22 Mayıs 2016 Pazar

MISIR MEMLÜKLERİ-KÖLEMENLER (1258-1517)

Kelimenin kökeni, Arapça’nın kökü “m-l-k” olup “abd” ve “cariye” gibi köle manasına gelen kelimelerden erkek kölesine tekabül eden kelimedendir. Genelde Mamlûk kelimesi 9. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar İslam dünyasında faaliyeti göstermiş “beyaz köle” kökenli askerler için kullanılmıştır. Memlûk kelimesi, genç hizmetkâr, azat edilmiş köle, delikanlı ve efendisine bağlı muhafız anlamları da taşır.

Memlûkler’ın çoğu başta Kıpçaklar olmak üzere Türk halkları ile başta Çerkesler olmak üzere kuzey Kafkasyalılar ibaretti. Ancak Moğol, Kürt, Ermeni, Gürcü,Rum ve Slav Memlûkleri de mevcuttu. Beyaz tenli olmayanların Memlûk olma şansı yoktu. Habeş, Batı Afrikalı, Hint ve diğer benzerleri, Memlûk hiyerarşisine ancak hadımlık (haremağalık) yoluyla girmişlerdir. Bunlar da Memlûk toplumunun bir kısmını oluşturmuşlardır.

El-Mustansir II – 1261 – 1262
El-Hakim I – 1262 – 1302
El-Mustakfi I – 1302 – 1340
El-Hakim II – 1341 – 1352
El-Mu’tadid I – 1352 – 1362
El-Mütevekkil I – 1362 – 1383
El-Wathiq II – 1383 – 1386
El-Mutasım – 1386 – 1389
El-Mütevekkil I (restore) – 1389-1406
El-Musta’in- 1406 – 1414
El-Mu’tadid II – 1414 – 1441
El-Mustakfi II- 1441 – 1451
El-Qa’i – 1451 – 1455
El-Mustanjid – 1455 – 1479
El-Mütevekkil II – 1479 – 1497
El-Mustamsik – 1497 – 1508
El-Mütevekkil III – 1508 – 1517

MEMLÜK BAYRAĞI

Memlûk Sultanlığı’nın kökeni, Eyyubi Devleti’nin 1174 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından kurulmasına kadar uzanmaktadır. Diğer sultan ve amirlerin olduğu gibi El- Salih Eyyub’un da Bahriler adında kendine özel askeri birliği vardır. Bu askerler 800 ile 1,000 arası atlıdan oluşmaktadır. Bahri kelimesi, deniz veya büyük ırmak anlamına gelen Arapçadaki bahr (بحر) kelimesinden gelmektedir. Çünkü onların kışlaları Nil’deki Rawda adasında bulunmaktadır. Onlar, Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlardan ele geçirilen köle Kıpçakların arasından gelmiştir. Kahire’deki garnizonlarda ise Çerkez ve Gürcü kökenli köle askerler bulunur ve bunlara da Memalik-i Çerakise denirdi. Halkının çoğu Arap olan bu devlette iktidar Arap olmayan ve askeri kökenden gelen kişilerin elindeydi.

Siyasi Tarih
1159 yılında Mısır’da yönetimi ele geçiren Selahaddin Eyyubi, ordusunda kölelerden oluşturulan birliklere, Abbasi halifelerinin bu geleneğine giderek ağırlık vermiştir. Memlûk Sultanlığına adını veren ve Mısır ordusunun süvari bilirliklerini oluşturan Memlûk Atlı birlikleridir. Bu birliklerin komutanlığını elinde bulunduran kimseler zaman içinde devletin başına geçmişlerdir. Moğol İmparatorluğu’nun istilası sonucunda esir düşen ve Mısır Devletine satılan köleler Memlûk askerleri olarak yetiştirilirdi. Çoğunlukla Kıpçaklar, Çerkezler, Gürcüler gibi Arap olmayan müslümanlardan oluşturulmaktaydı.

Selahaddin Eyyubi’den sonra, orduda köle unsurların kullanılması uygulamasına devam edilmiş, giderek bu unsurlara ağırlık verilmiştir. İçlerinden yetenekli olanlar, üst düzey kamu görevlerinde de çalışmışlardır.

Kendilerini, bir bakıma kölelikten kurtaran devlete ve orduya karşı ölümüne bir bağlılık içinde olan bu askeri birlikler, hafif süvari tarzında örgütlenmişlerdir ve savaş tarzları da, sıkı disiplinli kütlesel hareketlere dayanmakla birlikte, bireysel atılganlığı öne çıkaran bir tarzdır.

Bu köle askerler iki kışlada eğitim görürlerdi. Bazı (özellikle Batı) kaynaklara göre bu garnizonlardaki askerler iki etnik kökenden geliyordu. Kahire yakınlarındaki, Nil nehri üzerideki Ravda adasındaki garnizonda çoğunlukla Kıpçak askerler bulunur ve bunlara Memalik-i Bahriye (deniz köleleri) denirdi. Yine Kahire’deki başka bir garnizonda ise Çerkez ve Gürcü kökenli askerler bulunur ve bunlara da Memalik-i Çerakise denirdi.

Tarihçiler Memlûk egemenliğini, biri 1250-1382 öteki 1382-1517 arasını kapsayan iki döneme ayırırlar.. Batılı tarihçiler askeri birliklerin siyasal önem kazanma durumlarına bakarak birincisine “Bahri”, ikincisine “Burci” derler. çağdaş İslam tarihçileri ise, etnik kökenlerde farklılığa ve bu farklılığın devletin gelişimine yansımasına dikkat çekmek için aynı dönemlere “Türk” ve “Çerkez” adını verirler.

1249 yılında kanlı bir ayaklanmayla, Eyyubi hanedanlığının son sultanı Turan Şah’ın, ordu ve devlet yönetiminde giderek etkin olmaya başlayan bu köle unsuralara karşı kesin tavır alması üzerine, şahı öldürerek iktidarı ele geçiren bu unsurlar, eski sultanlardan Melik Necmettin Salih’in dul karısı Şecer-üd-Dürr’ü sultan ilan ettiler. Ordu komutanlığına ise bir memluk komutanı olan Muizzüddin Aybeg getirildi. Kısa bir süre sonra Şecer-üd-Dürr, Aybeg’le evlenerek sultanlığı ona devredecektir. Böylece 250 yıldan fazla sürecek bir memluk (köle asker, köle kamu görevlisi) hanedanı başlamış oldu.

Memluk hanedanlığının, tarihte üç önemli etkisi olmuştur. Askeri planda, Haçlı ordularının bölgeden atılması ve Moğol akınlarının durdurulmasıdır. Her iki olay da Arap – İslam devletini kaçınılmaz bir yıkımdan kurtarmıştır. Memluk hanedanlığının üçüncü etkisi ise toplumsal ve ekonomik alanda olmuştur, bir dizi düzenleme getirmeleri, askeri ve politik anlamda bölgede bir istikrar oluşturmaları sonucu, Mısır yeniden önemli bir ticaret yolu haline gelmiştir.

1260 yılında, Bağdat’ı alarak Halifeyi öldüren Moğol orduları Ortadoğuda hızla ilerlemişler ve Mısır sınırlarına dayanmışken, Memluk sultanı Sultan Kutuz, emrindeki memluk ordusuyla Moğol akınını karşılamak üzere harekete geçmiştir. Ayn Calut denilen bölgede karşı karşıya gelen iki ordunun çatışması, Moğolların bozguna uğramasıyla sonuçlandı.

