12 Temmuz 2016 Salı

Pisagor


Pisagor (M.Ö. 596 - 500) Samos'lu Pisagor'un, Milattan önce 596 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Doğumu gibi ölüm tarihi de kesin değildir. Bugünkü adıyla bilinen Sisam Adasında 596 veya 582 yılında doğmuştur. Hayatı hakkında çok az bilgiler vardır. Bu bilgilerin birçoğu da kulaktan kulağa söylentiler biçiminde gelmiştir. Fakat, önceleri doğduğu yer olan Sisam Adasında okuduğu, daha sonraları Mısır ve Babil'e giderek oralarda bilgilerini ilerlettiği ve ülkesine geri dönerek dersler verdiği söylenir. Kendisinden önceki bilgilerin tümünü öğrenmiş ve derlemiştir. Kendisi, bir Yunan filozofu ve matematikçisidir. Ülkesinde hüküm süren politik baskılardan kaçarak, İtalya'nın güneyindeki Kroton şehrine gelmiş ve ünlü okulunu burada açarak şöhrete kavuşmuştur. Yarı söylentilere göre felsefe okulunun kurucusudur. Bu okul aynı zamanda dini bir topluluk ve o zamanın politikasına oldukça egemendir. Yine söylentilere göre, Pisagor'un matematik, fizik, astronomi, felsefe ve müzikte getirmek istediği yenilik, buluşlar ve ışıkları hazmedemeyen bir takım siyaset ve din yobazları halkı Pisagor'a karşı ayaklandırarak okulunu ateşe vermişler, Pisagor ve öğrencileri bu okulun içinde alevler arasında M.Ö. 500 yıllarında ölmüşlerdir. Bu nedenle Pisagor ve yaptıkları hakkında az bilgiler bize kadar gelmiştir. Pisagor'un ve öğrencilerinin yaptıklarının birçoğu bu alevler arasında yok olup gitmiştir. Pisagor, M.Ö. altıncı yüzyılda, dünyanın güneş etrafında hareket ettiğini ileri sürdüğü zaman oldukça sert olan bir hareketle karşılaşmıştır. O tarihlerde kağıt olmadığı için, bu buluşlarını nasıl elde edildiği, yine bu devirlerdeki bilgilerin hangisinin Pisagor'a ait olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Hatta, okuldaki öğretim araçlarının masa üzerindeki ıslak kum olduğu söylenir. Bu koşullar altındaki ilmi gerçeklerin tümü o zaman yazıya geçmediği için, birçoğu da zamanla kaybolup gitmiştir. Bu nedenle, Pisagor'un okulu ve öğrencileri ile birlikte yanmalarından, eser bırakıp bırakmadığı da kesin olarak belli değildir. Geometride, aksiyomlar ve postülatlar her şeyden önce gelmelidir. Sonuçlar bu aksiyom ve postülatlardan yararlanılarak elde edilmelidir düşüncesini ilk bulan ve ilk uygulayan matematikçi Pisagor'dur. Matematiğe aksiyomatik düşünceyi ve ispat fikrini getiren yine Pisagor'dur. Çarpma cetvelinin bulunuşu ve geometriye uygulanması, yine Pisagor tarafından yapıldığı söylenir. En önemli buluşlarından biri de, doğadaki her şeyin matematiksel olarak açıklanması ve yorumlanması düşüncesidir. Yaşayış ve inanışı, ilimle açıklama ve yorumlamayı o getirmiştir. Müzik üzerine de çalışmaları vardır. Müzik tonlarının, telin uzunluğunun oranlarına bağlı olduğunu keşfetmiş ve bunun tüm sayılara yorumlamasını düşünmüştür. Bir yerde bugünkü gerçel ekseni söylemeden düşünmüştür. Bu da, bugünkü kullandığımız gerçel eksenin sayı sisteminde kullanılmasından başka bir şey değildir. Fakat, eski Yunan matematikçileri gerçel sayıları bilmiyorlardı. O zamanlar, rasyonel sayıları uzunlukları ölçmek için kullanıyorlardı. Bunun için belli bir birim alıyorlar ve bu birime oranlayarak iki nokta arasındaki uzunluğu ölçüyorlardı. Rasyonel sayılarla ölçülemeyen uzunluğun keşfi 2600 yıl önce Yunan matematikçileri tarafından olmuştur. Bu sonuçta, halen değerini koruyan ve koruyacak olan ünlü Pisagor teoremine dayanır. Pisagor teoremi, matematikteki en büyük buluşlardan biridir. Hele zamanımızdan 2600 yıl önce bulunduğu göz önüne alınırsa, bundan daha büyük bir buluş düşünülemez. Pisagor'un adını 2600 yıldır andıran, onu ünlü yapan ve insanlığın varolduğu sürece de sonsuza kadar da andıracak meşhur teoremi şudur: Bir dik üçgende, dik kenarlar üzerine kurulan karelerin alanlarının toplamı, hipotenüs üzerine kurulan karenin alanına eşittir. Pisagor teoremi, rasyonel sayılarla ölçülemeyen uzunluğun da varolduğunu gösterir. Örneğin, yukarıdaki şekilde olduğu gibi, dik kenarları birer birim olan dik üçgeni göz önüne alalım. Geometrik olarak, bu özel hal için, Pisagor teoremi gerçeklenir. Yani, büyük karenin alanı, dik kenarlar üzerine kurulan karelerin alanları toplamıdır. Diğer bir deyimle, x2=2 olur. Bu denklemin kökü de rasyonel olmayan karekök 2 uzunluğudur. Yunan matematikçileri gerçel sayılan bilmiyorlardı. Üstün zekalı Eudoxos tarafından bulunan oranlama yöntemini kullanıyorlardı. Aslında, gerçel sayıların oluşumu kavramı bir ya da birçok insanın buluşu değildir. Rasyonel sayıların günlük hayatta kullanılması sırasında kendi kendine gelişmiştir. On tabanına göre sayıların sayılması ve yazılması, büyük bir olasılıkla iki eldeki parmakların sayılmasından doğmuştur. Şu sırada bile ilkel yaşam sürdüren bazı kabilelerde buna benzer sayma yöntemi vardır. On tabanına göre sayıların yazılması ve okunması, Avrupa'ya Crusades'ten sonra Arap dünyasından gelmiştir. Bunu Araplar Hintlilerden, Hintliler de Helen medeniyetinden aldılar. Yunan'lı astronomlar bu sayı sistemini, M.