlere anahtar deliğinden,
bacadan, kapı altlarından süzülüp girebilirler. Hemen hepsi bilgilidir. İçlerinde
cahil olanları pek azdır. Hastalanıp, sakat kalabilirler, ölümleri daha çok bir
kaza sonunda olur. Ölülerini çöplüklere, tuvalet kenarlarına, pis yerlere
gömerler. Onların mezarlıkları buralardır.
Görünmeyen bu varlıkların yaşadıkları yerler arasında açıktaki tuvaletler, çöplükler, ulu ağaçların dipleri, ormanlar, saçak altları, bulaşık sularının birikintileri, izbe, ürkütücü, korkunç yerler, mezarlıklar, ıssız dere yatakları, terkedilmiş değirmenler, küllükler, kuyu başları, pınar kenarları, nehir yatakları, denizlerin kirli bölgeleri (Sabri 1933: 143), göl kenarları, bataklıklar, çeşme önleri (Ülkütaşır 1933: 84), mağaralar, büyük terkedilmiş evler, köşkler, kale ve saray harabeleri, hamamlar, samanlıklar, ahırlar, evlerin eşikleri, ekmek kırıntılarının döküldükleri yerler, oturul-mayan, kimsenin olmadığı bölgeler sayılabilir (Boratav 1976: 89). 'İn-cin top atıyor' deyimi buraları anlatmaktadır.
Görünmeyen bu varlıkların yaşadıkları yerler arasında açıktaki tuvaletler, çöplükler, ulu ağaçların dipleri, ormanlar, saçak altları, bulaşık sularının birikintileri, izbe, ürkütücü, korkunç yerler, mezarlıklar, ıssız dere yatakları, terkedilmiş değirmenler, küllükler, kuyu başları, pınar kenarları, nehir yatakları, denizlerin kirli bölgeleri (Sabri 1933: 143), göl kenarları, bataklıklar, çeşme önleri (Ülkütaşır 1933: 84), mağaralar, büyük terkedilmiş evler, köşkler, kale ve saray harabeleri, hamamlar, samanlıklar, ahırlar, evlerin eşikleri, ekmek kırıntılarının döküldükleri yerler, oturul-mayan, kimsenin olmadığı bölgeler sayılabilir (Boratav 1976: 89). 'İn-cin top atıyor' deyimi buraları anlatmaktadır.
Cinler insanlarla bazen iyi bazen kötü ilişkiler kurabilirler. Ellerinden
herşey geldiği için yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Kızdırılmazlarsa veya
kendilerine bir kötülük yapılmazsa genellikle kayıtsız kalırlar. Bazen bir
yolcuyu yanlış yönlendirmek, olmadık bir yere tuvalet ihtiyacını yaptırmak gibi
şakalar yaparlar. Bazen de durmadan bir insanın adını seslenirler. Buna önem
verilmezse bir şey yapmazlar. Şayet kötü kelimelerle tepki verilirse o insanı
kaçırırlar. Böylece o kişi ecinnilere karışır. Zaman zaman kadın veya erkekler
cinlerle evlendiklerini söyleyerek normal hayatlarından uzaklaşırlar. Bunlara da
karışmış insanlar denir. Bu varlıklar kendilerine yardım ve mutlu edenleri
ödüllendirirler. En büyük ödülleri sevdikleri kişiye soğan, sarımsak kabuğu
hediye etmektir. Bunlar eve götürüldüğünde veya gün ışıdığı zaman altın
olurlar. Bazen tersini de yaparlar, altın, gümüş, diye verdikleri sabahleyin
soğan kabuğuna dönebilir. Bu durum insanların yaşadıklarını bir başkasına
anlatması halinde ortaya çıkar. Bunlar insanları kandırıp köle haline
getirebilir, bütün işlerini yaptırabilirler.
Cin ve peri padişahları adaletlidir. Şehir dışındaki ulu ağaçların
altına mahkeme kurup, onların zarar verdiği insanların şikayetlerini dinlerler.
