17 Nisan 2016 Pazar

TÜRK MİTOLOJİSİNDEN ANADOLU’YA TAŞINAN KÜLTÜR: GEYİK MOTİFİ

THE CULTURE WHICH CARRIED FROM TURKISH MYTHOLOGY TO ANATOLIA: THE MOTIF OF DEER Mehmet MANDALOĞLU
 Öz İslamiyet’ten önce Türklerde bazı hayvanlar kutsal olarak kabul edilmiştir. Türklerin önem verdikleri hayvanların başında kurt gelmektedir. Kurttan sonra ikinci sırayı geyik almaktadır. Geyik, çabuk renk değiştirebilen bir hayvandır. Bunun yanında geyik, önemli bir totem unsuru olarak Türklerde görülmüştür. Bu yüzden, bazı araştırmacılar Türklerin totemist olduklarını ifade etmişlerdir. Kurt ve geyiğin dışında at, koyun, kartal, kaplumbağa da Türklerde önemlidir. Mitolojik bir unsur olan geyik motifi göçler sonucunda Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan kültürel bir mirastır. Anadolu’da anlatılan Alageyik Efsanesi, en önemli destanlardan biridir. Anadolu’daki diğer efsane Geyikli Baba Efsanesidir. Ankara-Çamlıdere’de anlatılan Cibilli Dede efsanesi bu anlatımlara eklenebilir. Geyik motifleri, çoğunlukla mezar ve türbelerin etrafında yoğunlaşmış, mitolojik unsur dini bir kimliğe bürünmüştür. Bazı evlerin duvarlarında ve türbelerde geyik boynuzları bulunmaktadır. Bu durum, büyü ve nazara karşı savunmayla ilgilidir. Geyik motifi, sanatta ve mimaride de görülmektedir. Anahtar Kelimeler: Mitoloji, Totemizm, Geyik, Kurt, Anadolu. Abstract Turks before Islam were considered sacred in some animals. Turks at the beginning of the animals they care about is the wolf. After the wolf the second place takes the deer. The deer is an animal that can change color quickly. In addition deer, observed as an important element of the totem in Turks. Therefore, some researchers have stated that they were totemic Turks. Except wolves and deer; horses, sheep, eagles, turtles are important also Turks. The motif of deer which is an element of mythological is a cultural heritage that moved from Central Asia to Anatolia as a result of migration. The Legend of Fallow Deer are described in Anatolia, is one of the most important epics. Other legend in Anatolia is Geyikli Baba Legend. Cibilli Dede Legend which described in Ankara-Çamlıdere can be added these narratives. Deer motifs are mostly concentrated around the tombs and shrines, religious identity than the mythological element. There are deer antlers on the walls of some houses and tombs. This situation relates to defense against magic and consideration. The motif of deer can be seen in art and architecture. Keywords: Mythology, Totemism, Deer, Wolf, Anatolia. Giriş İslamiyet’ten önce Türklerin temel geçim kaynağı hayvancılığa dayanır. Sürü sahibi olan Türkler, geçimlerini kendi yetiştirdikleri koyun, sığır gibi hayvanların etleriyle karşılarken avladıkları hayvanların etlerini de tüketmişlerdir. Türklerin avladıkları hayvanların başında ∗ Dr., Tarih Öğretmeni, Milli Eğitim Bakanlığı Keçiören Anadolu Lisesi, Sanatoryum Cad. Avni Paşa Durağı, No: 168, 06100, Keçiören/ANKARA, Tel: 0505 485 99 01; e-posta: mndl04@mynet.com.tr - 383 - geyik gelmektedir. Geyiğin Türklerin hayatında önemli bir ekonomik kaynak oluşturmasının yanında mitolojide yer alması, onun mimari ve sanatta kullanılmasında etkili olmuştur. Arkeolojik olarak elde edilen veriler, efsane ve destanlarda geçen ifadeler eski Türklerde bazı hayvanların önemli olduğunu göstermektedir. Hayvanlara önem verilmesi aynı zamanda onlara kutsiyet atfedilmesine de neden olmuştur. Hayvanlara verilen önem ve değerden dolayı Türklerin totemist oldukları ifade edilmektedir. Türklerin totemist olarak ifade edilmelerinde kurt ile ilgili efsanelerin varlığı etkili olmaktadır. Kurganlardan elde edilen buluntular arasında kurt ile ilgili sanat eserlerinin bulunması, bu savı güçlendirmektedir. Makalemizin ilk bölümünde Türk mitolojisinin içinde totemizmin izlerinin olduğunu açıklamaya çalıştık. Türk mitolojisinin temelinin totemizme dayandığını, bu konu üzerinde çeşitli araştırmalar yapıldığını ve bu araştırmalar neticesinde Türk mitolojisinde totemizmin bulunduğunu ifade ettik. Makalemizin ikinci bölümünü Türklerin hayatında önemli yere sahip olan hayvanlara örnekler oluşturmaktadır. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere Türklerde sadece “kurt” ve “at”ın önemli olmadığını, diğer hayvanların da önemli olduğunu vurgulamaya çalıştık. Çalışmamızın üçüncü ve dördüncü bölümlerinde geyik ile ilgili hususlar yer almaktadır. 