Ö. 1500 yıllarından beri kullanan, Babil'lilerden almışlardır. "Evrenin hakimi sayıdır. Sayılar evreni yönetiyor" sözleri de Pisagor'a aittir. Pisagor, Archimedes'ten oldukça farklıdır. Pisagor hem mistik ve hem de matematikçidir. Mistik tarafları çoktur. Bunlar, efsaneleşmiş bir biçimde destan olarak anlatılmış, evren hakkında bu günkü gerçeklere uymayan düşünceler de ileri sürmüştür. Bunları bir tarafa bırakırsak, yine yaşadığı çağa göre matematikçi yönü çok ağır basar. Pisagor, Mısır'da ve Babil'de çok gezdi. Rahiplerden ilim öğrendi. Çok tanrılı olan o zamanın dini inançlarını benimsedi. Yaşadığı çağı ve aldığı rahip eğitimi göz önüne alınırsa, bunda yadırganacak pek bir şey de yoktur. Oldukça doğaldır. Matematiğe ispat fikrini getiren Pisagor için, sosyal ve şahsi yaşantısı bu kadar eleştiriye değmez. Yalnız, Pisagor ve bazı Yunan filozofları, örneğin, Euclides, Eflatun ve Aristo gibi alimleri, yaşadığı devirlerde, bugün için bilinen ilmi gerçeklerde hataya düşmüşlerdir. Bu filozofların felsefeleri, modern matematiğin kurucusu Descartes (1596-1650) ve Newton (1564-1642) kadar, modern fiziğin kurucusu Galile (1564-1642) ve modern kimyanın kurucusu olan Lavoisier (1743-1794) zamanına kadar iki bin yıllık bir gecikmeye neden olmuşlardır. Eğer Yunan'lılar Euclides, Eflatun ve Aristo yerine Archimedes'i izlemiş olsalardı, Descartes, Newton, Galile ve Lavoisier'in kurdukları modern ilme iki bin yıl önce ulaşır ve bugün içinde bulunduğumuz medeniyete iki bin yıl önce varılırdı. Yani, Archimedes'le Newton, Galile ve Lavoisier arasında tam iki bin yıllık ilmi boşluk vardır. Bu boşlukta kolay kolay doldurulamaz. Bu nedenle, Yunan'lıların medeniyetin ilerlemesine iki bin yıllık bir gecikmeye sebep oldukları bir gerçektir. Avrupa'da uzun yıllar egemen olan ve hüküm süren skolastik düşüncenin temeli Yunanistan'da atılmış ve İtalya'da geliştirilmiştir. Bu nedenle de uzun yıllar bu skolastik düşünce yenilememiştir. Bu uğurda çok sayıda ilim adamı yok edilmiştir. Pisagor'dan önce, geometride, şekillerin aralarındaki bağlılıklar gösterilmeksizin elde edilenler, görenek ve tecrübeye dayanan bir takım kurallardı. Bu nedenle, daha gelen bir yetkili ne demişse o sürüp gidiyordu. Pisagor'un matematiğe ispat fikrini sokması bu yüzden çok önemlidir. O çağlarda çok tanrılı din vardı. Pisagor daha da ileri gidiyor ve "tanrı sayıdır" diyordu. Bu sayılar, 1, 2, 3..., şeklinde bugün bildiğimiz doğal sayılardı. Daha sonra, kendi kendine bir çelişkiye düştüğünü, tamsayıların hatta rasyonel sayıların bile matematiğe yetmediğini, kendi adıyla anılan Pisagor teoremiyle gördü. Buna bir süre karşı da çıktı. Fakat, sonunda bu yenilgiyi kabul etmesini de bilmiştir. Olayda karekök 2 şeklinde rasyonel bir uzunluğun olmaması problemidir. Halbuki Pisagor teoremine göre böyle bir uzunluk vardır. Pisagor'un kuramını yıkan problem, a2=2b2 denklemini gerçekleyen a ve b gibi iki tamsayıyı bulmak olanaksızdır. Pisagor'un karşılaştığı ikinci güçlük, bir karenin kenarının köşegenine bölümünün rasyonel bir sayı olmayışıdır. Bu söylediğimiz, a2=2b2 denkleminde adı geçen olaya eşdeğer olduğu açıktır. Bu problemi bugünkü matematik diliyle söylersek, karekök 2 sayısı irrasyonel bir sayıdır. İşte, karenin köşegeni gibi basit bir uzunluk, Pisagor'un doğal sayılar kümesine meydan okuyarak, Pisagor'un ilk felsefe kuramını yalanlamıştır. Böylece, hiç bir zaman tekrar etmeyen sonsuz ondalıklı olan irrasyonel sayı bulunmuş olunur. Pisagor'un bu buluşu, modern analizin kökünü keşfetmiştir. Bu problem bir yerde, sıfır ile iki sayısı arasını rasyonel sayılarla kaplayabilir miyiz sorusunu doğurur. Yanıt hemen hayır olacaktır. Çünkü, 0<2 olan karekök 2 sayısı rasyonel değildir. 1,41 ile 1,42 sayıları arasında rasyonel olmayan bir sayıdır. Öyleyse, sayı doğrusu üzerindeki her bir noktaya bir gerçel sayı karşılık gelir postülatını şimdilik kabul edebiliriz. Bu görüşe Pisagor'culuk denir ve bu görüşe ileride Kronecker tarafından itiraz edileceğini hemen söyleyelim. İşte, sayı doğrusu üzerinde rasyonel sayılarla sıfır sayısından iki sayısına sürekli olarak gitmek mümkün diyenlerle, mümkün değildir diyenler arasında uzun yıllar tartışma olmuştur. Yüzyılımızda çıkan Brouwer'e kadar bu tartışma çeşitli şekillerde karşımıza çıkmıştır. Mümkün değil diyenler hiç bir ilerleme göstermeden yerinde saymışlar ve az hata yapmışlar fakat, mümkün diyenlerse çalışarak ve biraz da fazla hata yaparak bugünkü modern matematiğe ulaşmışlardır. Doğrunun sürekli olup olmadığı uzun yıllar tartışılmıştır. Pisagor, bu kuramlarla, sayılar aracılığıyla ve kendi yöntemleriyle evrenin doğal dengesini ve evrendeki cisimlerin ilişkilerini açıklamaya çalışmıştır. Şüphesiz, bu görüş ve düşünüşlerin birçoğu bugün geçerli değildir. Yine de, modern matematiğin temelini Pisagor atmıştır. Halbuki, M.Ö. 500-428 yıllarında Pisagor devrinde yaşamış olan Anaksgoras, Güneş'i, Dünya'dan kat kat daha büyük kızgın bir demir kütlesi olarak tanımlamıştır. Ay ışığının Güneş'ten gelen ışınların bir yansıması olduğunu da öne süren kişi olduğu da sanılmaktadır. Bu nedenle, Pisagor mistik olduğu kadar üstün zekalı bir matematikçidir sıfatları yerinde kullanılmıştır.