Cin muhafızı tarafından mahkemeye getirilen cin, yargılanır. Şayet suçlu
bulunursa ölüme bile mahkum edilebilir (Bayrı 1972: 199).
Ecinniler insana tek başınayken görünürler. İki kişi bir aradayken ortaya
çıkmazlar. Gün ışığını sevmezler. Akşam karanlığı iyice çöktükten sonra gezmeye
çıkıp, gün ışıyıncaya ve horoz sesleri duyuluncaya kadar dolaşırlar. Gece
herkesin uyuduğu saatte Kur'an okunursa onların rahatça gezmelerine engel
olunacağı için bunu istemezler. Okuyan kişinin yanına yaklaşmazlar fakat
çeşitli şekillerde korkutarak yatmasını sağlarlar.
Tabiat üstü varlıkların insana verdiği zararlar; çarpılmak, uğramak,
erişmek, karışmak, dokunmak, ilişmek gibi kelimelerle adlandırılır. Eskiden
bazı Türk boyları cin çarpmasına 'kovuç' veya 'kovuz' diyorlardı (Kaşgarlı
1986: III, 163). Bu adlarla anılan hastalıkların sebep olduğu belirtiler
olarak, insanın ağzının çarpılması, eğrilmesi, dilinin tutulması, kolunun çolak
olması, kendini kaybedip çırpınması, sayıklaması, yürürken dengesini
kaybetmesi, ayaklarının aniden tutmaması, yıkanmak istememesi, kirli, pis,
saçlı sakallı dolaşması, mevsime uymayan kıyafetler giymesi (Hulusi Ahmet 1972:
94) şayet söz konusu bir çocuksa sürekli ve sebepsiz yere ağlaması sayılabilir.
İnanışa göre dişi cinlerin çarpması daha tehlikelidir. Çünkü bunlar etraflarına
erkek cinleri toplayıp grup halinde gezerler, (Taner 1983: 12) saldırgandırlar.
Bilinmez varlıkların verdiklerine inanılan zararlar bu kadar büyük olunca
elbette bazı önlemler de geliştirilmiştir. Öncelikle bu varlıkların adlar
söylenmez. Bahsetmek gerekince "iyi saatte olsunlar, bizden uzak
olsunlar" denir. Onları ürkütecek, kızdırıp korkutacak hareketlerden
kaçınılır. Bu varlıkların yaşadığı düşünülen yerleri kirletmemeli, bulaşık
sularını veya sıcak suyu akşam saatlerinde açığa ya da kapı önlerine dökmemeli,
açık yerlerde tuvalet ihtiyacını gidermemeli, karanlık ve pis yerlere girerken,
"Bismillah, destur, tu tutu" demelidir. Bu sözlerle oranın
sahiplerinden izin istenmiş, gönülleri hoş edilmiş olur (Kalafat 1993: 50, 57).
Özellikle çocuklar bunları söylemeye çok dikkat etmelidir. Bazen sokağa
kirli su dökmek gerekirse " destur ya ahd-i Süleyman" denir. Cinler
Süleyman Peygambere "senin adını anan kişiye dokunmayacağız"
dedikleri için, bu sözlerle o sözleşme hatırlatılmış olur (Boratav 1984: 87).
Küplere veya dolaplara yiyecekler konurken, yeni kıyafetler alınınca, kızların
eşyaları çeyiz sandığına konurken "Besmele" çekilmezse, bunların bir
kısmını cinlerin götüreceğine veya zarar vereceğine inanılır. Sandıklarda uzun
zaman bekleyen beyaz kumaşlarda sarı bir leke oluşmuşsa "burada, şeytan
doğurmuş, Besmelesiz koymuşuz" denir. Köpeklere ekmek vermek, yedi
mahalledeki cinleri kaçırmak için ak horoz beslemek de yapılan
uygulamalardandır (Tanyu 1967: 93).