Ayn Calut Muharebesi’nda öncü birliklerin komutanı olan Baybars, Sultan Kutuz’u öldürtüp kendi hükümdarlığını 1260 yılında ilan ettikten sonra 1261 yılında El-Muntasır’ı halife ilan etmiştir. Böylece halifelik, Bağdat’dan Kahire’ye geçmiş olmakta, Memluk devletinin himayesine girmektedir.

1265 yılında Suriye’deki halen Haçlıların elinde olan kaleleri ele geçiren Sultan Baybars, 1268 yılında ise bugünkü Antakya’ya saldırarak, Haçlı prensliğine son vermiştir.

Anadolu’da Moğol hakimiyetini sürdüren İlhanlı Devletinin etkisinden kurtulmak isteyen bazı Selçuklu beylerinin yardım talebi üzerine 1277 senesinde Anadolu’ya bir sefer düzenleyen Baybars, İlhanlı ordusunu Elbistan ovasında yenerek Kayseri’ye kadar ilerlemiş, bu kentde bir hafta kadar kalmıştır. Ama Anadolu Selçuklu Veziri Süleyman Pervane’nin İlhanlı yanlısı siyaseti yüzünden Anadolu’dan ayrılmak zorunda kaldı.

1280 li yıların ortalarına kadar İlhanlıların karşı saldırılarıyla başetmek zorunda kalan Memluklar, bu akınlar durulduktan sonra yeniden Haçlılarla savaşmaya başladılar. 1291 yılında Akka’yı Haçlılardan geri aldılar. Akka’nın düşmesinden sonra Haçlılar Suriye kıyılarında fazla direnemediler ve tümüyle Ortadoğu’yu terk etmek zorunda kaldılar.

İzleyen 90 yıllık barış dönemi, çok genç yaşta hükümdar olan ve sık sık değişen sultanların devridir. Deneyimsiz bu sultanların döneminde devlet ileri gelenlerinin nüfuzu giderek artmıştır.

1382 yılında Çerkez kökenli Berkuk’un, devrin sultanını öldürerek iktidarı ele geçirmesiyle Türk asıllı Memlukların devri de kapanmış oldu. Bu tarihten itibaren Çerkez asıllı sultanlar ülkeyi yönetmiştir.

1461 yılına kadar Memluklarla Osmanlı Devleti arasında yakın ilişkiler hüküm sürmüştür. 1461 yılından itibaren etki alanları yönünden gerginleşen ilişkiler, 1468 yılında Sultan Kayıtbay zamanında açık rekabete dönüşmüş, 1485-1490 yılları boyunca Çukurova’da yapılan savaşlarda iki taraf da önemli kayıplar vermekle birlikte kesin sonuç alamamıştır.

Giderek gerginleşen ilişkiler 1516 yılında tarafların Mercidabık’da savaşa tutuşmalarına yol açmıştır. Memluk ordusunun yenildiği bu savaşın ardından Osmanlı son darbe olarak Ridaniye’de Memluk ordusunu ikinci kez yenilgiye uğratmıştır. Her iki savaş da savaş tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bir açıdan, kitle halinde yönetilen disiplinli süvari birliklerinin, Falanks düzeninde muharebe eden piyade birliklerince önlenebilirliğinin kanıtlandığı savaşlardır bunlar. Diğer açıdan ise dönemin ateşli silahları olan sahra toplarının etkinliğini vurgulamaktadır. Askeri tarihçiler Memluk ordusunun yenilgisini genellikle Osmanlı ordusunca etkili bir biçimde kullanılan sahra toplarına bağlamaktadırlar. “Mızrak ya da kılıç darbeleriyle yapılan saldırılardan hiçbirimiz kaçmayacaktık, çünkü biz bu insanları [Osmanlılar] tanıyorduk. Onlardan korkmamız için bizden daha iyi binici, daha cesur olmaları gerekirdi. Bize zarar veren tek şey, ateş etseniz devirecek olan bu ateşli silahlar, bu mermiler, bu toplardır.”

Bu iki zaferin ardından Osmanlı ordusu Kahire’ye girerek 267 yıllık Memluk devletini ortadan kaldırmıştır. Osmanlı açısından bu zaferlerin parlaklığı, İslam dünyasının hem askeri-ekonomik, hem de Halifeliğin Osmanlı Devleti’ne aktarılmasıyla politik hakimiyetinin Osmanlı Devletine geçmesinde yatar.

Aybek Dönemi
Devletin kurucusu olan Aybek, Eski bir köledir. Daha sonraları satın alındığı Mısır’da eğitilerek Memlûk askeri olarak yetiştirilmiş ve kumandanlığa yükselmiştir. Eyyubi Devleti’nde yaşanan iç karışıklardan yararlanarak Eyyubi devletini yıkmış ve Memlûk devletini kurmuştur. Bu dönemde Mısır’da yaşanan Şii kökenli Arap isyanları bastırılmış ve Suriye Eyyubilerine son verilmiştir. Memlûkler 1250 ile 1382’ye kadar Bahr-i Memlûkler, 1382’den 1517’ye kadar Burci Memlûkler olarak adlandırılmışlardır.

Kutuz Dönemi
Kutuz döneminde Moğol tehlikesine karştı Türk ve İslam dünyasını savunmuşlardır. 1258’de Abbasilere son veren Moğolları 1260 Ayn Calut Muharebesi’nde yenilgiye uğratarak ilerlemelerini durdurmuşlardır. Suriye, Hicaz ve Mısır Moğol istilasından kurtulmuştur

Baybars Dönemi
Baybars dönemi en güçlü dönemdir. Halifeliğin merkezi Mısır’a taşınmıştır. Baybars Bey, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır. 1276’da Anadolu beyliklerine yardım etmeye gitmiştir. 1277 yılında Anadolu Türkleri safında savaşarak Elbistan’da Moğolları 2. kez yenmişlerdir. Fakat Anadolu beyliklerinin yardımı kesmesi sebebiyle savaş sonuçsuz kalmış; Moğol hakimiyeti devam etmiştir.

Ölümünden sonra yerine sırasıyla oğulları geçmiştir. Büyük oğlu Berke Han, uygunsuz kararlar aldığı için kumandanların kararıyla kendini fesh etmiştir. Berke Han, bu kararı kabul etmek zorunda kalmıştır. Berke Han’dan sonra devletin başına el-Adil Sülemiş geçmiştir. Sülemiş’in yedi yaşında olması diğer kumandanları harekete geçirmiştir.

Kalavun Dönemi
Bundan sonra devleti El-Mansur Seyfeddin Kalavun yönetmeye başlamıştır (1279-1290). Kalavun, Haçlılarla mücadeleye devam etmiş ve Suriye’deki son Haçlı kalıntısına son vermiş, Antakya’daki Haçlıları da uzaklaştırmıştır.