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Kadeş Antlaşması Bronz Tablet


20 Haziran 1986 tarihinde, Hattuşa'daki yer kapı üzerinde, şehre bakan sfenksli kapının 35 m batısında bulunan bronz tablet 23.5 cm x 35 cm ebadında ve 5 kg ağırlığındadır. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenen bu tablet ön ve arkalı 4 sütun halinde 350 satırlık Asur çivi yazısı ile yazılmıştır. Alman Hititolog Prof. Dr. Otten tabletin çözümünü Almanca'ya çevirmiş ve bir kitap halinde yayınlamıştır. Bu bronz tablet Hitit tarihinin en önemli belgelerinden birisidir ve İÖ 1235 tarihinde yazılmıştır. Bu belge, Hitit İmparatoru Tudhaliya'nın, daha önce amcasının oğlu Kurunta'ya verilen Tarhuntaşa Kraliyeti ile ilgili yaptığı yeni düzenlemeleri içermektedir. Tudhaliya neden böyle bir düzenlemeye girmiştir?Asur Ticaret Kolonileri'nden sonra Anitta, küçük beyliklerden büyük bir birlik kurmuş, onu takip eden krallar Hitit İmparatorluğu'nun temellerini atmışlardır. 1. Hattuşili (İÖ 1650-1620) döneminde imparatorluk düzeyine gelinmiştir. Hattuşili taht varisini tayin etme hakkının hükümdara ait olduğu hükmünü anayasaya koymuş ve 1. Murşili'yi veliaht tayin etmiştir. 1. Hattuşili dış ülkelerle iyi ilişkiler kurmuş ve diplomasiye önem vermiştir. 1. Murşili (MÖ 1620-1590) de Hattuşili'nin siyasetini gütmüş, Toroslar'ın ötesine akın etmiş, kuzey Suriye'nin bir kısmını Mitanniler'den alarak kendi topraklarına katmış, 1. Babil Devleti'ne son vermiş ve Hitit İmparatorluğunu dünyanın en büyük devleti haline getirmiştir. Onun ölümünden sonra kardeş kavgaları başlamış, önemsiz kişiler başa geçmiştir. Bu sırada Mitanniler kuvvetlenmiş, Hititler için tehlikeli olmuşlardır.

Bu tarihlerde Mısır'da hüküm sürmekte olan Hiksoslar'I ülkeden atmak için bir önder aramaya başlanmış, nihayet Mısır Firavunu olan Kames (MÖ ? -1590) Hiksoslar'a karşı savaş açmıştır. Onun yerine geçen Ahmosis (MÖ 1590-1558) Hiksosların hakimiyetine son vererek onları Filistin'e sürmeyi başarmış ve daha sonra da 1. Tutmosis (İÖ 1530-1520) zaman zaman Suriye'ye akın düzenleyip Fırat boylarına kadar ulaşmıştır. Mısır'da bunlar olurken Hitit başkentinde devam eden saltanat kavgaları Telipinus (MÖ 1525-1500) zamanına kadar sürmüştür. Telipinus imparator olunca that varisinin hükümdarın teklifi ve Pankuş'un (Bir nevi asiller meclisi) onayı ile belirleneceği hükmünü getirmiştir. Onun zamanında ülkede huzur sağlanmıştır. Sonraları, dirayetsiz hükümdarların başa geçmesinden istifade eden güneydeki komşu Mitanni devleti güçlenmiş, Hititlerin güney topraklarını geri almış, Asur ülkesine sahip olmuş, daha güneye yönelerek Kadeş şehrini almış, Filistin'e kadar olan bölgelere hakim olmuştur. Mısır'a ise firavun olan 3. Tutmosis (MÖ 1484-1450) Mitanniler'in yayılmasını önlemek için oluşturduğu birliklerle çeşitli zamanlarda Filistin-Kadeş-Suriye'ye hücum ederek Mitanniler'I yenmiş, onların büyük hükümdarı Şauşattar mütareke yapmak zorunda kalmıştır.

2. Tudhaliya (İÖ 1460-1440) Hitit imparatoru olduğunda 3.Tutmosis'in kazandığı zaferi tebrik etmiş ona hediyeler göndermiş, böylece Hititler'le Mısırlılar arasında ilk temas başlamıştır. Mısır'ın baskısıyla Mitanni'nin zayıflamasını fırsat bilen 2. Tudhaliya güneydeki toprakları ele geçirrmiş, kuzeyden Hititler'in saldırısı, doğuda Asurlar'ın intikam alma hırsı Mitanni hükümdarı Şauşattar'ı endişelendirmiştir. Şauşattar, Mısır ile bir ittifakın yararlı olacağına inanmış, onun ölümünden sonra Artatama aynı siyaseti gütmüş, 2. Amenofis (İÖ 1450-1425) zamanında müzakereler başlamış, ancak 4. Tutmosis ile Artatama arasında ittifak imzalanmıştır. (İÖ 1420) 2. Hattuşili (1420-1400) zamanında Hitit toprakları güneyde genişlerken kuzeyde Kaşga İsyanı başgöstermiştir. Hattuşili'den sonra imparator 3. Tudhaliya (1400-1380) zamanında iç isyan ve kargaşadan faydalanan Mitanni'ler Çukurova'dan Malatya'ya kadar olan sahayı ele geçirmişlerdir.

Hitit devleti böyle bir sarsıntı içindeyken Şuppiluliuma (İÖ 1380-1346) tahtı zorla ele geçirmiş, isyanların tümünü bastırmıştır. Mısır-Mitanni ilişkilerinin iyice düzeldiği bu tarihlerde firavun olan 3. Amenofis (İÖ 1405-1370) öldüğünde onun yerine geçen 4. Amenofis (İÖ 1370-1352), Hitit İmparatoru Şuppiluliuma ve Mitanni hükümdarı Tuşratta'dan taziye mektupları almıştır. (Uluslararası taziye mektupları ilk defa bu olayda görülmektedir)