Cinlerden korunmadaki yöntemlerden birisi dua etmek ve çeşitli ayetler
okumaktır. En etkili dualar, İhlas, Ayet el-kürsi (Gökbel 1998: 24) ve Cin
sureleridir.
Halk dua olarak bazı sözleri de tekrarlar. Mesela Bursa'da gece yalnız
yürürken insanın karşısına aniden çıkan kara kedi ve köpekten korunmak için
"es, es neuzibillah, uzak dur benden, korkmadım senden" denir
(Bursa).
Ayrıca imanlı olmak, Allah'a ve Peygambere itaat etmek çok önemlidir. Böyle
insanları cinlerin rahatsız etmeyeceği söylenir. Tedbirlerin en yaygınlarından
bir diğeri insanın çeşitli duaların yazılmasından meydana gelmiş bir muska
taşımasıdır. Cinler üzerinde koruyucu güç bulunan bu kişiye ilişemezler. Ayrıca
ecinni taifesi cami, türbe, Kur'an okunan kutsal mekanlar ve koyun ağıllarına
giremezler. İnanışa göre koyun peygamber hayvanıdır. Bu yüzden onlara
yaklaşamazlar. Ayrıca yeni sürülmüş tarlalara da girmeleri yasaktır. Eğer bir
insan gece yalnız başına kalmışsa, üzerinde bir ağırlık, vücudunda bir titreme,
korku varsa etrafını cinler sarmış demektir. Bu kişi hemen yeni sürülmüş bir
tarlaya girerse cinler dağılır (Taner 1983: 14).
Cin ve perilerin şerrinden korunmak veya onların sebep olduğu hastalıkları
engellemek için "şerbet dökmek’’ de uygulanan yöntemlerden biridir.
Şerbet, şekerli suyla hazırlanır. İstanbulda uygulaması şöyledir.
"Doğrudan hastanın kendisi veya ailesinden biri tarafından hazırlanan
şerbetin üstüne üç İhlas, bir Fatiha okunup, üflenir. Gece yarısında bir
dörtyol ağzına 'Besmele' ile dökülürken "al derdimi, ver sağlığımı, biz
sizin ağzınızın tadını veriyoruz, siz de bizim ağzımızın tadını verin"
denir’’ (Bayrı 1972: 103).
Ayrıca yeni taşınılan evlerin cinlerini memnun etmek için mutfak, merdiven
altı, kiler, bodrum, bahçe gibi yerlere şerbet dökülür. Böylece kazanın def
edildiği düşünülür. Karakeçili Türkmenlerinde bu şerbet yedi cins yiyecekle
hazırlanır (Kalafat 1999: 49).
Bu iyelerin hemen hepsi iğne bıçak, makas, orak gibi metalden yapılmış
araçlardan, duadan, Kur'an'dan, gürültüden korkarlar. Cinlerin geldiği
düşünülünce davul, kazan, teneke, tencere kapağı çalınıp, silahlar atılır,
ceviz kırılır. Bu yüzden cinlere karşı korunaksız olduğu düşünülen ve hayatın
önemli geçiş dönemlerini yaşayan yeni gelinler, lohusalar ve bebeklerin
üzerlerinde, yastıklarının altında veya odalarında bu malzemeler bulundurulur.
Cinler saydığımız bu insanlarda yoğunlaşarak büyük zararlar verebilirler Çünkü
yeni hayat daima bilinmezlerle doludur. İkinci defa evlenen insanlar bu
tehlikelerle karşılaşmazlar (Westermarck 1962: 17). Zira evlilik yeni değildir
ve sırlarını kaybetmiştir
Cin çarptığına inanılan insanlar ise önce halk arasında 'nefesi keskin
hoca' tabir edilen insanlara götürülüp, okutulur. Bu cinlerin gayri müslim
olduğu düşünülürse kiliselere gidilip hastaların keşişlere okutulduğu da
bilinmektedir (Tanyu 1967: 287).