1. Eski Türklerde Mitoloji ve Totemizm Mitoloji, insanlık tarihinde uzun bir dönem Tanrı olarak kabul edilmiş hayvanların motifleri yönünden son derece zengin bir kaynaktır. Bu mitolojik öykülerde sıklıkla biçim değiştirme, yani hayvan-insan ve insan-hayvan geçişleri ya da değişimleri vardır. Sonuçta her kültürün mitolojisinde, hayvanların değişik biçimlerde ve oranlarda da olsa mutlaka yer aldığı görülür (Armutak, 2002: 412). Türklerin inanç sistemlerinin temeli totemizme dayanmaktadır. Totemizm, insanla hayvan ya da bitkiler arasında bir ilişki olduğu inancına dayanan bir düşünce sistemidir. Türklerde hayvan ya da bitkiyle akrabalık kurulması, hayvan ya da bitkinin totem haline gelmesine neden olmaktadır. Bu açıdan Türklerin totemist oldukları anlayışı mitolojiden günümüze kadar gelen unsurların başında yer almaktadır. Totemizmin niteliklerini, akrabalık ilişkileri içinde aramak gerekir. Bir klanda herkes birbirinin akrabasıdır. Akrabalık gerçek değil, saymaca bir kandaşlığa dayanır. Klanın bir başka niteliği de, her klanın taşıdığı adın o klanın sıkıca ilgili bulunduğu eşya, bitki ve hayvandan birisinin adı olmasıdır. Klan üyeleri ile bu eşya, bitki veya hayvan arasında bir akrabalık var sayılır. Bir klanı diğerinden ayıran o klanın totemidir. Klanın totemi üyelerden her birinin totemidir. Klan, büyük çapta bir aile sayılabilir (Taplamacıoğlu, 1983: 79). Eski Türk inancı üzerine çalışma yapanların ortaya attıkları tezlerden birisi Türklerin Totemist oldukları görüşüdür. Bu görüşü savunanlar daha çok Çin yıllıklarına dayanarak hüküm vermektedirler. Fuad Köprülü, Türklerin totemist oldukları görüşünü savunanlardan biridir. Çin yıllıklarına dayanarak Türklerin totemist oldukları görüşünü savunan kişiler, Türklerin keçeden resimler yapmalarını, onları sırıkların uçlarına asmalarını ve saraylarda yanlarında bulundurmalarını dikkate alarak kurt’a değer verdiklerini ifade etmektedirler (İnan, 1976: 7). Eski Türklerde totemciliğin olduğuna delil olarak kurt’un ata tanınması, bu hayvana karşı saygı duyulması, 19. Yüzyılın 2. Yarısında Orta Asya Türkleri arasında tespit edilen ve totemcilikteki “şuringa”yı andıran put-fetişler gösterilmiştir (Kafesoğlu, 1993: 284). Türklerin totemist oldukları yönünde araştırma yapanların sayısı oldukça fazladır. Bu araştırmacılardan biri olan Tylor, totemizmi atalara tapma inancı ile açıklamaya çalışır. İlkel insanların çoğunun ölen atalarının ruhlarının hayvan veya bitki gövdelerine göç ettiklerine inandıklarını, onların hayvan veya bitkilere yönelerek kutsal bir karakter kazandıklarını ifade etmektedir (Yücel, 1975: 69-70). Tylor’a göre Türklerin totem inancını benimsemelerinde ölmüş atalarına saygı duyma anlayışının etkili olduğu görülmektedir. Totemizm konusunda araştırma yapanlardan olan Jevons, totemizmin kökünü olağanüstü varlıklara inançta aramak gerektiğini ileri sürerek akrabalık bağları ile bir klana bağlanmış olan varlıklara totem adını vermektedir (Yücel, 1975: 70). Türklerde totemizm konusu üzerine çalışma yapanlardan olan Jean Paul Roux, VIII. Yüzyıldan itibaren, bazı Türk kabilelerinin klanları ile bazı hayvanların arasında bir bağın - 384 - gözlenmiş olmasını Türklerde Totemizmin varlığına kanıt saymaktadır (Günay-Güngör, 2003: 135). Türkiye’de Türklerin totemizmi benimsemeleri üzerinde araştırmalar yapan kişilerden en önemlisi şüphesiz Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp, Türklerin totemizm devresini geçirdiğini savunmaktadır. Hatta Totem olarak kabul edilen hayvanların, Totemizm ibadetinin haricinde kesilemeyeceğini vurgulamaktadır (Gökalp, 1976: 52). Türklerde totemizm üzerinde araştırma yapanlardan olan Rasonyı, Türklerde totemizmin varlığından bahsetmektedir. Rasonyı, Totem’in önemli olduğunu ifade ederken onun varlığının ölümle sona ermediğini belirtmektedir. Ongun’ların ruhların meskeni olduğunu, ağaçtan yontulmuş putta veya keçeden kesilmiş figürlerde ongunların yaşamakta olduğunu ve bütün klanın ortak putu olduğunu ifade etmektedir (Rasonyı, 1971: 29). Burada Rasonyı, totemizme farklı bir bakış açısı getirmiştir. Bu bakış açısı Türklerin puta tapıcı olabileceği üzerinde görülmektedir. Bu duruma M. Ö. 121 yılında gerçekleşen Çinlilerle Hunlar arasında yapılan savaşı örnek gösterebiliriz. M. Ö. 121 yılında cereyan eden bir savaşta Çinlilerin Hun prensini yenerek karargâhını ellerine geçirdiklerinden ve aldıkları ganimetler arasında bir altın putun varlığından bahsedilmektedir. Çin vakanüvisinin verdiği malumata göre Hun prensi bu putun karşısında Gök Tanrı’ya kurban sunardı (İnan, 2000: 2). Bu altın putun dini bir amaçla kullanılmasının yanında bunun Türklerin totem olarak kabul ettikleri hayvanlardan biri olması muhtemeldir. Türklerin totemist oldukları konusunda ongun olarak görülen hayvanlardan birini geyik oluşturmaktadır. Geyik, Türk kültüründe önemli bir hayvan olup şamanların ayinlerinde giydikleri elbiselerinin tamamlayıcı unsurunu oluşturabilmektedir. Şaman elbiselerinde geyik başlığının yer alması, bu duruma örnek gösterilebilir (Ögel, 1993: 39). Şaman elbisesinin yanında şaman davulunda da simgesel olarak geyiğe ait parçalar yer almıştır (Çoruhlu, 1999: 159). 