Osmanlı Devleti ile Savaş ve Memlûk Sultanlığı’nın Sonu
Hicaz su yolları sürtüşmesi ve Dulkadiroğulları Beyliği’nin kimin olacağına yönelik sürtüşmeler sonucu, 24 Ağustos 1516 yapılan Mercidabık Savaşını Kansu Gavri yönetimindeki Memlûk ordusu kaybetti ve Kansu Gavri öldü. Yerine sultan olan Tomanbay 22 Ocak 1517 tarihli ikinci bir Osmanlı-Memlûk savaşı olan Ridaniye (Reydaniye) Savaşını da kaybetti. Yavuz Sultan Selim komutanlığı altındaki Osmanlı ordusunun Kahire’yi ve Mısır’ı fethi ile Memlûk devleti son buldu.

Memlûk Ordusu
Memlûk kara ordusu birkaç kaynaktan oluşturuluyordu. Sultanın memlûklerden oluşan, Kahire’ye yerleştirilmiş bir daimi ordusu vardı. Her komutanın kendi memlûkleri de olabilirdi. Ayrıca, göçmenlerle memlûklerin oğullarından toplanan özgür doğmuş (memlûk olmayan) süvari sınıfı vardı. Zaman zaman Türkmen, Kürt, Bedevi aşiretler destek verirdi; eyaletlerin de kendi garnizonları bulunurdu. Tüm memlûkler at sırtında savaşmak üzere eğitilir ve donatılırlardı, yeğlenen silahlar mızrak ile yaydı; memlûkler iyi silahlanmış, özellikle hafif süvari ile savaşmaya hazırlanmış orta ağırlıkta süvariydi. Özgür doğmuş süvariler ayrı bir birlik oluşturuyordu. Bunların içerisinde Moğol göçmenler, memlûk olarak hizmet edemeyen ancak özgür doğmuşlar içerisinde seçkin bir yeri olan memlûk oğulları vardı. Memlûk ordusunda piyadenin yeri süvariye göre çok daha önemsizdi. Var olan piyade daha çok yerel nüfustan toplanıyordu. Mısır’ın denizlerde güçlü olmaması Memlûklerin genişlemesini engelledi. Mısır, uzun mesafeli ticaret için iyi bir merkezdi ama sürekli kereste eksikliği olması deniz ticaret gemiciliğinin gelişmesini önlemiş gibi görünmektedir. Kereste Türkiye’den, Hindistan’dan, Doğu Afrika’dan getirtiliyordu. Hatta hindistan’dan bitmiş gemi bile alınıyordu. Birkaç istisna dışında Mısır gemileri Akdeniz savaşlarına karışmadı; daha çok Hint Okyanusu’nda faaliyet gösteriyorlardı, ancak Portekizliler’in ayarında olmadıkları 1500’lerde kanıtlandı. 1509’da Gucerat Sultanlığı ile birlikte Portekizliler’e karşı savaştılar. Memlûk-Gucerat donanması Diu’de yenildi ve yok edildi.

Memlûkler ve Türkçe
Resmi yazışmalar Arapça olsa da askeri dil çoğunlukla Türkçeydi. Sultanlar adına pek çok Türkçe eser yazılmıştır. Memlûk sultanı Kansu Gavri, Türkçe ve Çerkezce yazdığı şiirleri ile tanınır. Bu zat, Firdevsi’nin Şehnamesi’ni Türkçeye çevirtmiştir.Ayrıca sultanların tamamının isimlerinin Türkçe olması da dikkat edilmesi gereken bir özelliktir.Aybeg,Baybars,Kayıtbay,Kansu,Tomanbay gibi.

Memlûk Medeniyeti
Memlûkler büyük bir medeniyet kurmuşlar, pek çok konuda Osmanlılar’ın önüne geçmişler ve onlara öncü olmuşlardır.

Memlûkler Moğol istilası sebebiyle Orta Asya’dan kaçan bilim adamlarını kabul etmişlerdir. Kahire, Halep ve Şamda büyük medreseler kurmuşlardır. Memlûkler ile birlikte Arabistana ve Mısıra her alanda damgasını vurmuşlardır. Mısır ve Suriye’de Memluk usulü eser olarak, Sultan Kalavun Camisi, Sultan Hasan Cami ve Medresesi, Sultan Berkuk Türbesi, Kahire Kalesi, Halep Kalesi örnek verilebilir. Memlûk mimarisinde çok renkli görünüm ve mineli cam örneği ön plandadır.