Ayrıca çarpılan kişiler 'bakıcı'lara götürülür. Aynanın ve durgun suyun
cinleri topladığına inanıldığı için bakıcıların malzemesi bunlardır. Cindar
veya hüddam onların padişahı ile temasa geçip, o insanı serbest bırakmalarını
ister. Anlatılanlara göre bazen başarır, bazen başaramaz. Ayrıca tıpkı nazar
inancında olduğu gibi izinli ve ocaklı birisine kurşun döktürülür. Eski Türkler
cinlerin uğradığı kişiye öd ağacı ile tütsü yaparken, bir taraftan yüzüne soğuk
su serper, bir taraftan da kovuç, kovuç (kaç, kaç) diye bağırırlarmış (Kaşgarlı
1986: İÜ, 163).
Göze görünmeyen ve adlarına genel olarak cin-peri denen varlıklarla ilgili
inanç ve uygulamaları bu şekilde belirttikten sonra bu kabullerin eski
Mezopoyamya kültürleri (Tanyu 1967: 327), Orta Asya (Kaşgarlı: 1986 III, 163),
Amerika yerlileri (Hançerlioğlu, 1975: 125), İskandinav kültürleri
(Campbel, 2000: 84) de dahil olmak üzere günümüze kadar süregeldiğini,
Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi büyük dinlerde kabul gördüğünü söyleyebiliriz.
Doğu ve batı ülkelerinde eş kültür kalıpları halinde kendini gösteren bu
inançlar,
İskandinav mitolojisinde yolcuları denizin dibine çeken su perileri, ölen
savaşçıların ruhlarını derin denizlere götüren valkiryalar, geceleri insanları
alıp kaçıran çayır cinleri şeklinde tanınmaktadır (Hançerlioğlu 1975: 125).
Kuzey Avrupa, özellikle İzlanda kültüründe, dağlarda yaşayan cücelerin
varlığına, bunların göze görünmeyen yaratıklar olduğuna, belirli alanlarda
hüküm sürdüklerine ve refah getirme ya da yok etme güçlerinin olduğuna
inanılmaktadır. (Hjorleifur 1990: 57) Burada "Gryla’’ adını taşıyan,
yaramaz çocukları çantasına alıp dağlara kaçıran dişi cücenin yanında
"Yule kedisi" denilen ve işçileri tehdit eden bir olağanüstü
varlıktan da bahsedilmektedir. (Hjorleifur 1990: 58-59)
Norveç folklorunda ise kurt ve ayı, perilere ait evcil hayvanlar kabul
edilmektedir. Eğer bir avcı onlara zarar verirse sahipleriyle yüzleşmek
durumunda kalır (Vinger 1964-65: 33). Ayrıca Norveç inancında periler balık
bakımından en zengin gölleri bilirler ve buraları sahiplenirler. Bu göllerde
deniz kızları gibi başka doğa üstü varlıklarda yaşamaktadır (Vinger 1964-65:
39).
Türk inanç sisteminde var olan iyi ve kötü ruh (yir-sub)lar günümüzdeki
konuyla ilgili inanç ve uygulamaların en eski kalıntılarıdır. İslam öncesi Türk
toplulukları kendilerinin dışında kalan varlıkları ve olayları tamamen ruhsuz
ve ölü varlıklar olarak görmüyorlardı. Bunlara kutsallık imajı yüklüyorlar,
korkuyla karışık bir saygı da besliyorlardı. Bu varlıkların başında güneş, ay,
yıldız, göl, ırmak, pınar, dağ, kaya, ağaç, orman, ateş, ocak gibi yer ve su
kültleri gelmekteydi (Koca 2000: 170).