2. Eski Türklerde Kutsal Hayvanlar Eski Türklerde bazı hayvanlara kutsiyet atfedilmiştir. Bu hayvanların kutlu hayvan olarak kabul edilmesinde, hayvanların soyundan gelme anlayışının olduğu görülmektedir. Türk milleti, hayatında önemli bir yere sahip olan hayvanlara daima anlaşılması zor kutsiyetler yüklemiş ve bu kutsiyetlerin doğrultusunda hayvanlarla olan ilişkisinde, kendisine yardımcı olacağına inandığı kurallar topluluğu oluşturmaya çalışmıştır. Türkler, kimi zaman sürülerine ve kendilerine saldıran kurtla, kimi zaman kendisine yoldaş olan atla, kimi zaman da avlamak için karşısına çıkan en uygun hayvan olan geyikle ilgili inanmalara sahip olmuşlardır (Karadavut-Yeşildal, 2007: 103). Hayvanların kutsal olarak kabul edilmesi, Türklerin hayatında önemli bir yer teşkil etmelerinden ileri gelmektedir. Çünkü Türkler, temel geçim kaynaklarını, hayvancılık ve tarım ile sağlamaktadırlar. Bu yüzden Türklerde hayvancılık önemli bir unsur haline gelmiştir. Efsane ve destanlardan hareketle Türklerde en önemli hayvan, kurt olarak görülmektedir. Kurt, Türklerin atası olmuş, bazen yol gösterici, bazen kurtarıcı olarak görünmüştür (Durmuş, 2009: 103). Kurt, Türk mitolojisinin ilahıdır. Türkler, atalarının boz renkli bir kurt olduğuna inanırlar. Kurt, bir totemdir. O, bir hayvan-ata veya hayvan-ana sembolüdür (Armutak, 2002: 422). Bozkurt kelimesi, kurdun renginden dolayı aldığı bir isimdir. Türklerde kurt’un saygı görmesi, yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri gelmektedir (Kafesoğlu, 1993: 285). Kurt kelimesine Orhun Abideleri’nde rastlanmaktadır. Kurt kelimesi, Orhun Abideleri’nde hayvan ismi olarak kullanılmamaktadır. “Yukarıda Türk Tanrısı Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı yürüyor diye ses işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki inmiş, toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk edip toplamış yığmış. Hepsi yedi yüz er olmuş” (Ergin, 1983: 21-22-35-36). Köl Tigin Abidesinin doğu cephesi ve Bilge Kağan Abidesinin doğu cephesinde geçen bu ifadedeki kurt, güç ve kudretin sembolü olarak görülmektedir. Askerin kurda benzetilmesi önemlidir. Askeri açıdan gücü, saldırganlığı ve kolayca düşmanlarını yenmesi, Türklerin askeri yapılanmalarına bir model oluşturmuştur (Durmuş, 2009: 103). Kurt kelimesi, Orhun Abidelerinde “böri” şeklinde geçmektedir (Ergin, - 385 - 1983: 69, 79). Kurt kelimesi, Divan-ı Lugat’it Türk’te de “böri” şeklinde geçmektedir (Kaşgarlı Mahmud, 1985: I,36). Kaşgarlı Mahmud, kurt kelimesini ise yırtıcı hayvanlardan biri olarak tarif etmektedir (Kaşgarlı Mahmud, 1985: I, 342; Kaşgarlı Mahmud, 1985: III, 6). Anadolu’da kurt adı yaygın olmakla birlikte, yırtıcılığından hareketle canavar tabiri de kullanılmaktadır (Durmuş, 2009: 103). Göktürk döneminde kurt tasvirleri önemli bir yer tutmaktadır. Öncelikle onların tuğ ve bayraklarında sembol olarak altından bir kurt başı bulunmaktaydı (Durmuş, 2009: 104). Göktürklerin mavi zemin üzerinde kurt başının tasvir edilmesi, kurt’un önemine işaret etmektedir. Ayrıca Göktürkler dönemine ait olan kitabelerdeki tasvirler oldukça önemlidir. Çin kaynaklarında Hunların ilk dedelerinin dişi kurt tarafından emzirildiğinden, Göktürklerin dişi kurttan türediklerinden bahsedilmektedir (Eberhard, 1996: 86). Dişi kurdun emzirdiği çocuk tasvirlerine yazıtlar üzerinde rastlanılmaktadır. Bugut yazıtlı taşının üst kısmında kurt tarafından emzirilen çocuk betimlenmiştir. Köl Tigin yazıtının her iki yüzünde kurt tarafından emzirilen çocuk tasviri bulunmaktadır. Taşın üst kısmından belirli bir parça kırılmış durumdadır. Hem Türkçe yazılı geniş yüzde hem de Çince yazılı geniş yüzde kurt tarafından emzirilen çocuk tasvirleri dikkat çekmektedir. Kurt stilize bir şekilde tasvir edilmiş, çocuklar da simetrik bir biçimde yerleştirilmiştir (Durmuş, 2009: 104-105). Türklerde kurttan sonra ikinci öneme sahip olan hayvan geyiktir. Geyik kelimesi, Divan-ı Lugat’it Türk’te, “ıwık” olarak geçmektedir (Kaşgarlı Mahmud, 1985: I, 67, 239, 265). Bu kelime ayrıca, “keyik” biçiminde yaban hayvanı, av hayvanı ve av karşılığı olarak kullanılmıştır (Kaşgarlı Mahmud, 1985: I, 8, 10, 11, vd.). Eski Türklerde geyik, kutsal bir hayvan ve bir totem olarak değerlendirilir (Armutak, 2002: 424). Geyik, Türk kültür hayatında önemli yer tutar. Hunlar’ın menşeine dair efsanelerde geyiğe büyük yer verildiği, yapılan arkeolojik kazılar sonucu elde edilen malzemelerde rastlanan geyik figürlerinden anlaşılmıştır (Aytaş, 1999: 162). Göktürklerin ve Uygurların