20 Mayıs 2016 Cuma

TÜRK KÜLTÜRÜNDE ASKER VE SİLAH



 Bozkır kültürü yerleşik kültürlere oranla çok zor şartların geliştirdiği sistemler bütünüdür. Tarıma elverişsiz geniş bozkırlar, hayvancılığı zorunlu kılar. M.Ö.4 bin ile 3 bin 500 yılları arasında atı evcilleştiren Türk boyları, hayvancılığı da yine at ile başlattılar. Hayvancılıkta, yazlak ve kışlaklar arasında hareket zorunludur. Büyük sürülerin kontrolü ve korunması için silah (tulum) edinmek ve silahlanmak (tulumlanmak) gerekir. Bozkır Kültürünün nüvesini hayvancılık oluşturur dersek sanırım yanılmış olmayız.
Boyların otlaklarının belirlenmesi, birbirlerinin otlaklarına tecavüzlerinin önlenmesi, dış saldırılara karşı hayvanların ve otlakların korunması için ordu gereklidir. Ancak, aynı zamanda büyük hayvan sürülerini (at, koyun, keçi, sığır) korumak için de silahlı insan gücüne ihtiyaç vardır. Bu şartlar “Ordu-Ulus” denilen sistemi zorunlu kılmıştır. Bu nedenle mevcut insan gücü çok etkili örgütlenmiş, barış zamanı gündelik işleri ve çoğunlukla hayvanlarıyla ilgilenen halk, aynı zamanda savaş talimi sayılabilecek uğraşlar ve eğlencelerle kendini eğitmiş, savaş zamanı asker olarak toprakların korunmasında görev almıştır. Sistem o kadar güzel örgütlenmiştir ki; savaş anında bir boyun en uç kısmındaki mensup, savaş düzeninin neresinde ve hangi birlikte görev alacağını bilirdi.
Savaş sırasında saldırı silahları olarak; ok ve yay, mızrak, kılıç ve türleri ile balta kullanılmış, (BAYKARA, 2001:172) yakın savaşlarda; kargı, süngü ve kalkan da kullanılmıştır. (KAFESOĞLU, 2011:274)
Ok ve Yay
Türk tarihinin başından itibaren kullanılmıştır. Çok farklı türlerde yay geliştirilmiştir. Bunların arasında süvari için üretilen ve at üzerinde kullanılması kolay olan küçük ebatlılar en yaygınıdır. Kuzetçiler (nöbetçiler) için üretilen daha büyük boyları, ok ile haberleşmede de kullanılırdı. Yay, genellikle sert ve sağlam olduğu için “kayın” ağacından yapılırdı. Ağaçtan veya boynuzdan yapılmış “kavisli kısmı” ile öküz bacaklarının sinirinden veya hayvan bağırsağından yapılmış “gerilen kısmı” yani kirişten oluşur. Üzerine sırım (ince deri parçası) veya sinir sarılmaktaydı. Bundan maksat, yayın hem direncini artırmak, hem de kuruyup bozulmasını engellemektir. Esnekliğini korumak için üzerine zamk sürülürdü.
Oklar üç bölümden oluşur. Demir çağıyla birlikte vurucu bölgesi (başak) demirden yapılmaya başlanınca, eski dil ile “temürgen” temren adını almıştır. İkinci bölüm genelde huş ağacında ahşap çubuk ve dengesini sağlayan son kısımda “yelek” bulunurdu. Oklar, “sadak, okluk, kuruglug, kiş, kiş kuruglug” gibi adlarla anılan torbalarda taşınır, genelde kavak kabuğundan yapılan bu sadaklar (torbalar) atın terkisine, savaşçının omzuna veya bel kayışına asılırdı.
Kılıç-Kıngırak
Türk kılıcı kendisine özgü hatları olan greklerin “Akinakes” dedikleri türdür. Maden işlemede, dönemdeşlerine oranla epeyce ileri olan Türk boyları, piyade ve ağır zırhlı düşmanlarının aksine, daha kısa, kullanımı kolay ancak maden olarak sert kılıçlarıyla üstünlük sağlamışlardır. Bir askerin genelde iki kılıcı olurdu. Bunlardan biri bel kemerinde, biri omuzda veya at koşumuna eklidir. İnce ve çok keskin namlu kısmı, düz veya kavisli olabilirdi. Eski Türk kurganlarında kılıç, meç (kısa kılıç),mızrak (kargı, süngüg), kısa mızrak (kaçut), bıçak, hançer (bügde/bükte), gürz (topuz), kamçı (berge) ve kement (ukruk) gibi çeşitli yakından savaş silâhları bulunmuştur. Kılıcın kavisi rastgele verilmiş bir eğrilik değildi. Vurulan yerde bütün güç kaviste toplandığı için oldukça etkiliydi. Genellikle ahşap olan Türk kılıçlarının kabzaları (boyın), sade ve yalın değildi; kabzaların başı, bazen Türklerin hayatında önemli bir yer tutan kurt (börü) veya kartal (bürküt) başları şeklinde yapılarak, kılıçlara bir sanat eseri özelliği kazandırılıyordu.
Kılıçlar, “kın” adı verilen bir çeşit kılıf içinde taşınmaktaydı. Kın bir halka ile savaşçının kemerine asılırdı. Genelde sağ el kullanıldığı için kın sol tarafa asılırdı. Ayrıca, yakın savaşlarda yada esir düşülmesi durumunda kullanmaları için eğri hançer “kıngırak” her askerin vazgeçilmeziydi.
Kalkan (Tura)
Düzenli ve ücretli, içinde piyadelerin de bulunduğu ordu oluşana kadar (Selçuklu dönemi) Türk kalkan tipi piyadelere oranla daha küçük ve hafiftir. Sol elle tutulur. Dikdörtgen, yuvarlak veya kabarık olabilir. İlk dönemler için hasır ve kösele kullanılmıştır. Yapıldığı malzemeye göre demir olanlara “hacefe”, çelik kalkanların yuvarlak olanına “yaleb” sair malzemeden yapılana “matrak” denir. Kalkanın orta bölümünde “mıh” yani çivi bulunur ve yakın savaşta aynı zamanda saldırı aracı olarak da kullanılabilir. Üzerindeki süsleme işçiliği Türk sanatında büyük öneme sahiptir.
Miğfer (tolga, tulga, yaşuk/aşuk
Tepesi sivri ve fes biçimindedir. Burnu korumak için üst uzantısı, kulakları, boynu muhafaza eden yan siperlik ve levhaları olabilir. Her dönemde kullanılmıştır. M.Ö. 209/206 yılında Çinlilerin Mao-tun (Modu) olarak isimlendirdikleri Mete (Bagatur) Han, hızla koşan atın üzerinde geriye dönerek isabetli ok atışı (part atışı) yapabilen askerlerinin miğferlerinin tolgalarına şahin yelesi takmalarına izin vermiştir. Bu gelenek 18. Yüzyıla kadar bütün Türk devletlerinde kullanılmıştır. nişancılıklarını veya askeri başarılarını ispatlamış olanlar, miğferlerinin yan veya ortalarına şahin tüyü takma hakkına sahiptir. Tüylerin takıldığı bölgeye göre anlamları vardır.
Zırh (Yarık)
İlk dönem sert deri ve köseleden üretilen, daha sonra hafif demir levhalar ve en son olarak yapımında çelik kullanılan giysilerdir. Avrupalıların, hareket kabiliyetini oldukça sınırlayan, ağır ve kalın zırhlarına karşılık, Türkler her dönemde küçük metal levhaların birleştirilmesiyle oluşturulan hafif zırhlar kullanmışlardı. Bu konudaki en güzel örnekler Selçuklu ve Memlüklerde görülür. Türk zırhı süvariye hareket serbestliği sağlar. Süvariler, en kıymetli yardımcıları olan atları için de zırh kullanırlardı. Bu tür zırhı atlara “kidimli” giyimli at denirdi. Atlara giydirilen zırh; at alın, boyun ve sağrı zırhı olmak üzere üç parçaya ayrılırdı. (1.Kılıçarslan, Emir Çavlı ile savaştığında atının da zırhlı olması sebebiyle nehirde boğulmuştur.)
“Kübe yarık” ve “say yarık” adıyla ayrılan iki tür zırh kullanılırdı. “Kübe yarık” bütün vücudu örter, “say yarık” ise, sadece demir göğüslük ve omuz korumasından ibaretti.
Cevşen ve Zemberek
Cevşen, örme zırh demektir. Genelde boyun bölgesi ve omuzlardan itibaren kolları korumakta kullanılır. Eklem hareketlerine fırsat verir. (Resimde askerin boynundan kol dirseklerine kadar örten bölüm) Demir örme, çelik veya pirinçten yapılır. Yönetici sülalesinin üyeleri için üretilmiş, güç ve asaleti temsil ettiği için altın veya gümüşten imal edilmişleri de vardır. Bunun en güzel örneği, Esik Kurganında bulunmuş ve M.Ö. V.yüzyıla tarihlenmiş Altın Elbiseli Adam’ın zırhıdır.

Eski Türk Ordusunun genel mahiyet


Bir milletin sosyal yapısı, ekonomik ve kültürel hayatı ile devlet teşkilatı çok mükemmel olabilir. Ama bunların özellikle dış tehlikelere karşı korunması ve devam ettirilmesi için güçlü bir askeri düzene de ihtiyaç vardır. Ordu millet olan Türklerin en büyük hususiyetlerinden birisi de savaşçılıklarıdır. Barış zamanında günlük işleriyle meşgûl olan halk, savaş zamanında çoluğundan-çocuğuna top-yekûn seferberlik halinde bulunuyorlardı. Türk tarihine ait kaynaklardan öğrendiğimize göre; savaş ve ordu komutanlığı sadece erkeklerin işi değildir. Kadınlar birliklere veyahut da ordulara kumanda edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde savaşlara katılıyorlardı . Özellikle harp, Türkler için bir sanat halini almıştı. Onlar için yatakta ölmek en büyük yüz karasıydı.