Mitanniler'in Mısır dostluğuna güvenerek komşu ülkeler için tehlikeli hale gelmelerine rağmen Mısır'da 4. Amenofis firavun olunca tek tanrılı din kurma sevdasına düşmüş, dış siyasete önem vermemişti. Bu arada Mitanniler'de taht kavgaları başlamıştı. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Hitit İmparatoru Şuppiluliuma Mitanni ülkesine saldırmış, birçok yerleri zaptetmiş, Suriye'nin daha güneyine giderek Kadeş'i de almıştır. Daha sonra, Mısır sarayına damat olarak gönderilen oğlunun öldürüldüğünü haber alan Şuppiluliuma Mısır üzerine askeri birlikler göndermiştir. Bu birlikler Suriye ve Filistin'e kadar ilerlemişler Mısır orduları ile çarpışmaya cesaret edemeyince Hititler Filistin'in güney bölgesine kadar inmişler ve böylece tarihte işlk defa Hititler ile Mısır komşu ülke olmuşlardır. Mısır'ın henüz Hititler ile savaşacak durumda olmadığı bu tarihlerde 2. Murşili'nin oğlu Muvattali (İÖ 1315-1288?) imparator olurken küçük oğlu Hattuşili ise ordu kumandanı olmuştur. Gerek iç huzursuzluk gerek yine kuzeyden saldırgan kaşgarlılar başkent Hattuşa'yı tehtid etmekteyken, bu durum karşısında Muvattali başkenti boşaltmıştır. Hattuşa'nın tüm tanrılarını Tarhuntaşa'ya naklettirmiş ve ülkeyi Tarhuntaşa'dan yönetmiştir. Kardeşi Hattuşili'yi ülkenin huzuru için tayin etmiş, Hattuşili kısa zamanda Kaşgarlar'ın kökünü kazımıştır. Bu arada Asurlular Hitit himayesinde bulunan Mitanni'ye saldırmış, Muvattali onları püskürtmüş, kuvvetli birlikler meydana getirip ülkeyi nizama sokmuştur.

Daha önceleri Mısır'ın hegemonyasında bulunan Filistin ve Suriye'nin Hititlerin nüfusuna geçmesi Mısır'ın itibarını zedelemişti. Bazı Filistin ve Suriye prens ve kralları Mısır taraftarıydılar. Bunu anlayan Mısır firavunu 1. Setos (İÖ 1318-1298) seferler düzenleyerek bu yerlere saldırdı. Kadeş'e kadar olan yerleri zaptetti. Hititler de birliklerini Suriye'nin güneybatısına kaydırdı. Kadeş ve kuzeyindeki Homa şehri ile Ensariye dağları arasındaki Oront (Asi) Bölgesi'ndeki birlikler Mısır ordusuyla karşılaştılar. Tarihte ilk defa Mısırlılar'la Hititler arasında savaş burada başladı. Savaşın şiddetli geçmesine rağmen sonuca varılamadığı anlaşılmaktadır. Kısa bir zaman sonra Hititler buraya tekrar hücum etmiş ve Kadeş'i yeniden almışlardır. Bu arada 1. Setos ölmüş, yerine 2. Ramses (İÖ 1298-1235) Mısır firavunu olmuştu. Hitit nüfusunda bulunan Amurru prensi Bentaşina Mısır taraftarı olduğundan Hitit İmparatoru onu azletmiş, yerine Sapilis isminde birisini tayin etmişti. Bunun üzerine Amurru halkı kendi prensi Bentaşina'nın tekrar başa geçmesi için Mısır Firavunu 2. Ramses'e başvurdular. 2. Ramses için bu bir fırsattı. Zaten onun amacı Kuzey Suriye'ye kadar olan yerleri Mısır hegemonyasına tekrar sokmaktı. Beklediği an gelmişti. Mabetlere girdi. Tanrıların önünde eğilerek dua etti. Sonra 4 savaş ordusu hazırladı. Her orduya bir tanrı ismi verdi. SUTEH (gök tanrısı), PTAH (Sanatçılar ve Madenciler Tanrısı), RA (Güneş Tanrısı), AMON (Güneş Tanrısı) ordularıyla mutlak zafere ulaşacağına inanan 2. Ramses bilhassa Tanrı Amon'un ordusunun başına geçti, çünkü Amon Mısır'da en büyük tanrı idi. Bu ordularla kuzeye sefere çıkan 2. Ramses, Karmel Dağı'nın güneyine ilerledi. En önde Amon ordusu olacaktı. Onu takip eden Ra ordusu 15-20 km arkadan gelecekti. Suteh ve Ptah orduları ise aynı ara ile hareket edeceklerdi ve bu şekilde bu tanrı orduları Hititleri yok edeceklerdi. Ramses buna inanarak hareket emrini verdi. Kadeş'e yavaş yavaş ilerleyen bu ilahi ordular Hititler'in ilerleyişlerinden haberleri olmadıklarını zannediyorlardı. Halbuki Hitit imparatoru Muvattali 2. Ramses'in tüm hareketlerinden haberdardı. Kurmuş olduğu gizli ajan teşkilatı sayesinde Mısır ordusu hakkında bilgiler alıp 2. Ramses'i yanlış yönlendirebiliyordu. 2. Ramses'ten önce modern savaş arabaları ve piyade birlikleriyle Kadeş'e gelip şehrin kuzeyinde beklemeye başladı. Amon ordusunun başında olan 2. Ramses, Kadeş'in güneyinden gelip batı kısmından geçerek kuzeye doğru birkaç km yol alırken Hitit imparatoru Muvattali hücum emrini verdi. Çembere alınan ordusu mağlup olunca, arkadan tanrı Ra ordusu da aynı akıbete uğramaktayken çekilme emri veren Ramses perişan bir vaziyette Mısır'a döndü. Hititler'in modern savaş arabaları, eğitim görmüş askeri birlikleri dünyanın en büyük devletini yenmişti. Bu savaştan sonra Muvattali tekrar Tarhuntaşa'ya döndü.

Muvattali ölünce, ordu ve yönetim Kadeş'te büyük kahramanlıklar gösteren 3. Hattuşili'nin Hitit İmparatoru olmasını istediler, fakat 3. Hattuşili ise Telipnis Anayasası'na saygı göstererek Muvattali'nin 2. dereceden eşinden doğan oğlu Uhri-Teşup'un imparator olmasını önerdi ve Uhri-Teşup (MÖ 1288?-1282) Hitit imparatoru oldu. Uhri-Teşup, Hattuşa'yı tekrar başkent yaptı. Tüm tanrı heykellerini Tarhuntaşa'dan Hattuşa'ya naklettirdi. 3. Hattuşili her hususta ona yardımMJY2cı oldu. Fakat Uhri-Teşup zamanla değişti. Amcası Hattuşili'ye kötü davrandı. Tüm yetkilerini elinden aldı. Komutanlar buna karşı geldi, onu tahttan indirdiler ve Şamuha'ya sürdüler, onun yerine 3. Hattuşili'yi (MÖ 1280-1250) Hitit imparatoru yaptılar. Hattuşili büyük siyaset adamı idi. Asurlar gittikçe kuvvetleniyordu. Hitit ve Mısır devletleri Asur tehlikesini biliyorlardı. Bu iki devlet barışmanın daha yararlı olacağına inandılar. Müzakereler sonunda her iki ülke arasında barış anlaşması imzalandı. (İÖ 1278). Anlaşma özetle şöyledir:

"Mısır'ın büyük kralı Ramses, Hitit büyük kralı Hattuşili aralarındaki kardeşliği muhafaza etmek için bu anlaşmayı yaptılar. İki ülke arasında asla husumet güdülmeyecektir. Hattuşili ile Ramses'in oğulları bu anlaşmaya sadık kalacaktır. İki ülke birbirine savaş açmayacaktır. Eğer bir düşman Hititler'e saldırırsa Mısır ona yardıma koşacaktır. Hititler de aynı şeyi yapacaktır. Eğer asiler isyan ederse her iki taraf bu isyancılara karşı olacaklardır. Eğer ülkelerden birisi düşman istilasına maruz kalırsa, karşı tarafın büyük kralı savaşa gidemezse asker ve arabalarını gönderecektir. Eğer yüksek tabakalardan birisi ülkenin birisine mülteci olarak giderse bunlar barındırılmayacak ve iade edilecektir. Bu anlaşmanın şahitleri Mısır ve Hititler'in bin tanrılarıdır. Bu anlaşmaya uyanları tanrılar koruyacaklardır. Aksi halde bu tanrılar onları mahvedeceklerdir..."

Her iki taraf anlaşmaya uymuştur. İÖ 1264'te 2. Ramses 3. Hattuşili'nin kızı Şauşkan ile evlenmiş ve dostluk bağları daha da kuvvetlenmiştir. 3. Hattuşili'nin ölümünden sonra 4. Tudhalia (İÖ 1250-1220) Hitit imparatoru olduktan sonra kısa bir süre sonra ülke kargaşa içine girmiştir. Hitit yönetiminde olan Mitanni'nin doğu kısımları Asurlar tarafından zaptedilmiştir. 3. Hattuşili zamanında tahttan uzaklaştırılan Uhri-Teşup kışkırtmalara başlamış, yine kuzeyden Kaşgar saldırıları gelmiştir. Ülkenin güney batısında bazı başkaldırmaları bastırmaya çalışan 4. Tudhalia pek başarılı olamamış, yanlız kalmıştır. Belki de 4. Tudhalia, geçmişteki uluslararası anlaşma ve belgeleri gözden geçirip, çare olarak kendine sadık bir dost edinmek istemiş olabilir. 4. Tudhalia'yı anlayabilmemiz için konuyu çok kısa açalım: Tudhalia'nın amcası Muvattali; Muvattali'nin büyük oğlu Uhri-Teşup, küçük oğlu Kurunta idi. Yukarıda görüldüğü gibi Uhri-Teşup imparator olunca 4. Tudhalia'nın babası Hattuşili'ye nankörlük etmiş, bunun sonucunda tahttan uzaklaştırılmış, ülkeye ihanet etmek istemiş, bu isteğini Tudhalia zamanında devam ettirmişti. Tudhalia'nın amcasının küçük oğlu Kurunta onun yaşıtı olup beraber büyümüşlerdi. Muvattali bu küçük oğlunu canı gibi sevmiş, onun yetiştirilmesi için kardeşi Hattuşili'ye rica etmişti. Hattuşili de yeğeni olan Kurunta'ya sevgiyle bağlanacağına tanrıların önünde yemin etmişti. 3. Hattuşili imparator olduğunda Muvattali'nin çok sevdiği Tarhuntaşa ülkesini Kurunta'ya şartlı bir belge ile vermiş ve onu oraya kral yapmıştı.

Tudhalia imparator olunca bu krallığın Hattuşa'ya bağımlı olmasının mahsurlarını farketmiş olabilir. O bakımdan Tarhuntaşa'ya bağımsız kraliyet ünvanının verilmesini öngörmüş ve böylece en azından yakından tanıdığı Kurunta'nın dostluk ve desteğini alacağını düşünmüş olabilir. Hitit İmparatorluğu'nun devamı ve huzuru için güvendiği ve sevdiği Kurunta'yı Tarhuntaşa'ya büyük ve bağımsız kral yapması, Tarhuntaşa sınırlarını biraz daha genişletmesi bilinmeyen bazı siyasi sebaplarden olabiilir.

Boğazköy'de bulunan bronz tabletin 1. sütununda Hitit soy kütüğüne ek olarak, Tarhuntaşa'nın coğrafi sınırları belirlenmekte (batıda Aksu Irmağı, Kuzeyde Eğridir gölü'nün doğu kıyısından başlayıp, Sultan Dağları üzerinden Ereğli'nin kuzeybatısındaki Karacadağ'a kadar uzanan hat; doğuda Silifke ile sınırlanmaktadır) ve Tudhalia'nın babasının bu krallığı Kurunta'ya verişinden söz edilmekte; 2. sütunda Kurunta ve nesline verilen haklar sıralanmakta; 3. sütunda bin tanrı huzurunda yapılan anlaşma uyarınca uyarınca karşılıklı yerine getirilmesi gereken hükümlülükler belirtilmekte; 4. sütünda ise Tarhuntaşa krallığının devamı garanti altına alınmaktadır. Tabletin diğer nüshaları çeşitli mabetlerde muhafaza edilirken bir tanesi de Kurunta'ya verilmiştir. Bu tablete geçen bazı antik isimler önemlidir.

Parha = Perge
Kastraya = Kestros = Aksu
Tarhunt = Fırtına Tanrısı
Tarhuntaşa = Fırtına Tanrısı'nın evi

Tarhuntaşa kraliyeti bu yeni düzenlemeleri takiben, MÖ 700'e kadar yaşamış, Hitit, Luwi kültürünü, Likya ve Kilikya Devletleri'ni etkilemiş, bu etki MÖ 1. yüzyıla kadar devam etmiştir.