kurttan türeyişi ile ilgili efsaneler, Türk mitolojisinde yer alan türeyiş efsanelerinin temelini oluşturur. Türk mitolojisinde kurttan başka geyik de hayvandan türeyiş unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır (Karadavut-Yeşildal, 2007: 103). Türklere ait eski ve orijinal bir efsanede, Türklerin geyikten türediğine dair bir kayda rastlanmıyor (Ögel, 1993: 569). Buradaki ifadelerde iki farklı görüş yer almaktadır. Birincisinde geyiğin türeyiş unsuru olarak karşımıza çıktığı ifade edilirken, ikincisinde böyle bir türeyişin olmadığı anlatılmaktadır. Benim kanaatim, ikinci görüşün doğru olduğu yönündedir. Çünkü Türklerde türeyiş ile ilgili unsurlar daha çok kurt ile ilgili efsanelere dayanmaktadır. Buradan Türklerin geyiğe önem vermedikleri sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine Türkler, geyiğe büyük ehemmiyet vermişlerdir. Geyik, Bozkurt gibi bazı Türk boylarının sembolü olmuştur. Bu bakımdan Türk mitolojisi ve efsanelerinde geyik motifine sıkça rastlanır (Aytaş, 1999: 161). Türklerin geyiğe önem verdikleri Orhun Abidelerinden anlaşılmaktadır. Tonyukuk Abidesinin Güney Cephesinde; “Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk” (Ergin, 1983: 53) ifadesinden geyiğin Türkler için önemli olduğu anlaşılmaktadır. Bu ifadeden hareketle, geyiğin Türkler için bir av hayvanı olduğu görülmektedir. Geyik, avcılık ve toplayıcılıkla geçinenler tarafından avlanıldığı gibi yerleşik ve konar- göçer kavimler tarafından da avlanmıştır (Durmuş, 2009: 112). İskitler, bataklıklarda geyik avlamışlardır (Tarhan, 2002: 599). Buradan geyiğin Türklerin temel geçim kaynağını sağlayan türler arasında olduğu görülmektedir. Bilge Kağan Abidesi Batı cephesinde geçen “dağda yabani geyik gürlese, öylece mateme gark oluyorum” (Ergin, 1983: 51) ifadesinden geyiğin dağda yaşayan yabani bir hayvan olduğu anlaşılmaktadır. Türklerin hayvanlarla olan ilişkilerinin temelinde, konargöçer kültürün doğurduğu ekonomik mecburiyetler ile eski inançlarının animist kalıntıları yatmaktadır. Avcılık ve hayvancılıkla geçimlerini sağlayan konargöçer Türkler, avcılıkla uğraştıkları dönemlerde karşılarına çıkan yabani hayvanları avlamışlardır (Karadavut-Yeşildal, 2007: 102). Türklerin yabani hayvanları avlamaları, konar-göçer kültürün zorunlu bir sonucudur. Böylece Türkler ekonomik ihtiyaçlarını, beslenme zaruretlerini avcılık sayesinde karşılayabiliyorlardı. Hunlar, et ihtiyaçlarını kendi besledikleri hayvanlar yanında geyik, tavşan gibi av hayvanlarından temin etmekteydiler (Koca, 2003: 151). Göktürklerin dedeleri bir deniz ilahesi - 386 - ile münasebette bulunuyordu. İlk dede avda bir ak geyik öldürdüğünden ilahe münasebetten vazgeçti. Bunun oymağından aveneler bu geyiği öldürmüş olduklarından o günden itibaren hep insan kurbanı için insanlar göndermek mecburiyetinde idiler (Eberhard, 1996: 86). Burada Göktürklerin analarının dişi bir geyik olduğu efsanesi yer almaktadır. Uygurlarda geyik, bir inanç aracı olmaktan çok, avcılık aracı olarak yer almaktadır (Aytaş, 1999: 162). Türklerin hayatında önemli bir yere sahip olan geyiklerin rengi de kutsallık açısından dikkate değerdir. Türklerde, beyaz geyikler kutsal idiler. Orta Asya’da da beyaz geyikler vardı (Ögel, 1993: 570). Türkler için hayatın devamını sağlayabilmek sadece avlanmakla mümkün olmamaktadır. Türkler, canlarını ve mallarını da korumak zorundadırlar. Bu yüzden başka canlılara karşı da mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Türklerin başka canlılara karşı mücadele ettiklerini yansıtan en iyi örnek Oğuz Destanı’dır. Oğuz Kağan’ın gençlik yıllarında Oğuz yurdundaki ormanda yaşayan bir gergedanın, hayvanlara ve insanlara zarar verdiği anlatılmaktadır. Oğuz Kağan, bu gergedana karşı kılıç, kalkan, ok kuşanıp mücadele etmeye kalkıştı. Bir ormanda avlanarak bir geyiği avladı. Bu geyiği, gergedana karşı yem olarak kullandı. Söğüt dalıyla geyiği ağaca bağladı. Tan ağarınca geri döndüğünde gergedanın çoktan geyiği yediğini gördü. Sonrasında Oğuz Kağan, gergedanı öldürerek Oğuz yurdunu bu tehlikeden kurtardı (Ögel, 1993: 116). Buradan geyiğin iyi bir av hayvanı olduğu görülmektedir. Dede Korkut Hikâyelerinde de geyik geçmektedir. Banu Çiçek ile Bamsı Beyrek’in konuşmasında Bamsı Beyrek’in “Senin evinin üzerine yabani geyik yıkmadım mı?” (Ergin, 2003: 55-56) ifadesinden geyiğin av hayvanı olduğu görülmektedir. Ancak zamanla Türk kültür çevresinde geyiklerin beslendiği görülmektedir. Türk kültür çevresinde at besleme kültüründen önce geyik beslendiği ve geyik besleme kültürünün at besleyiciliğine bir basamak oluşturduğu kabul edilmektedir (Durmuş, 2009: 112). Bu yüzden geyik, Türklerde önemli bir hayvandır. Günümüzde Altaylar