Türk milletinin tarihinde ilk sistemli ordunun büyük Hun kaganı Mo-tun (Bögü Tonga) tarafından kurulduğu zaman zaman ilim adamlarınca ileri sürülüp, bu şekilde bir kanaat hasıl olmuşsa da, bu doğru değildir. Türklerden haber veren en eski vesikalara baktığımızda, M.Ö. 3000’lerden itibaren askeri birliklere sahip olan Türklerin, bu güçleri sayesinde sürekli Çin sınırlarına taarruzları söz konusudur. Eğer düzenli bir orduya sahip bulunmasalardı, Çin imparatorluğu Türklere karşı 9. asırdan itibaren yapımına başlanan Çin Seddi’ni meydana getirmek zorunda kalmazdı. Bununla birlikte araştırmacılar, Türk ordusunun diğer kavimlerin askeri yapılarından farklı olan üç yönünü tespit etmişlerdir: 1- Türk ordusu ücretli değildir. 2- Türk ordusu daîmidir. 3- Türk ordusu temelde suvarilerden oluşur .

Eski Türklerde bütün erkekler doğuştan asker oldukları gibi, yeri geldiğinde kadınlar da usta birer savaşçıydılar. Türk ordusunun ve milletinin savaşa daima hazırlıklı bulunmasının nedenleri arasında, Orta Asya bozkırlarında yaşamanın güçlüğünün yanısıra, onların sosyal hayatıyla da alâkalıdır. Ekonomilerinin esası konar-göçer hayvancılığa dayalı olan Türkler, zaten yılın yarısından fazlasını hayvanlarının peşinde, dağlarda ve yaylalarda geçirdiğinden, bünye olarak sağlam bir yapıya sahiptiler. Üstelik, yine yılın belirli aylarında zaman zaman bizzat kaganın başkanlığında, bazan da beylerin sevk ve idaresinde bir nev’i askeri talim özelliği taşıyan sürek avları düzenleniyordu ki, bu da Türklerin savaşa ve savaş manevralarına daima hazırlıklı olmaları demekti. Ayrıca insanlar çocukluklarından itibaren koyunların üzerinde ata binmeyi, yay ve oklarla kuşlara nişan almak suretiyle atıcılığı öğreniyorlardı. İyi birer savaşçı olmaya mecburdular, çünkü harp ganimetlerinden elde edilen gelirler de önemli bir meblağ tutuyordu. Mesela bu hususta kaynaklarda şunlar söylenmektedir: Askerler herhangi bir yere girdiklerinde, önlerine çıkan çadırlara veya evlere üstünde kendi işaretleri olan oklarını saplıyordu. Daha önce çakılmış bir okun yanına başkası iliştirmiyordu. Savaş bitip, kesin zafer kazanıldıktan sonra asker, oklarının bulunduğu yerleri yağmalardı. Ayrıca bu yaptıkları savaşlarda ele geçirilen esirlerden insan gücü olarak yararlanılırdı. Bununla beraber kaynaklarda, Türklerin harp esirlerine ve kendilerine sığınanlara son derece iyi davrandıklarına işaret olunuyor. Aman dileyeni öldürmemek gibi bir geleneğin yanısıra, mağlup olanın kılıç veya koltuk altından geçmesi de galibin himayesine girdiğinin göstergesiydi ki, bu duruma özellikle Dede Korkut Hikayelerinde rastlamaktayız .

Hun dönemine ait Çin kaynaklarına baktığımızda, orduyu idare eden yirmidört komutanın varlığından bahsediliyor . Bunların emri altında çeşitli rütbelere mensup askerler bulunuyordu. Kök Türkçe yazıtlarda ordu kelimesi sü terimiyle karşılanmıştır. Abidelerde en çok geçen kelimelerden birisi budur. Türk ordu teşkilatına dair ilk kayıtlar, milattan önce 3. asra ait olup, bu ordu onlu düzene göre yapılanmıştı. Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla bu sistem Mo-tun Yabgu zamanında meydana getirilmişti . Ordunun başında bugünkü genelkurmay başkanı yerinde olan Sü-başılar bulunuyordu. Sü-başı terimine ilk defa Türkçe belgelerde 8. yüzyılda rastlamaktayız. 710 yılındaki Türgiş seferi sırasında orduya sü-başı İni İl Kagan komuta etmişti . Uygurlar Türk Devletinin başına geçmeden önce, Basmıl ve Karluklarla ittifak yapmışlar ve Börülüleri (Aşinalar) birlikte ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Bu müttefik ordunun idaresi Uygurların başbuğu Kutlug Bilge Köl Kagan’ın oğlu Moyun Çor’un yönetimindeydi. Yani Uygur şadlarından Moyun Çor da Sü-başılık yapmıştı . Genellikle sü-başılık görevlerine kagan çocukları, kardeşleri veya yeğenleri getirilmekteydi.

Sü-başıdan sonra orduda en büyük rütbe, bizim kanaatimize göre Çabış lıktır. Bilge Tunyukuk şahsına ait yazıtında, kendisinin İl-teriş’in çabışı olduğunu; bilgesi, çabışı ben ök ertim , sözüyle açıklıyor. Çin sınırlarından harekete Aşina Kutlug ile birlikte başlayan A-shih-te Tunyukuk’un, Kutlug’un önde gelen komutanı olma özelliği de bulunmaktadır. Kök Türk tarihinin ünlü devlet adamlarından Köl İç Çor da, Bilge Kagan’ın çavuşluğunu yapmıştır. Onun batıdaki Tarduş beyleri üzerindeki faaliyetleri ve Beş Balık seferlerindeki üstün gayreti artık bilinmektedir. Köl İç Çor da haklı olarak yazıtında bu unvanını şöyle dile getiriyor: Köl İç Çor ançak bilgesi, çabışı erti . Yine Uygur komutanları arasında Çabış Sengün adında meşhur bir şahsiyete rastlamaktayız. 753-754 tarihinde, Uygurlardan Türgiş ülkesine Çabış Tun Tarkan’ın gitmiş olduğunu tespit etmiş durumdayız. Zamanını belirleyemediğimiz Yula Beg adına dikilen Kemçik-Çirgak Yazıtında ise bir Baş Çabış ile karşılaşıyoruz.

Kitabelerde asker manasına sü’den başka çerig kelimesi de kullanılmıştır . Askeri terimler bakımından dünyanın en büyük kültürüne sahip Türk milleti ve ordusunda bütün rütbeler birer birer ayrılmıştır. Her rütbenin vazifesi farklıdır. Bugüne kadar gelmiş olan bu rütbeleri kaynaklardan yola çıkarak ortaya koymak mümkündür.

Eski Türk ordusunda en büyük askerî birlik tümen denilen on bin kişilik kuvvettir ve bunlar “tümen başı” denilen komutanların emrindeydi. Ondan sonra beşbin kişilik birlikler gelir. Beş bin kişinin başkanına ise, Beş bıng er başı denmektedir. Ordunun idaresinde daha sonra Bınga başılar yer alıyordu. Uygur kaganlığının başlangıç yıllarında Köl Bilge Kagan’ın, oğlu Moyun Çor’u binbaşı tayin ettiğini; özümin öngre bınga başı ıdtı , cümlesinden anlamaktayız. Terhin Yazıtında ise, Tölös ve Tarduş beylerinin oğullarından bınga başıların çıktığı görülmektedir . Yine, Terhin Yazıtında ilk defa Tokuz yüz er başı deyimiyle karşılaşmaktayız ki, burada; Tokuz yüz er başı Tuykun Ulug Tarkan Bukug , diye birinin ismi geçiyor. Beş yüz kişinin komutanı ise, Beş yüz başı denmektedir. Terhin Yazıtında, Moyun Çor’a bağlı beyler arasında Beş yüz başı Külüg Ongı ve Beş yüz başı Ulug Öz Inançu ’nun adları sayılıyor. Bundan sonra yüz başılar gelmektedir. Bir de askeri rütbe olarak er başılar vardır.