Buraların asıl sahipleri iye/ ruh adı verilen bu bilinmeyen güçlerdi ve
onları rahatsız etmemek, gücendirmemek gerekirdi. Taciz edilen kötü ruhlar
insanın vücuduna da girerek onu hasta edebilirlerdi. Türkçe'de hafif rüzgar
anlamına kullanılan yel sözü aynı zamanda cin veya kötü ruh manasında da
kullanılmıştır. Anadoluda vücudun çeşitli yerlerindeki ağrı ve sızılara
"yel" denir. İnanca göre vücudumuza giren kötü ruhlar bu ağrıları
yapmaktaydı (Ögel 1971: 309). Şamanların görevlerinden biri de bu ruhlar ya da
cinleri hastanın vücudundan uzaklaştırmaktı.
Türkler, tabiat varlıklarının canlı birer ruh taşıdığını düşündükleri gibi
bütün insanların da birer eş ruhunun bulunduğuna inanıyorlardı. Yakutlar buna
"ija kıl’’ (eş ruh) adını vermişlerdi (İnan 1972: 81). Kırgız-Kazakların
inançlarındaki "eş-arvağ" (eş ruh) da aynı şeydir. Bazen bu eş ruh
tilki, kartal gibi hayvan şekline de dönebilirdi (İnan 1972: 82). Kaşgarlı'nın
bildirdiğine göre sadece insanların değil, Türk topluluklarının veya yerleşim
bölgelerinin de "çıwı’’ adı verilen koruyucu cinleri vardı. İki bölgenin
halkı birbiriyle savaşırsa, onların cinleri de kendi halkını korumak için
aralarında çarpışırlar, cinlerden hangi taraf galip gelirse, onların koruduğu
halk da zafer kazanmış olurdu (Kaşgarlı 1986: III, 225). Anadoludaki inanışa
göre de her yerin belli cinleri vardır. Yabancı cinler başka yerlerde
barınamazlar (Taner 1983: 14). Bunlar da tıpkı insanlar gibi savaşıp birbirini
öldürürler.
İslamiyet'in Türkler arasında yaygınlaşmasından sonra Kur'an-ı Kerimdeki
cinlerle ilgili çeşitli ayetler, gelenekteki bu kabullerin dini bir dayanak
bulmasını sağlamıştır. Kur'ana göre "cinler, ışık ile ateş karışımından
yaratılmış, insanın derisinden bile geçebilen, ölümlü, iman etmekle yükümlü,
insana saygı göstermesi gereken istedikleri zaman görünme özelliğine sahip
varlıklardır. Dinsiz ya da Müslüman olabilirler. İsyancı olanlar kötü cinlerdir
ki bunlara şeytan da denir. Şeytanların en kötüsü ise İblistir. Bunlar
insanların yakın geçmişini ve geleceğini bilebilirler’’ (Bilmen tarihsiz: Ayet:
55-15, 15-27, 46-29, 30-31, 72)
Görüldüğü gibi "İslamiyetin onayladığı cin inancı, daha önce çok
çeşitliliğe ve işlevselliğe sahip olağanüstü varlıkların yerini almış, onları
asimile etmiş, ya da onları kendi bünyesine katarak çerçevesini genişletmiştir.
’’(Çobanoğlu 2003: 131). Sözlü gelenekteki cin-peri anlatılarındaki pek çok
motif, Kur'anda verilen bilgilerle örtüşürken, bazı efsane motifleri de
bunlarla karışmış ortaya yeni bir inanışlar dizisi çıkmıştır.
Konuya tıp bilimi açısından kısaca bakarsak, görünmeyen
varlıkların gerçekliğini reddeden psikoloji, bunlarla karşılaştığını ileri
süren insanların hasta olduğunu söylemektedir. İllisiyon veya halucination
terimleriyle ifade edilen bu tür anlatılar "objelerden gelen enerjinin,
duyu organlarını etkileyerek bir dürtü yaratması, ancak oluşan hayallerin
herhangi bir nedenle hatalı olarak algılanması (illusion), ortada bir nesne bulunmadığı
halde, sensoniyel bir algı olarak dışarı vuran mental bir hayali algılama
(hallucination)şeklinde tarif edilmektedir (Adasal 1977: 73).