ve çevresinde geyik besleyiciliği devam etmektedir. Moğollar tarafından geyik besleyicilerine “saten” denilmektedir. “saa” geyik, “ten” li, yani geyikli denilmektedir. Geyikliler Moğollar tarafından Türk, Uygur ya da Saka olarak belirtilmektedir. Dar bir çevrede geyiklere binmekte, geyik eti yemekte ve geyik sütü içmektedirler. Geyik kültüre adını vermiş bulunmaktadır (Durmuş, 2009: 113). Anadolu’nun çeşitli yerlerinde günümüzde geyik üretme çiftliklerinin olduğunu bilmekteyiz. Bu manada, Ankara-Çamlıdere ilçesini örnek verebiliriz. Çamlıdere’nin Çamkoru mevkiinde bir geyik üretme çiftliğinin olduğunu, burada yetiştirilen geyiklerin doğal ortama bırakıldığını bilmekteyiz. Türklerin hayatında önemli olan hayvanlardan birisini de at oluşturmaktadır. Türkler, at sayesinde uçsuz bucaksız bozkırları aşmışlar, yaylaktan kışlağa ya da kışlaktan yaylağa göçmüşler, önemli antlaşmaları at sırtında yapmışlardır. Orhun Abidelerinde Türklerin atı savaşlarda kullandıklarına dair bilgiler yer almaktadır. Köl Tigin Abidesinin Doğu Cephesinde “ Yirmi bir yaşında iken, Çaça generale karşı savaştık. En önce Tadıgın, Çorun bozatına binip hücum etti. O at orda öldü. İkinci olarak İşbara Yamtarın boz atına binip hücum etti. O at orda öldü. Üçüncü olarak Yigen Silig beyin giyimli doru atına binip hücum etti. O at orda öldü” (Ergin, 1983: 26) ifadesinden atın Türklerin hayatında önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. Burada geçen ifadeden Türkler için boz ve doru atın önemli olduğu görülmektedir. Orhun Abidelerinin çeşitli yerlerinde at ile ilgili kavramların geçmesi atın önemini bir kat daha artırmaktadır. Atın Türklerin sosyal, siyasi, iktisadi, dini ve askeri hayatında en önemli unsurlardan biri olmasından dolayı bozkır kavmi olan Türklere “atlı kavimler” ve onların oluşturdukları kültüre de “atlı kültür” denilmiştir (Durmuş, 2009: 96). Asya Türklerinin destanlarında önemli bir yere sahip olan atların, bir totem olarak “12 Hayvanlı Türk Takviminde” 7. Yıla adını verdiği görülür. Türklerin inanışına göre, at gökten inmiştir (Armutak, 2002: 414). İslamiyet’ten önceki Türklerin önem verdikleri diğer bir hayvan cinsi, kartaldır. Kartal güç, kuvvet, sonsuzluk sembolü olarak eşitli milletlerin kültür ve mitolojilerinde kendine özel bir yer bulmuştur (Durmuş, 2009: 107). Kartal, sadece gökyüzünde uçan bir canlı değil aynı zamanda yeryüzündeki canlılara korku ve dehşet verebilen özelliklere sahiptir. Bundan dolayı kartal, Türkler arasında kutsal hayvanlar sınıfında yer almıştır. Kurganlardan çıkarılan buluntular arasında kartal ile ilgili motiflerin yer alması onun önemini göstermektedir. Orta Asya’da M. Ö. 2. Bin başları olarak tarihlenen Kurat kurganı içinde bir kartal pençesine - 387 - rastlanmış, Köl Tigin’in büstünde serpuşun ön tarafında kanatları açık bir kartal kabartması yapılmıştır. Yuvasını yalçın kayalar üzerine yapan, çok yükseklerde uçan Kartal’ın aynı zamanda avcı kuşlar türünde bulunması, ona bir kutsallık izafesine sebep teşkil etmiş olabilir. Bu yüzden kartal tasvirinin Türk menşeden geldiği ileri sürülmüştür (Kafesoğlu, 1993: 286). Kartalın Türk kültür çevresinde hâkimiyet timsali, yani devlet arması olarak da betimlendiği görülmektedir (Durmuş, 2009: 108). Selçuklu Devleti’nin arması olarak gördüğümüz Çift Başlı Kartal figürü, bozkır Türklerinde görülen kartal motifinin sonraki yüzyıllara yansıması olarak değerlendirilmelidir. Kartalın kutsal hayvanlar cinsinden olmasının en önemli sebebi Şamanizm ve mitolojik unsurlar içinde etkisinin büyük olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun oluşmasında Kartalın Tanrının gölgesi olarak görülmesi etkilidir. Kartala önem verilmesindeki diğer etken, güç ve kudret sahibi olması sayılabilir. Kartal figürüne Hun sanatında rastlandığı gibi Anadolu’da özellikle Selçuklu sanatında da bu figüre rastlanmaktadır. Kartal figürü, mimari yapılarda ve mezar taşlarında görülmektedir. Türk kültür çevresinde kaplumbağa yaygın olarak yer almaz. Özellikle bozkırlarda kaplumbağaya rastlanmaz. Buradan Türkler kaplumbağayı tanımaz sonucu çıkarılmamalıdır. İklimin uygun olduğu kültür coğrafyalarında kaplumbağa vardı ve Türkler o coğrafyalara yayılınca kaplumbağayı gördüler (Durmuş, 2009: 114). İslamiyet’ten önce Türklerin kültürleri, yaşam biçimleri, tarih ve edebiyatları gibi pek çok konuda bilgi sahibi olduğumuz Orhun Abidelerinin kaidesi olarak kaplumbağa simgesi kullanılmıştır. Köl Tigin Abidesi, kaplumbağa simgesinin üzerine dikilmiştir. Böylece kaplumbağanın sonsuzluğun ve kudretin temsilcisi olduğu düşünülmüştür. Kaplumbağanın yazıt kaidesi olarak kullanılması uzun ömrü ifade etmesi olarak yorumlanabilir. Uzun ömürlü bir hayvanın