Savaşta askerler, komutanlarına yüzde yüz itaat etmek zorundaydılar. En küçük bir uygunsuzluk veya isyan hareketinin cezası ölümdü. Savaşa girecek er atının kuyruğunu bağlar veya keserdi ki, buna eski Türkler “tullama” diyorlardı. Kelimenin aslı bugün de Türkçemizde kullandığımız “dul” sözüyle ilgilidir. Atını da bir eş gibi gören Türk, çarpışma esnasında öldüğünde atının ve evdeşinin ersiz kalacağını bildiğinden, savaş öncesi böyle bir tören icra ediyordu. Yine bu suvarilerin en önemli özellikleri çok hızlı olmalarıydı ve hepsinin bir de yedek atları bulunuyordu. Adeta rüzgarla yarışıyorlardı.

13. asır Türkiye Selçuklu hükümdarlarından İzzeddin Keykavus hakkında bilgi veren İbn Bibi’de, bir sultanın erlerine nasıl davranması gerektiği hususunda da şunlara rastlıyoruz: “Askerlerini ara, onların hayvanlarının beslenmesine yardımcı ol. Çünkü asker mertlik ve yiğitlik kaynağı olup; devletin ve halkın koruyucusu, ülkenin kılıcı, padişahın mızrağı, şehirlerin ve beldelerin kalesidir. Onlar felaketleri önleyip, düşmanları uzaklaştırır. Açıklar onlarla kapatılır, işler düzene girer. Erin yoksulunu kolla ki, sırtın sağlam olsun. Başına bir iş gelmeden önce onları dene. Birşey buyurmadan evvel imtihana çek. Aralarındaki vefakâr, yiğit ve er meydanından kaçmayanları seçip, ödüllendir. Çünkü askerin fazlası değil, güçlü ve cesur olanı işe yarar. Şavaşta başarı gösterenlere bol bağışta bulun ve rütbesini yükselt. Birisi senin bayrağının altında şehit düşerse, çocuklarına kucak aç. Ailesine ve akrabalarına onun yokluğunu hissettirme ki, zor anlarında devletine ve sana yardım için canlarını vermek onlara kolay gelsin”. Yine Kitab-ı Diyarbekriyye’de; “hükümdarın askerinin, düşmanlarından ona bir zarar gelmemesi için efendisini gözetmesi gerekir. Emin olmalıdır ki onun hayatı, hükümdarın hayatına bağlıdır”, deniyor . Aynı şeyler bugün de her ordu için geçerlidir.

Silah konusunda Türkler Orta Çağda oldukça ileriydiler. Savaş esnasında çok cesur olan Türk milleti, aynı zamanda zengin maden yataklarına sahipti ve silah işçiliğinde de ustaydılar. Mesela Türk kabilelerinden Bayırkular, sadece at yetişitirciliğinde değil, demircilikte de maharetliydiler. Yine batıdaki On Ok Türkleri demir ticareti de yapmışlardır. Çin kaynakları, Kırgızlardan söz ederken; her yağmurdan sonra topraklarında demir çıkar ve bundan gayet keskin silahlar yaparlardı, diyor. Özellikle arkeolojik kazılar bize Sayan ve Altaylarda çelik üretildiğini, Tanrı Dağlarıyla, Kazakistan’nın güneyinde altın, gümüş, bakır ve demir bulunduğunu göstermektedir . Türk milleti açısından madenciliğin gelişmesi, Türk kaganlarının ordularını en iyi araç-gereçle silahlandırması, Çin kaynaklarında Börüler diye adlandırılan vurucu güce sahip zırhlı suvarilerin bulunması ayrı bir üstünlüktü . Savaş malzemeleri de dahil olmak üzere madenden imal edilen herşeyleri gayet mükemmeldi . Buna dair kalıntılar da elimizde oldukça fazladır.

Kısaca kitabeler ve Divanü Lûgat-it-Türk gibi kaynaklarda geçen savaş araç ve gereçlerinden bazıları şunlardır: At, ok, yay, kılıç, bükte, kıngırak (hançer, kama), keş, kurman, sadak (okluk), kın (kılıç ve bıçak kabı), kalkan, süngüg, kargı, cida, gönder (mızrak), çomak (bir nev’i topuz), batrak (ucuna bez bağlanan süngü), tug (birliklerine göre değişiyordu), ukruk (kement), kargu (ateş kulesi), köbrüge (davul), yarık, cevşen (zırh), yoşuk, tubulga (tulga/ miğfer), küpe-yarık (vücudu kuşatan zırh), yelme eri (öncü, keşif kolu) .

Bundan başka savaşla ilgili kullanılan birtakım deyimler de vardır ki, onlardan bazıları da şunlardır: Tokımak, süngüşmek (savaşmak), sülemek (ordu göndermek), atlıg (suvari), yadag (piyade), akınçı (düşmana baskın yapan), yizek (ordunun önde giden bölüğü), karakol (bekçi, devriye), yortug (hakanın yanında bulunan koruma görevlilerinden), içgirmek (itaata almak) . Ancak Türkçe kitabeler ve diğer vesikalarda savaşla alâkalı daha yüzlerce kelime ve deyim mevcuttur. Bununla birlikte Çin yıllıkları ve Bizans kaynaklarının bildirdiğine göre; Hunlar ve Kök Türkler boynuzdan yaptıkları yaylar, ıslık çalan oklar (arkasında kartal ya da akbaba tüyü olan düz, yivli, çengelli oklar), süngü, bıçak, kılıç, kement ve kuşatmalarda faydalanılan koç başları vs. değişik silahlara sahip oldukları gibi, davulun yanında boynuz veya diğer madenlerden imal ettikleri boru ya da zurnaları da bulunuyordu. Hatta ordu bandolarının kuruluşunun temelinde bile eski Türk askeriyesindeki davul ve onu izleyen Mehter olgusu yatar . Keza Uygurlar ve Basmıllar da aynı özellikteydiler. Kırgızların ağaçtan yapılmış kalkan ve zırhları kullandıklarına dair kayıtlar mevcuttur. Herhalde atları da zaman zaman ince bir zırhla kaplıyorlardı. Çünkü Asya’nın değişik bölgelerinde buna dair figür ve motiflere rastlanmaktadır .