7 Temmuz 2016 Perşembe

BAL MUMLU YAZI TABLETLERİNİN EN ESKİSİ KAŞ’TA ÇIKTI


Bal mumlu yazı tableti, tarihte en uzun süre kullanılan yazı malzemesidir. En
eski örnek, Kaş-Uluburun açığında 3300 yıl önce batan gemiden çıkartıldı.
Bal Mumlu Yazı Tableti Nedir?
Bal mumlu yazı tabletleri ahşaptan yapılmış küçük bir tavlaya benzer.
Genellikle tabletlerin iki ahşap kanadı vardır. Orta Çağ’da kullanılanlar ise 3-4
kanatlı olabiliyordu. Ahşap kanatlar birbirine fildişi veya deri menteşelerle
bağlanarak kolay açılıp kapanması sağlanırdı. Kanatların iç kısmı tavladaki gibi
çukurdu. Bal mumu ısıtılarak eritilir ve kanatların içine 1-2 milimetre
kalınlığında dökülürdü. Bazen rengini koyulaştırmak için bal mumunun içine kil
veya boya katılırdı. Kralların mesajlarını, tabletteki bal mumunun üzerine
katipler yazardı. Yazı, sivri uçlu metal veya fildişi kalemlerle bal mumu
kazınarak yazılırdı. Daha sonra tabletin kanatları kapatılır ve mühürlenerek üst
düzey bir yöneticiye veya bir krala gönderilirdi. Mesajı alan kişi mührü bozup
mesajı okuduktan sonra bal mumunun üzerindeki yazıları sıcak bir metal spatula
ile silerdi. Ardından mesaja vereceği cevabı, yüzeyi düzeltilmiş bal mumuna
yazdırıp karşı tarafa gönderirdi. Bu tabletler, depolara girip çıkan malzemelerin
kaydını tutmak için de kullanılırdı. Kaş-Uluburun açıklarında M.Ö. 1300’lerde
batmış olan ve Uluburun Batığı olarak anılan gemi, bir ticaret gemisiydi.
Uzmanlar, bu gemide bulunan bal mumlu yazı tabletinin, geminin taşıdığı
malzemeleri kaydetmek için kullanıldığını düşünüyor.
3300 Yıllık dünyanın en eski balmumlu
yazı tableti (Bodrum Müzesi)
Bal Mumlu Tabletten Önce Yazılar Kil Tabletlere Yazılırdı
Buzul Çağı’nın ardından, M.Ö. 10.000’den itibaren tarım ve hayvancılık
gelişince, takas yoluyla satılan malların hesabını tutmak gerekti. Bu amaçla,
Sümerler kilden (çamur) madalyonlar yaparak üzerine işaretler koydu. Bir
koyun alacağı olan kişiye, artı işaretli yuvarlak bir madalyon verilirdi. Üç
2
yuvarlak madalyon 3 koyun demekti. Buğday veya keçi postu için başka
madalyonlar vardı. Madalyonlar ıslak kilden yapılıp kurutulur ve ipe dizilerek
saklanırdı. Saray ve mabetlerdeki mal miktarı bu madalyonlarla hesaplanırdı.
Sümerler yazıyı M.Ö. 3200’de bulunca madalyonları büyütüp avuç içini
dolduracak boyuta çıkardılar. Üzerine mesaj yazılan kil tablet kurutulduktan
sonra alıcıya yollanırdı. Bir süre sonra kil tabletler. fırında pişirilerek daha
dayanıklı olmaları sağlandı. Yazı, diğer toplumlarca da benimsenince
yaygınlaştı. Kil tabletleri kurutmak ve fırınlamak çok zaman aldığı için daha
pratik malzemeler geliştirildi. Mısır’da papirüs bitkisinden kağıt benzeri bir yazı
malzemesi icat edildi. Baca kurumu, su ve tutkalla yapılan mürekkeple papirüs
üzerine yazı yazılırdı. Bazı kısa mesajlar ise küçük tahtalara veya kırık testi
parçalarına (ostraka) yazılırdı. Papirüsün ardından keçi veya kuzu derisinden
yapılan parşömen yaygınlaştı. Çinliler, bambuları dikine keserek yaptıkları ince
uzun çıtalara mürekkeple yazı yazardı. Üstünde birer satır yazı olan bambu
çıtalar, iplerle bağlanıp kitap yapılırdı.
3300 Yıllık bal mumlu yazı tabletinin
kopyası (ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi)
En Eski Bal Mumlu Yazı Tabletleri
Bal mumlu yazı tabletlerinin Antik Yunan ve Roma dönemlerinde kullanıma
girdiği sanılıyordu. Bilinen en eski bal mumlu yazı tableti örnekleri Yunanistan
ve Roma’da bulunmuştu. Yunanistan’da bulunanlardan daha eski olan tabletler
Irak’ta bulundu. Daha da eski bal mumlu tabletlerin varlığını kanıtlayan bir taş
kabartma Gazi Antep-Zincirli’de çıktı. Neo Hitit krallarından Berrakip ve
katibini resmeden taş kabartmanın M.Ö. 8. yüzyıldan kaldığı belirlendi.
Kabartmada katibin kolunun altında bal mumlu bir yazı tableti, elinde ise kalem
kutusu vardır. Bu taş kabartma halen Berlin Müzesi’nde bulunmaktadır.
Kabartmanın kopyası ise ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi’nde sergileniyor.
Uzun süre bu kabartma, en eski bal mumlu yazı tahtasının belgesi kabul edildi.
3
Kaş açıklarında, 3300 yıl önce batan gemi 1982’de bulununca durum değişti.
Gemiden çıkartılan tablet, dünyanın en eski bal mumlu yazı tableti olarak tarihe
geçti. Abanoz ağacından yapılan tabletin menteşeleri fildişidir. Boyutları 9x6
santimetre civarında olan tablet Bodrum Müzesi’ndedir. Tabletin kopyası
ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi’nde sergileniyor.
Kralın katibi bal mumlu tableti ile (M.Ö. 750)
ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi (kopya)
Bal Mumlu Yazı Tabletleri 3000 Yıl Boyunca Kullanıldı
Ülkemizde bal mumlu yazı tableti pek bilinmez. Hitit İmparatorluğu yıkıldıktan
sonra kurulan kent devletlerinde bu tabletlerin M.Ö. 700’lerde kullanıldığı
biliniyor. Ancak Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bal mumlu yazı tabletinin
kullanıldığını kanıtlayan bir belge henüz yok. Antik Yunan döneminde bu
tabletlerin kullanıldığını gösteren belgeler var. Yunanistan’da bulunan bazı
kabartmalarda ve resimlerde tabletlerin kullanıldığı görülmektedir. Yunan
okullarında öğrenciler bu tür yazı tabletlerini kullanırdı. Roma döneminde de
yazı tabletleri çok yaygındı. Bal mumlu yazı tabletleri, binlerce kez kullanıldığı
ve kullanımları kolay olduğu için dünyanın en ucuz ve pratik yazı malzemesiydi.
Bu nedenle kil tablet, papirüs, ostraka, parşömen ve kağıt gibi malzemelerin
kullanıldığı dönemlerde de bal mumlu yazı tabletleri kullanımda kaldı. Orta
Çağ’da Avrupa’da bu yazı tabletleri kilise, okul ve ticarethanelerde yoğun
olarak kullanıldı. Avusturya’da 1500’lerde bir hastanenin kayıtları için 10 adet
bal mumlu yazı tableti kullanılmıştı. Avrupa’da yoğun ticaret hacmi olan
yerlerde kayıtlar, kağıt yerine bu tabletlerle tutulurdu. Almanya’nın tuz üretim
merkezi olan Schwabisch Hall’de, 1812’ye kadar kayıtlar bal mumlu tabletlerde
tutuldu. Fransa’da Rouen balık halindeki kayıtları tutmak için 1849’a kadar bal
mumlu yazı tabletleri kullanılmıştı.