böyle ebedi bir taşın kaidesi olması gayet mantıklıdır (Durmuş, 2009: 114). Eski Türklerin önem verdikleri hayvanlardan biri de koyundur. Koyun, Türklerin hayatında önemli bir yere sahiptir. Çünkü Türkler, daha küçük yaşta iken çocuklarını koyun sırtında eğitmekte, atıcılık ve binicilik deneyimleri koyun üzerinde verilmekte idi. Bundan sonra Türkler at sırtında rahatça hareket edebilmekteydi. Türklerin ilk takvimi olan 12 Hayvanlı Takvimde de koyun yılı görülmektedir. Takvimde koyun yılının olması, koyunun kutsal kabul edilen bir hayvan olduğunun göstergesidir. Koyunu totem olarak kabul eden Türk boylarının varlığı bildirilmiştir. Bir efsaneye göre; toprağa koyun kemiği ekilecek olursa oradan kuzular çıkar. Bu kuzuların, göbeğinin topraktan kopması için ürkütülmeleri gereklidir (Armutak, 2002: 418). Eski Türklerde keçi, tavşan, köpek, kaplan gibi hayvanlar totem olarak kabul edilmiştir. Türklere göre hayvanlar, kutsal olarak görülmüştür (Armutak, 2002: 419-421). Bu hayvanların kutsal olarak görülüp, 12 Hayvanlı Türk Takviminde yer almış olması bir tabu haline gelmesine neden olmuştur. Bu yüzden bu hayvanlara saygı gösterilmiştir. 3. Efsanelerde Geyik Geyik ile ilgili unsurlar efsane, destan ve masallarda anlatılmaktadır. Türk kültür tarihi açısından efsane ve destanlarda geçen geyik hikâyeleri Türklerin geyiğe önem vermelerinin bir sonucudur. Aynı zamanda İslamiyet’ten sonra da geyik ile ilgili anlatılar devam etmiş, İslami bir kimliğe bürünerek Anadolu kültür tarihinin önemli bir unsurunu oluşturmuştur. Hunların menşe efsanesine göre “Eski Hun avcıları kendi âdetlerine göre bir sürgün avı yapıyorlarmış. Avlana avlana Maeotis bataklıklarının iç kısımlarına doğru gitmişler. Bu sırada nereden geldiğini bilmedikleri bir dişi geyik çıkmış karşılarına. Başlamış dişi geyik onlara bataklığa doğru yol göstermeğe. Onlar da ellerinde olmadan dişi geyiğin peşinden gitmişler. Geyik bazen gidiyor ve bazen da durarak onlara bakıyormuş. Avcılar geyiği ha vurduk, ha vuracağız derken, iyice bataklığın içine girmişler. Az sonra bataklığın öbür kenarı görünmüş. Hâlbuki Hunlar bu bataklığı geçilmez bir okyanus kadar büyük görürlermiş. Bataklığın karşı yakasında ise İskitlerin memleketi varmış. Hun avcıları İskit memleketine ayak basar basmaz, geyik de birdenbire kaybolmuş” (Ögel, 1993: 578). Burada geyiğin yol gösterici olma özelliği gösterilmektedir. Kuzey-batı Sibirya’da oturan Fin-Ugor kavimlerinin ataları da geyik idi. Bu kavimlerin Vogul ve Ostiyak bölümlerinin masalları, gerçek birer mitolojidir. - 388 - Bunların geyik ataları ile ilgili efsaneleri bulunmaktadır (Ögel, 1993: 577). Bozkır göçebelerinin Anadolu’ya kadar gelen öykülerinde geyik ölmekle yok olmaz, göğe gider. Karadeniz İskitlerinin torunları oldukları söylenen, Kafkasya’da bugünkü Gürcistan halklarından Oset’lerin geyiğe dayanan söylenceleri, Orta Asya göçebelerinin geyikle ilgili inançları Anadolu’ya taşınmıştır (Tekçe, 1993: 116-118). Türklerin Anadolu’ya gelmeleriyle birlikte Anadolu coğrafyasında da geyikle ilgili efsanelere rastlanmaktadır. Çeşitli kaynaklarda hikâye, efsane, destan gibi adlandırmalarla anılan eserler Anadolu’da Türk edebiyatının teşekkül devresi olan 13. yüzyılda oluşmaya başlamış çoklukla da 14. ve 15. yüzyıllarda yazıya geçirilmişlerdir. Bu hikâye ve destanlar, halkın teveccühünü kazanmış ve zamanla çeşitli dost meclislerinde okunula gelmiş olmalıdır (Kuzubaş, 2008: 305). Geyik ile ilgili efsanelerin ortaya çıkmasında insanların yabani hayvanlara karşı hükmetme gücünün etkisi vardır. Bu etki Anadolu insanının zihninde bir motif şekline dönüşmüştür. Anadolu’da anlatılan geyikle ilgili efsanelerden birisini “Alageyik Efsanesi” oluşturur. “Alageyik” efsanesinde, geyik avına meraklı olan genç, düğün gecesi gelini ortada bırakıp seslerini duyduğu geyiklerin peşinden gider ve içlerine su birikmiş oyuklardan birine düşüp boğularak can verir (Karadavut-Yeşildal, 2007:105). Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde efsaneleşmiş, nesilden nesile aktarılan Ala Geyik hikâyesinin temelini Orta Asya’dan batıya yapılan göçlerde aramak gerekir. Çünkü Türkler, batıya göç ederlerken Orta Asya’daki kültürlerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Ala Geyik efsanesi, Toroslarda geçen bir hikâyedir. Avcı Halil’i eşinden, gerdek gecesinden ayıracak kadar derin bir etkiye sahip bir efsanedir. Evlenip de gerdek gecesinde birbirinden ayrılmak zorunda kalan Halil ile Zeynep’i birbirinden ayıran ala geyiğin efsanesidir. Ala Geyiği avlamak için gerdek gecesi dağlara koşan Halil, geyik uğruna canını vermiştir. Zeynep de eşinin geyik uğruna canını kaybetmesini hazmedemez ve o da eşinin bulunduğu uçuruma kendini