Uygurlar, yaylarının kirişlerini at kılından yapıyorlardı. Hem kaya resimlerinde, hem de Orkun Vadisi’nde yer alan Bilge Kagan ve Köl Tigin anıt mezarlıklarında gerçekleştirilen kazılarda ise değişik ebatlarda ve özelliklerde ok uçları görülmüştür. Mo-tun devrinden beridir bir savaş aleti olarak vazife gören ıslık çalan okları, herhalde Mogollar da kullanmıştır. Gündelik hayatta karınlarını doyurmak amacıyla, avlarda yararlandıkları ok ve yaya öyle maharetle hükmediyorlardı ki, at üzerindeyken dahi ileriye, geriye, sağa ve sola oklarını gönderebiliyorlardı. Anna Komnena bu hususta şöyle diyor: “Bir Türk kovalamaya geçmişse, düşmanını ok atarak haklar. Kendisi kovalanıyorsa, okları sayesinde üstün gelir. Fırlattığı ok uçarak ya ata, veya atlıya saplanır. Ok çok güçlü bir elle gerilmişse, gövdeyi delip, geçer. Türkler gerçekten çok usta okçulardır”. Ok sadece bir savaş aleti değil, aynı zamanda hakimiyet sembolü olduğu gibi, resmi evrakları da bal mumu ve ok ile damgalıyorlardı . Bunlar altın, gümüş, bakır, pirinç ve demir nev’inden madenlerden yapılırdı. Okların ucundaki demir parçaya “temren”, arkasındaki tüye “yülek” veya “yelek”, yaya sarılan sırmaya “toz” denmekteydi. Yaylar için yapılmış herhangi bir özel kaba rastlanmamakla beraber, umumiyetle kola veya omuza asılarak taşınırdı. Yakın çarpışmalarda kılıç, mızrak, balta gibi araçlardan yararlanmışlardır. Ayrıca en eski Türk kılıçlarının hafif kavisli, bazan tek tarafı keskin, bazan da her iki tarafının parçalayıcı olduğunu biliyoruz. Kılıçların ve bıçakların kabzaları ağaçtan veya kaplumbağa kabuğundan işleniyordu. Ok ve kılıçları koymak üzere özel olarak hazırlanmış ve süslenmiş kılıflar mevcuttu. Kazılarda başı koruyan pek tolgaya rastlanmamasına rağmen, onları da kaya, duvar veya para resimlerinde görmemiz mümkündür. İlk Hunlar çağında deriden yapılan zırhların üzerine çeşitli motifler işleniyordu. Küpe-yaruk adı verilen halka ve plaka zırhlara ise Aral ve Orkun’daki araştırmalarda da tesadüf edilmiştir. Böyle zırhların hazırlanarak Çin imparatoruna da yollandığını kaynaklar yazmaktadır. Hunlar hakkında bilgi veren eski belgelerden anlaşıldığına göre, onlar düşmanlarını kement ile de tesirsiz hale getiriyorlardı .

Özellikle, Türklerin harp usûlleri de çok ilgi çekmiştir. Bu hususta geçmişte ve günümüzde birçok araştırma yapılmıştır. M.Ö. 140’larda Türk ordu sistemi hakkında bilgi veren Çinli bir vezirin tespitlerine göre; Türk askerleri insanı şaşırtan bir çeviklikle hareket ediyorlardı. En yalçın dağları çok kısa bir sürede tırmanırlar ve inerlerdi. Selleri ve ırmakları elbiseleriyle yüzüp, geçerler. Rüzgara, yağmura ve susuzluğa dayanırlar. Hertürlü arazide dinlenmeden zorlu yürüyüşler yaparlar. Onların atları en dar yarıklardan bile geçmeye alışıktır. Türkleri yenmek için düz ovaya çekilmeliler. Savaş arabaları olmadığı gibi, atları da yavaş kalır. Mızraklarının kısalığı ve zırhlarının da inceliği sebebiyle yakın dövüşe zorlanmalılar. Ayrıca onların savaş usullerini bilen halklardan da yardımcı kuvvetler alınmalıydı .

Bununla birlikte Türkler savaşa başlamadan önce, esas kuvveti saklama ve yedek güç ayırmaya büyük önem veriyorlardı. Tarihte Türk savaş taktiği Kurt Kapanı, Kaz Ayağı ve ençok bilinen şekliyle Turan Taktiği olarak anılmıştır. Turan taktiğinin en büyük hususiyeti sahte ricattır. Düşmanla karşılaşılmadan evvel Türkler, savaş meydanının sağına ve soluna birtakım kuvvetlerini saklarlar. Daha sonra düşman ordusu Türk akıncılarıyla karşılaşıp, onların da geri çekildiğini görünce, bütün güçleriyle saldırırlar. Bu geriye çekiliş esnasında bile, arkalarına dönerek çok mükemmel ok atabilirlerdi. Nitekim 2003 senesinde, Prof.Dr. Gömeç’in heyetinin Bilge Kagan’ın Anıt Mezarlığındaki kazı çalışmaları sırasında bulduğu resimli kiremitin üzerinde böyle bir sahne vardır. Neticede önceden gizlenmiş olan Türk askerleri düşmanın sağını ve solunu çevirerek, çember içerisinde rakiplerini yok ederler. Ayrıca Türk-Hunlar savaşa girmeden evvel hasımlarını ok atışlarıyla yıpratıyorlar ve bunu onları yorana kadar sürdüyorlardı. Uygurları anlatan Çin vesikalarında, savaş sırasında onların sahte bir karargah oluşturduklarına ve düşman askerleri buraya doğru hücuma kalkıştıklarında, etrafta saklanan esas ordu tarafından tuzağa düşürüldüklerine dair haberler de vardır .

Türk ordusunun savaş sırasında saf tutması da belirli bir düzen dahilindedir. Mesela Çin kaynaklarından elde ettiğimiz bilgilerde; millattan önce 3. yüzyılın başlarında Hun orduları Çin imparatoru Kao-ti’yi kuşattıklarında, Türk suvarilerinin atlarının rengine göre dizildikleri söylenir. Buna göre batıda kır atlar, doğuda gök, kuzeyde yagız, güneyde de doru atlar yer alıyordu. Hatta batıdaki Peçeneklerin yurt dağılımları bile atların rengi esasında oluyordu. Hiç şüphesiz askeri araç ve gereçlerin içerisinde atın yeri çok önemlidir. Adeta Türk, at ile özdeşleşmiştir. Onlar hakkında bilgi veren Batılı yazarlar; at başka bir kavmi sırtında taşır, fakat Türkler at üstünde ikamet eder. Onlar ata sanki yapışmış gibidirler, diyorlar. Alış-verişlerini at sırtında yaparlar, yerler, içerler. Mübalağasız onun boynuna sarılarak, tatlı rüyalara dalıp, uyurlar. Görüşmeleri bile at üzerinde olan bu insanların, çiftçi halkların yaya ve durarak savaşmalarına karşılık, atlarıyla çok süratli muharabe taktikleri geliştirdiklerini görüyoruz .

Bundan başka Hazar Kaganlığından bahseden kaynaklar; ordu sefere çıktığında her asker yanında iki metre boyunda, ılgın ağacından kazıklar bulundurduğunu, konakladıkları zaman herkesin yanındaki bu kazıkları düzgünce yere sapladığını, kalkanların bu direklere dayandırıldığını ve böylece kısa bir zaman içerisinde karargahın etrafının sanki surlarla çevrilmiş gibi olduğunu söylerler. Buna bağlı olarak meşhur Moyun Çor Kagan’ın da 750 senesinde Tez Başı’nda otağını kurdurduğunu, burayı çitlerle güvence altına aldırdıktan başka, kitabesini yazdırttığını bilmekteyiz . Bununla beraber ordu yeri arabalarla çevrelenmekteydi ki, bu da bir nev’i savunma tedbiriydi.