Balmumlu yazı tableti ve
bronz kalem-Mısır (M.S. 600)
Dünyada 3000 yıldan uzun süre kesintisiz olarak kullanılan bal mumlu yazı
tabletlerinin en eskisi Bodrum Müzesi’nde, ama bunu bilenimiz çok az.
Prof. Dr. Ural Akbulut
ODTÜ Kimya Bölümü
BeğenDaha fazla ifade göster
Yorum Yap

6 Temmuz 2016 Çarşamba

TAMGA

Tamga (Göktürkçe: tamga) Türklerin çeşitli boylarının çeşitli amaçlarla oluşturup kullandıkları simgelerdir. Tarihsel kökeni çok eskilere dayanan tamgalar (damgalar) bir iletişim gereksinimi olarak türemiştir. Bu sebeple hayvan, eşya ve hatta silahların damgalanması gibi harmanda elde edilmiş olan hububat da damgalanırdı. Erken Türkler, Kuzey Avrasya kıtasında yaygın olarak yaşamışlar, geçimlerini çobanlık ve avcılıkla sağlamaya başlamışlardı. Yazın yaylakta, kışın kışlakta yarı göçebe hayat sürdürmüşlerdi. Mevsim göçleri sırasında, sürülerin birbirlerine karışmaması için her boy, sürülerine kendi tamgasını vuruyordu. Harzemşahlar çağında yazılmış olan Mukaddimetü’l-Edeb’de "Mühür bastı, bugdayga" şeklinde bir cümle görülmektedir. Daha sonraki çağlara ait olan Moğolca karşılığında ise yarı Türkçe yarı Moğolca olarak "Tamga daruba bugdayda" denmektedir.

Selamlaşmanın Tarihi



İki insan karşılaştığında selamlaşır. Birbirini tanıyan iki kişi karşılaştığında bu selamlaşma daha samimi olur. Bununla birlikte selamlaşma biçimleri toplumdan topluma değişir. Tarih boyunca da insanlar birbirlerini farklı biçimlerde selamlamışlardı. Gelenekler, yaşayış biçimi, hatta nerede yaşadığımız bile selamlaşmamızıetkiliyor. İnsanlar birbirlerini değişik biçimlerde selamlıyor. Peki hiç düşündünüz mü, neden selamlaşırız?Çeşitli selamlaşma biçimleri var. Bunlardan günümüzde en yaygın olanı insanların karşılaştıklarında birbirinin elini sıkması. El sıkmanın tarihinin çok eskilere dayandığı söyleniyor. Eski Mısır hiyerogliflerinde "vermek" fiili uzanımı. El resmiyle gösteriliyordu. Buradan, selam vermek sözcüğünün de kısa sürede bu anlama büründüğünü görebiliriz. Eli havaya kaldırarak ya da el sıkarak yapılan selamlaşmanın insanların silah taşmalarının olağan sayıldığıdönemlerden kaldığı söyleniyor. İki kişi karşılaştığı zaman, genellikle silah kullanan el olan sağ ellerini birbirlerine uzatıp, ellerinin boşolduğunu, silah taşmadıklarını, barışçı amaçlar taşıdıklarını belli ederlerdi. Elin silahsız olduğunu gören ki.i de kendi elinin de silahsız olduğunu gösterip, dostça bir yaklaşımda olduğunu belli ederdi. Günümüzde de insanlar el sıkışıyor. Türkçe’de bu tür selamlaşmanın bir adı da "tokalaşmak". Bu sözcüğün kökeni saça takılan tokaya dayanmıyor elbette. Argoda da vermek, teslim etmek anlamına gelen toka etmek, aslında İtalyanca dokunmak, temas etmek anlamındaki"toccare" sözcüğünden geliyor. İtalyanca "toccamano" el sıkmak demektir. Eski Roma’da İmparator, halkı sağ elini ileri doğru uzatarak selamlardı. Bu selamlaşma şekli askerlerin ellerinde silah olmadığınıgösterdiği selamlaşmanın değişik bir biçimiydi. Doğu Roma İmparatorluğu olan Bizans’taysa imparator, el göğsün sağ yanında yumruk olacak biçimde sıkılarak selamlanırdı.Doğuya gittikçe, elleri göstererek selamlaşma yerini eğilerek selam vermeye bırakırdı. Araplar, ellerini göğüslerinde çapraz yapıp eğilirlerdi. Uzak doğuda bugün bile hafifçe eğilerek selamlaşma yaygındır. Daha çok Türkiye’de ve diğer Müslüman ülkelerde uygulanan bir gelenek de el öpmek. Özellikle gençler, kendilerinden yaşça büyük olanların ellerini öperek selamlaşır.

Eli öpüp ardından alnına götürme adeti gençlerin karşısındakinin yaşına, konumuna ve deneyimine saygı gösterdiğinin bir ifadesi olarak düşünülür. Günümüzde el öpme adeti, büyüklerin yanında ayak uzatılmaması, bacak bacak üzerine atılmaması gibi birçok adetle birlikte erime sürecine girmişse de, geçerliliğini koruyor. İki insan karşılaştığında eğer başlarında şapka varsa, selamlaşma biçimleri de değişir. Eli şapkanın siperliğine götürerek ya da şapka çıkarılarak selam verilmesi adettir. Selamla şapka çıkarma arasındaki ilişki, Asurlular dönemine kadar gider. Asurlularda esirlerin yeni efendilerine saygılarını soyunarak göstermeleri gerekiyordu. Eski Yunan’da da benzer biçimde yeni köleler bellerinden yukarısını çıplak bırakırdı. Bu adet zamanla yalnızca başın açık bırakılması haline dönüştü. Başın açık olmasının teslimiyet anlamına gelmesi gittikçe biçim değiştirdi ve saygı duyulan büyükler karşısında şapka çıkarılarak saygı ifade edilir oldu. Ortaçağ Avrupa’sında köylülerin, toprak ağalarına karşısaygılarını ifade etmelerinin yolu başlarındaki şapkaları çıkarmaktı. Selamlaşmada da büyüğün küçüğü görmesi gerekiyorken, küçük büyüğe şapka çıkarırdı. Şapkanın çıkarılması zamanla yerini şapkanın hafifçe kaldırılmasına, daha sonra elle kaldırılacakmış gibi tutulması ya daşapkaya yalnızca dokunulmasına bıraktı. Türkiye’de şapka kanunu kabul edildikten sonra şapkayla nasıl selamlaşılacağı da tartışılmıştı.cambridge Üniversitesi’nde Türkçe hocalığı yapmış olan Halil Halit Bey, İngiliz usulü, şapka çıkarmadan el başa götürülerek selamlaşmanın kabul edilmesini önermişti. AmaAlman usulü, şapka çıkarma ve eğilerek selam verme biçimi benimsendi. Dünyada daha pek çok selamlaşma geleneği var. Burunları birbirine sürtme, yüze tükürme, dil çıkarma gibi selamlaşma adetleri bize tuhaf da gelse halen uygulanıyor. Bizde ayrıca insanların samimiyet derecelerine göre selamlaşırken yanaklardan öpme,sarılma, kucaklaşma da söz konusu.