bırakıverir. Efsane bu ya her yıl ikisinin mezarı üzerinde iki çiçek açar ama bu çiçekler boy verip birbirine kavuşamadan uzaklardan gelen bir geyik bu çiçekleri yer. Anadolu’da görülen Ala Geyik efsanesinin temeli Güney Sibirya topraklarında anlatılan masallara dayanmaktadır. Güney Sibirya masallarında, bir bahadırın avlanırken karşısına bir geyik çıktığından ve o geyiğin takip edildiğinden bahsedilir. Geyik kaçar, genç kovalar. En sonunda bir bakır dağın önüne gelirler. Baştanbaşa bakırdan yapılmış olan dağ birdenbire açılır ve geyik de bu delikten içeri girer (Ögel, 1993: 24). Bu masalda anlatılanlar ile Anadolu’da anlatılan Ala Geyik efsanesindeki ifadeler birbirine benzemektedir. Geyik motifi ile ilgili Anadolu’daki efsanelerden birisi Bursa’da bulunan Geyikli Baba’ya aittir. Sultan Baba veya Geyikli Sultan Baba olarak da bilinmektedir. XIV. yüzyılda Bursa civarında yaşayan Geyikli (Ahulu) Baba, Bizans’la mücadele eden derviş-gazilerden biridir. Geyik sakladığı ve geyiğe bindiğinden dolayı Geyikli Sultan Baba da denilmektedir (Tanyu, 1967: 187; Karadavut-Yeşildal 2007:109). Geyikli Baba’nın Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethettiği dönemde Osmanlı ordusunda yer aldığı, bindiği geyiğinin üzerinde kılıç sallayarak çarpıştığı anlatılmaktadır. Anadolu Türkmen dervişlerinden Orhan Gazi’nin çağdaşı Geyikli Baba’nın geyiklerle beraber yürümesi ve geyiklere binmesi Şamanizm unsurlarıdır. Geyikli Baba’nın geyiğe binerek gezmesi hakkındaki menkıbe Altaylı kamların okudukları dualarda “bindiğim hayvan geyik-sığın” sözlerini hatırlatmaktadır (İnan, 2000: 83). Anadolu’daki anlatımlardan birisi de Hasan Dede’ye aittir. Hasan Dede’nin de geyiklerle olan yakınlığı, yanına tuz alarak dağlara çekilip geyiklere tuz yalattığı şeklinde rivayet edilir (Karadavut-Yeşildal, 2007:109). Geyiklere tuz yalatma ile ilgili bir rivayet Ankara- Çamlıdere’de bulunan Cibilli Dede’ye aittir. Cibilli Dede’nin dağda yaşayan geyiklere tuz yedirdiği bilinmektedir. Anadolu’daki geyik ile ilgili anlatıların yoğunlaştığı diğer bir bölge Ankara çevresindeki Polatlı ilçesindedir. Hikmet Tanyu, “Karaca Ahmet isimli bir çiftçinin Polatlı’nın Tekke Köyünde yaşadığını, bu çiftçinin tarlasını sürmek için çifte, iki geyik koştuğunu, bu geyiklerinden birisinin avcılar tarafından vurulduğunu ve avcıların yıllarca bundan ızdırap duyduklarını” (Tanyu, 1967: 143) anlatmaktadır. Burada da geyik ile ilgili farklı bir anlatım söz konusudur. - 389 - Geyik motifi Anadolu’da daha çok türbelerin etrafında yoğunluk kazanmıştır. Bu motifin yatır ve türbelerin etrafında yoğunlaşması, mitolojik unsurun İslami bir kimliğe dönüşmesi olarak izah edilebilir. Afyonkarahisar’da bulunan Merdik Sultan Türbesini bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Hikmet Tanyu, “Merdik Sultan adlı bir dedenin çocukları iyi ettiğine inanıldığını, mezarının yan tarafındaki küçük duvar deliğinde bir geyik boynuzunun bulunduğunu ve bu delikte bulunan geyik kemiği ile hasta çocuğun iyileştirildiğini, çocuk ölürse Dede’nin çocuğun acı çekmesini önlediğine inanıldığını” (Tanyu, 1967: 157) ifade etmektedir. Buradan mitolojik bir unsur olan geyik motifinin İslami bir kimliğe büründüğü, hastaların şifa bulmasını sağlayan bir unsur olduğu görülmektedir. Bu uygulamanın, Şamanizm’in bölgede yansıması olarak görüldüğünü belirtmekte fayda görmekteyiz. Afyon’da bulunan Şakalak Dede türbesi de yine aynı şekilde geyik boynuzunun bulunduğu bir yerdir. Şakalak Dede türbesinde Geyik Boynuzunun dikkate değer bir önem arz ettiği, geyik boynuzunun ziyaret edilen mezarda bulunduğu, şifa niyetiyle alınıp kullanıldığı (Tanyu, 1967: 158) görülmektedir. Geyiğin boynuzları günümüzde, güçlü bir nazarlık olarak kabul edilmekte ve evlerde duvarlara asılmaktadır (Karadavut-Yeşildal, 2007:109). Bu uygulamaya Anadolu’nun birçok yerinde rastlanmaktadır. Ankara – Çamlıdere’de bazı evlerin giriş kısmında geyik boynuzlarının asılı olduğunu bilmekteyiz. 4. Sanat ve Mimaride Geyik Türklerin geyiğe önem verdiklerinin diğer bir işaretini sanat eserlerinde görmekteyiz. Bozkırlarda yaşayan Türkler, hayvanlarını sembol olarak kullanarak eserlerine yansıtmışlardır. Hayvanların sanat eserlerinde kullanılmasından dolayı Hayvan Üslubu adı verilen bir tür ortaya çıkmıştır. Dokumalarda, keçelerde, kılıç, mızrak ve bıçaklarda, at koşumlarında, eyerlerde, kılıçların saplarında, maşrapaların kulplarında ve gövdelerinde hemen her tarafta hayvan figürleri yer almıştır (Diyarbekirli, 1972: 123). Hayvan figürlerinin sanat eseri olarak günümüze ulaşmasındaki en önemli faktör ise ölümden sonraki anlayışın varlığıdır. Türkler, ölümden sonraki hayata inandıkları için sanat eserlerini de kurganlarına