Yine psikiyatriye göre tabiat üstü varlıklarla evlendiğini düşünme bir akıl
ve ruh hastalığı belirtisi, yani fonksiyonel ya da organik psikozların
semptomlarıdır. Bu psikozların içinde şizofreni ve paranoya sayılabilir. Şayet
bu duruma başkaları da inanıyorsa bu psikiyatride yargılama bozukluğu olarak
adlandırılır (Adasal 1977: 427-432).
Halk bilimi açısından konu değerlendirildiğinde, inanç alanındaki
verilerin pozitif bilimlerdeki yöntemlerle incelenemeyeceği görülür.
Toplumların kültürel çevresi dediğimiz dil, din, bilgi, inanç sistemleri gibi
kavramların kendilerine ait özel araştırma, sınıflandırma, analiz, sentez
yöntemleriyle ortaya konması gerekmektedir. Bu yazıda tabiat üstü varlıklar
inançlar çerçevesi içinde ele alındığından konu bu bağlamda irdelenecektir.
İnançlar doğruluğu sınanabilen kavramlar olmayıp sadece bir doğru sunma
durumu ve bir tasarımdır. Onların mutlaka bir gerçeğe uygun olması gerekmez. Bu
yüzden masallardan metafiziğe kadar bütün hayal ürünlerini kapsarlar. "
İnanç bilginin bittiği yerde başlar. İnsanlar bilmediklerini hayal gücüyle
tanımlamaya çalışırlar. Pratikte denetlenen inanç inanç olmaktan çıkar, bilgi
olur’’ (Hançerlioğlu 1975: 269).
Diyebiliriz ki bilgi yetersizliği insanların inançlara yönelmesi için bir
itici güçtür. Ayrıca insandaki hayal gücü de sınırsız ve sonsuz bir özgürlüğe
sahiptir. Bu durum bilinmeyenin çeşidini arttırarak inanç tablosunu
zenginleştirir. İnanç mekanizmasının yapısında bilinmeyene bilinenin
özelliklerini yakıştırma yani bir çarpıtma ve yansıtma işlemi de vardır.
Olağanüstü varlıkların şekillerini bilemediğimiz için, onları tanıdığımız
modeller olan insan veya hayvan şeklinde tasvir etmemizin temelinde bu yansıtma
işleminin olduğunu söyleyebiliriz.
Bilinmeyen bir zaman içinde, bilinmeyen bir olayın ortaya çıkmasından sonra
doğan bir inanç ögesi belli bir zaman sonra toplumun genelinde kabul görerek
ortak inanç unsuru haline gelir (Çelik 1995: 21). Her hangi bir konuya, duruma
inanan birey bu inancın sebeplerini bilmez, bilmeye gerek de duymaz. Onun için
önemli olan içinde yaşadığı toplumun bireylerinin neye inandıklarıdır. Yani
inanç bir duygu ve düşünce hareketi halinde insanın iç dünyasına hakim
olmaktadır (Tatlıoğlu 2000: 152). Ayrıca inanışların alt yapısında onu
şekillendiren, sosyolojik, psikolojik, tarihi ve kültürel dinamikler vardır.
Her inanç bunların bir bileşkesidir. Zaman zaman toplumlarda görülen psikolojik
baskılar, ekonomik çıkmazlar, dini sapmalar, eğitim yetersizlikleri inançların
şeklini değiştirip, derecelerini arttırarak hayatımızın hemen her alanında
karşımıza çıkmalarına sebep olurlar.
İnsanların gördüklerini, duyduklarını eksik ve yanlış yorumlamaları sonunda
kapıldıkları birtakım vehimler, bir uyarıcıyı hatalı olarak algılamak, çeşitli
engellerden dolayı yerine getirilemeyen istekleri tatmin arzusu, manevi bir
güvence arama ihtiyacı, dini bilgi eksikliği, bireyin başkalarının gözünde farklı
görünme isteği, açıklanmasından utanç duyulan olayların topluma bildirilmesi
zorunluluğu, bilinmeyeni hayal gücüyle tanımlama ve merak cin-peri anlatılarını
körüklemektedir. Özellikle cinlerin hayvan şeklinde düşünülmesinin sebebi
bunların faal kuvveti temsil etmelerinden (Westermarck 1962: 17) ve canlı
şeyler arasında hayvanların en esrarlı yaratıklar olmalarındandır.