Selamlaşma, karşılaşan iki kişi için küçük, ama önemli bir tören olmayı sürdürüyor. Üstelik yalnızca karşı karşıya gelen insanlar selamlaşmıyor. Denizde karşılaşan vapurların ya da trenlerin birbirilerini düdüklerini çalarak ya da ışıklarını yakarak selamlaması da adetten. Eskiden limana giren bir geminin, karadakileri kuru sıkı top atışlarıyla selamlaması da sıkça görülen bir olaydı. Top atışıyla selamlama, günümüzde devlet büyüklerini selamlamak için hâlâ kullanılan bir yöntem. Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya geldiği zaman seymenlerce karşılanırken Dikmen sırtlarından top atışları yapıldığı söylenir. Dili, gelenekleri, inançları ne olursa olsun, insanların selamlaşması, birbirlerine karşı düşmanca duygular beslemediklerinin bir göstergesi. Selamlaşmak aslında "ben dostum" demenin bir yolu. Bütün dostlara selam!

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Karanlığın linç ettiği kadın filozof İskenderiyeli Hypatia

Karanlığın linç ettiği kadın: Hypatia

Bundan yaklaşık 1600 yıl önce Mısır’ın İskenderiye kentinde korkunç bir cinayet işlenir; ‘iffetsiz’ ve ‘günahkâr’ olmakla suçlanan bir kadın toplumun gözleri önünde ‘öfkeli’ bir güruh tarafından linç edilir. Taşa tutulan, parçalara ayrılıp yakılan kadın, matematikçi, gökbilimci, filozof Hypatia’dır.
Büyük İskender’in M.Ö. 332 yılında kurduğu İskenderiye, yüzyıllarca barış içinde yaşadı. M.Ö. 30’larda Roma’nın hâkimiyetine geçen kentte barış ortamı M.S. 300’lerde bitti. Limanları, bilginleri, kültür merkezi, dev kütüphanesi ve üniversitesiyle İskenderiye o dönem ticaretin ve aydınlanmanın merkeziydi. Başında ünlü matematikçi Theon’un bulunduğu okulda kızı Hypatia da matematik, felsefe ve astronomi dersleri veriyor, Platon, Aristo ve Oklid’in fikirlerini tartışmaya açtığı bu dersler dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerle dolup taşıyordu..…
Kentin dokusu Hıristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesinin ardından hızla değişti. İktidara egemen olan Hıristiyanlar, Pagan ve Yahudiler başta olmak üzere farklı inançlara sahip kim varsa hedef aldı.
Kentte ardı ardına cinayetler işlenirken Hypatia çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Her gün bir çember çizerek; dünyanın, güneşin, gezegenlerin hareketlerini yeniden hesap ediyor, öğrencilerine “Bizi birleştiren şeyler ayıranlardan daha fazla; tüm insanlar eşittir, kardeştir...” tavsiyesinde bulunuyordu.
İskenderiye Üniversitesi’ni inançsızlığın merkezi olarak gören Hıristiyanlar, Serapis tapınağı, müze ve dev kütüphanenin yok edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Kitapların parçalandığı, heykellerin yıkıldığı, insanların öldürüldüğü kanlı saldırıda yüzyılların bilimsel birikimi de yok edildi. En sevdiğini; babasını da kaybeden Hypatia, artık yapayalnızdı...
Ancak babasına söz verdiği gibi gerçeği aramaktan asla vazgeçmedi. Hypatia “Dünya hareket ederken daire mi çiziyor, elips mi, yoksa güneş dönüyor dünya yerinde mi duruyor” diye düşünürken kötülük yerinde durmuyor, örgütleniyordu... 
İskenderiye Patrikhanesi’nin ise o bilimsel çalışmalarını sürdürürken Hypatia’ya duyduğu kin her geçen gün artıyordu.
Eski öğrencisi olan kent valisinin onun tesirinde olduğunu ve bu sayede farklı inançların korunduğunu düşünüyordu.
Hypatia’nın öldürülmesi için tezgâh kuruldu. Başpiskopas Kril’in talimatıyla papaz pazar ayininde bir konuşma yaptı; kadının toplumda olması gerektiği yeri tanımladı önce, asla bir erkekle eşit olamayacağını, erkeğe akıl veremeyeceğini, kıyafetlerinden hareketlerine kadar dikkat edeceğini anlattı uzun uzun. Ardından Hypatia’yı hedef göstererek İskederiye’de haddini aşmış bir kadının yaşadığını, büyücü, günahkâr bir şeytan olduğunu söyledi.
Kalabalık soluğu Hypatia’nın kapısında aldı.
Önce saçından sürüklediler. Haypatia’yı çırılçıplak soyup en acı şekilde nasıl ölebileceğini tartıştılar; biri “Taşlayalım”, diğeri “Derisini yüzelim” dedi, öteki ateşe vermekten bahsetti. Karar veremediler, sırayla hepsini yaptılar...
Tarihte bilinen ilk kadın matematikçi olan Hypatia’nın yazdığı kitaplar kütüphane saldırısında yok edildi. Feminist sanata da konu olan Hypatia hakkında çok sayıda roman, Oyun ve şiir yazıldı... Hypatia’yı “Bağnazlığın masum bir kurbanı” diye tarif eden Voltaire, öldürülmesini ise ‘sorgulama özgürlüğünün yok ediliş simgesi’ olarak görmüştür.
Derler ki Hypatia’nın katli sadece bir bilim insanın ölümü değil daha fazlasıdır; aydınlıkla karanlığın savaşında bir dönemeç kabul edilir.
Hypatia’nın; insanlığa büyük bir dersi daha vardır; tüm karanlığa inat ‘Göğe bakalım.