Savaşın vakti de iyi seçilmeliydi. Türk-Hunlar düşmanlarına dolunay vakitlerinde saldırıyorlar, ay küçülmeye başlayınca da geri çekiliyorlardı . Yağmurlu, karlı ve tozlu günlerden kaçınırlardı. Çünkü yağmur yağdığında yayların kirişleri gevşer; tozlu ve bulutlu zamanlarda da hedefler iyi görünmezdi.

Türk devlet anlayışında, dış ilişkilere de büyük önem verilmiştir. Dosta dost, düşmana düşman ilkesi esas tutulmakla beraber, herşeyde Türk devletinin ve milletinin menfeatları gözetilmiştir. Dış işlerinden sorumlu bir buyruk bulunurdu. Onun emri altında elçiler ve yalabaçların çeşitli vesilelerle ülkelere yollandıklarını daha önceden de biliyoruz. Kök Türkçe yazıtlarda elçiler ve elçilerin gittikleri yerler zaman zaman da zikredilmiştir. Bunların askeri unvanları da vardı.

Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ

BİBLİYOGRAFYA

Abû Hayyan, Kitâb al-idrâk li-Lisân al-Atrâk, Haz. A.Caferoğlu, İstanbul 1931

Agacanov, S.G., Oğuzlar, Çev. E.Necef-A.Annaberdiyev, 2. Baskı, İstanbul 2003

Alpargu, M., Diğer Kaynaklarla Karşılaştırma Yolu İle Baburnâme’nin Türk Devlet Teşkilatı Bakımından Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Ankara 1984

Artamonov, M.I., Hazar Tarihi, Çev. A.Batur, İstanbul 2004

Baştav, Ş., “Eski Türklerde Harp Taktiği”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964

Caferoğlu, A., Divanü Lûgat-it-Türk Dizini, Ankara 1972

Chen, C.L., “A Study of Turkic Weapons”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985

Clauson, S.G-E.Tryjarski, “The Inscription at Ikhe Khushotu”, Rocznik Orientalistyczny, 34/1, Warszava 1971

Çandarlıoğlu, G., Sarı Uygurlar ve Kansu Bölgesi Kabileleri, Doktora Tezi, İstanbul 1976

Deer, J., “İstep Kültürü”, Çev. Ş.Baştav, DTCF. Dergisi, 12/1-2, Ankara 1954

Deguignes, J.M., Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. I-II, İstanbul 1924

Eberhard, W., Çin’in Şimal Komşuları, Çev. N.Uluğtuğ, Ankara 1942

Eberhard, W., “Tobaların Hayvancılığı”, Belleten, C. 9, Ankara 1945

Ebu Bekri Tihrani, Kitab-ı Diyarbekriyye, Çev. M.Öztürk, Ankara 2001

Ekrem, M.A., Romen Kaynak ve Eserlerinde Türk Tarihi, Ankara 1993

El-Cahiz, Hilâfet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri, Çev. R.Şeşen, Ankara 1967

Ergin, M., Dede Korkut Kitabı II-İndeks-Gramer, Ankara 1963

Esin, E., “Butân-ı Halaç (M. VII. – X. Yüzyıllarda Halaç Kültürünün Sanat Eserlerinde Akisleri)”, Türkiyat Mecmuası, C. 17, İstanbul 1972

Esin, E., İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978

Feher, G., Bulgar Türkleri Tarihi, Ankara 1984

Gömeç, S., Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. baskı, Ankara 2000

Gömeç, S., “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi 2001 Yılı Çalışmaları Hakkında”, Yüce Erek, 3/24, Ankara 2001

Gömeç, S., “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi Çalışmaları”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı 202, İstanbul 2003

Gömeç, “Türk Kültürü Açısından Önemli Bir Buluş”, Orkun, Sayı 77, İstanbul 2004

Gregory Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi, C. I, Çev. Ö.R.Doğrul, 2. baskı, Ankara 1987

Gumilev, L.N., Hazar Çevresinde Bin Yıl, Çev. A.Batur, İstanbul 2001

Gumilev, L.N., Hunlar, Çev. A.Batur, 3. baskı, İstanbul 2003

Gülbeden, Hümayunnâme, Çev. A.Yelgar, Ankara 1944

Hudyakov, Yu.S., Merkezi Asya Göçebelerinin Koral-Yarakları ve Uruş Seneti, Ter. P.Cilan, Urimçi 2003

İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Alaiye, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara 1996

İnce, İ., Han Hanedanlığı Döneminde Hunlarla İlgili Yer, Unvan, Kişi Adları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1996

Kafesoğlu, İ., “Türk Ordusu”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964

Kafesoğlu, İ., Türk Milli Kültürü, 2. baskı, İstanbul 1983

Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, C. I-IV, Haz. B.Atalay, Ankara 1985

Kerimüddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev. M.Öztürk, Ankara 2000

Khoniates, N., Historia, Çev. F.Işıltan, Ankara 1995

Klyaştornıy, S.G–T.İ.Sultanov, Türkün Üçbin Yılı, Çev. A.Batur, İstanbul 2003

Koestler, A., Onüçüncü Kabile, Çev. B.Çorakçı, 4. baskı, İstanbul 1984

Kommena, A., Alexiad, Çev. B.Umar, İstanbul 1996

Koşay, H.Z., “Türklerde Harp Usulü”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974

Köprülü, F., “Ortazaman Türk Hukuki Müesseseleri”, Belleten, 2/5-6, Ankara 1938

Kuzgun, Ş., Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1985

Liu, M.T., Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), I. Buch, Wiesbaden 1958

Marko Polo, Marko Polo Seyahatnamesi, C. I, Çev. F.Dokuman, İstanbul (tarihsiz)

Medoyev, A.G., “Naskalniye iz Obrajeniya Gor Tesiktas i Karaungur”, Noviye Materiali Po Arkheologii i Etnografii Kazakstana, Tom. 12, Alma-Ata 1961

Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaif-ül Ahbar, Çev. İ.Erünsal, C. I, İstanbul (tarihsiz)

Nizamüddin Şamî, Zafernâme, Çev. N.Lugal, Ankara 1949

Ögel, B., Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. 1, Ankara 1981

Ögel, B., İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 2. baskı, Ankara 1984

Ögel, B., Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 7-8, Ankara 1984

Ögel, B., Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. baskı, İstanbul 1988

Romashov, S.A., “The Pechenegs in the 9-10th Centuries”, Rocznik Orientalistyczny, LII/1, Warszawa 1999

Rubruk, W., Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), Çev. E.Ayan, İstanbul 2001

Sümer, F., “Oğuzlara Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCF. Dergisi, Sayı 17, Ankara 1961

Tryjarski, E., “Towards a Better Knowledge of the Turkic Military Terminology”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985

Tsai, W.S., Li Tê-Yü’nün Mektuplarına Göre Uygurlar, Doktora Tezi, Taipei 1967

Vaczy, P., “Hunlar Avrupa’da”, Attila ve Hunları, Haz. G.Nemeth, Çev. Ş.Baştav, Ankara 1982

Venedikoff, I., “Preslav Şehrinde Yeni Keşfedilen Proto-Bulgar Kitabesi”, Çev. F.Preyger, Belleten, 11/43, Ankara 1947

Watson, B., Record of the Grand Historian of China, Volume II, Third edition, New York 1968

Ziya, Y., “Orta Asya’da Türk Boyları”, İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 5/24, İstanbul 1932