Günümüzde konuyla ilgili bir anı-tecrübe yaşayıp yaşamadığını sorduğumuz
kişiler; bunları görmediklerini "artık insanların kendilerinin cin
olduğunu" söyledikten sonra "annemden, ninemden, dedemden duyduğuma
göre" diye başlayarak konuyu pekiştirip, doğrulayıcı yeni örnek olaylar
anlattılar. Tespitimize göre tabiat üstü varlıklarla ilgili anlatımlar, bu
varlıkların kendi mitolojisini ürettiklerinin göstergesidir. Çünkü olaylardaki
olağanüstü özellikler ‘’mucizesiz inanç yoktur’’(Malinovski, 1990-73) ilkesini
bize hatırlatmaktadır.
Ayrıca konuyla ilgili sözlü aktarımlarda olağanüstü varlıklar, yerel
yaşayışın özellikleri içine yerleştirilmiştir. Deniz kenarında, ormanlık
bölgede, bozkırda, dağlık yörelerde yaşayanlar tanık olduklarını iddia
ettikleri olayları bölgesel özellikleri yansıtarak anlatmaktadırlar. Bu
aktarımlarda yörenin coğrafyası, dil özellikleri, yeme içme alışkanlıkları,
yaşayış ve dünyayı algılayış tavırları dikkat çekici biçimde farklılaşır.
Mesela Karadeniz bölgesindeki cin- peri hikayelerinin arka planı ile Güney
bölgelerimizdeki anlatmaların arka planı farklıdır. Fakat bütün hikayeleri
birleştirici özellik ise hepsinde gerilim, korku, merak unsurlarının çok yoğun
olmasıdır. Hatta tema bunlar üzerine kuruludur. Bu yüzden cin - peri hikayesi
dinleyen çocuklar oldukça etkilenir. Bu anlatıların mesajları da vardır. Temiz
olmak, temizlik kurallarına uymak, bebeklerin ve lohusaların sağlığına dikkat
etmek, bilinip tanınmayan insanların çağrılarına kulak vermemek, küçük
çocukları koruyup, kollamak, geç saatlerde her türlü tehlikeye açık, ıssız
yerlerde dolaşmamak, başı boş dolaşan hayvanlara dikkat etmek, din ve ahlak
kurallarına uymak, bunların başlıcalarıdır.
Sonuç
olarak; cin-peri-cadı inanmaları halk kültürü araştırmalarının ö-nemli
konularından biridir. Bu gün sözünü ettiğimiz olağanüstü yaratıklarla ilgili
inanış ve uygulamalar magazin araştırmalarında, özel televizyon kanallarının
proğramlarında ele alınarak, özellikle genç kuşağın ilgi alanı içine dahil
edilmektedir. Bu varlıklarla temasta olduklarını söyleyen, onları davet
edebildiklerini iddia eden, onlardan nasıl yararlanılacağını bildiğini ifade
eden insanlar vardır. Hayatımızın akışındaki aksaklıklarda bu varlıkların suçlu
olduğu düşüncesi yaygınlaşmaktadır. İnsanları çarpıp hasta eden, aldatan,
karı-kocayı ayıran, değerli eşyalarımızı çalıp, saklayan onlardır. Günümüzde
popüler hale gelen bu güçlerin her çeşidi bilinmezlik, gizlilik dünyasının
vazgeçilmez varlıkları olarak yaşamaya devam etmektedir. Böylece onların geçmiş
zamanların ölü varlıkları olmadıklarını, günümüzde yeni fenomenler yaratan,
yaşayan folklorik dinamikler olduğunu söyleyebiliriz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)