koymak suretiyle bu eserlerin günümüze ulaşmasına zemin hazırlamışlardır. Orta Asya sanatının en başta gelen motifi geyiktir (Ögel, 1993: 573). Geyik motifine resim veya sembol olarak sıklıkla rastlanır. Anadolu’da alageyiği kovalayan ve kaybolan avcı motifi masallarda ve türkülerde sıklıkla görülür. “Geyik de çekti beni kendi dağına.” (Anadolu Halk Türküsü) (Karakurt, 2011: 22). Geyik motifinin sanat eserlerine yansımasını çoğunlukla kurganlardan çıkarılan eserler arasında görmek mümkündür. Bu eserlerden en önemlisi, Pazırık Kurganından çıkarılan Pazırık Halısıdır. Bu halı üzerinde geyik motiflerinin yer alması, ona sanat eseri olarak önem verildiğinin göstergesidir. Yine kurganlardan çıkarılan geyik heykellerinin varlığı, onların önemini göstermektedir. Türklerde geyiğin önemli bir hayvan olduğunu gösteren önemli bir kaynak ise kurganlardan elde edilen buluntulardır. Kurganlardan çıkarılan buluntular arasında geyik maskelerinin yer alması, Türklerin geyiğe önem verdiklerini gösterir (Durmuş, 1993: 96; Durmuş, 2009: 112; Durmuş, 2002: 19). İskitler ile ilgili kurganlardan çıkarılan buluntular arasında da geyik motiflerine rastlanmaktadır. Bunun yanında İskit kurganlarından çıkarılan buluntular arasında geyik maskeleri de bulunmaktadır. İskitlerin yapmış oldukları geyikler genellikle yere çökmüş vaziyette betimlenirler. Kuban bölgesinden çıkarılmış bir kalkan ya da elbise süsü olarak kullanılan bir örnekte hayvanın ön ve arka ayakları birleştirilerek bedenin altında toplanmıştır. Boyun, abartılı bir şekilde işlenmiş, boynuzların ağırlığını dengelemek ister gibi belirgin bir şekilde ileri doğru uzatılmıştır. Burada dikkat çeken özellik, erkek geyiğin en önemli organı olan boynuzların olması gerekenden daha büyük, abartılı bir şekilde verilmesidir. Geyiğin bu denli çok sevilmesinin nedeni mitolojilerinde önemli bir yer tutmasıdır (Yılmaz, 2002: 28-29). Türk kültürünün önemli sanat eserlerinden biri olan Pazırık halısı, eski Türk yurtlarından Altay Dağları’nın Pazırık Vadisi’ndeki V numaralı Hun kurganında bulunmuştur (Tekçe, 1993: 19). Bu kurgandan çıkarılan Pazırık halısı üzerinde at ile birlikte geyiklerin tasvir - 390 - edilmesi, Türklerin geyiğe önem vermelerinin bir sonucu olarak yorumlanmalıdır. Pazırık halısını süsleyen geyik, Orta Asya göçebe sanatında çok rastlanılan bir motiftir. Bu durum, Ordos bölgesinde bulunmuş Hun kemer tokalarında da sıkça görülür (Tekçe, 1993: 115). Pazırık, Tuyahta ve Başadar kurganlarından çıkarılan figürler arasında ağzında bir geyik başı tutan ejderha ve geyikle dövüşen bir hayvanın tasvirlerinin yer alması önemlidir (Ögel, 1993: 33). Hun dönemine ait olan Birinci Pazırık Kurganı’ndan çıkartılmış bir eyer örtüsü üzerinde geyik ile kartalın ümitsiz mücadelesi resmedilmiştir. Kartal-geyik mücadelesi, Noin Ula Kurganı’ndan çıkarılan işlemeli bir kumaş örtüsünde ve daha sonra Avrupa’nın merkezine kadar göçler ve akınlar yapan Türk boylarının eserlerinde görülür (Diyarbekirli, 1972: 130). Pazırık kurganından çıkarılan birbiriyle dövüşen hayvan figürlerinin içinde en favori hayvan olarak erkek geyik görülmektedir (Rıce, 1957: 132). II. Pazırık Kurganı’ndan çıkarılan buluntular arasında da geyik motifleri yer almaktadır. Kurganın çam gövdesinden yapılmış lahit kapağı üzerinde koşan geyik figürleri yer almaktadır. Mezarda altın levhalarla kaplanmış tahta geyik figürünün bulunması da Türklerin geyiğe verdikleri önemi göstermektedir (Çoruhlu, 2002a: 61- 62). Altay mezarlarından çıkan kalıntılar arasında bir bayrak direğine dikilmiş küçük bir geyik heykeli ile atlara geçirilmiş geyik maskelerinin bulunması Türklerin geyiğe verdikleri önemi göstermektedir (Gülensoy, 1989: 22). Hun sanatçılarının yırtıcı hayvanların geyik, antilop, keçi, koyun, inek gibi hayvanlara saldırma sahnelerini tekrarlamaları Türklerin hayatında geyiğin önemli olduğunu göstermektedir (Diyarbekirli, 1972: 123). V. Pazırık Kurganından çıkarılan buluntular arasında da geyik motifleri görülmektedir. Pazırık kurganından çıkarılan at koşum takımlarının üzerinde geyik motifleri görülmektedir. Hayvan motiflerinin yanında geometrik şekiller kullanılmıştır (Rice 1957: 129-130). Göktürklerde de geyik, kutsal kabul edilmektedir. 2001 yılında Moğolistan’da Bilge Kağan Külliyesinde yapılan kazı neticesinde Bilge Kağan Hazinesi olarak ele geçen 2280 adet buluntunun içinde altın ve gümüş eserler, değerli taşlar, dokuma parçaları, çeşitli eşyalarla birlikte iki geyik heykelciği bulunmuştur. Bunlar minyatür boyutta yapılmış mezar eşyalarıdır (Çoruhlu, 2002b: 98). Mezar eşyalarının içinde geyik heykelciklerinin bulunması Türklerin öldükten sonraki yaşamlarında da geyiğe ihtiyaç duyduklarını ve ölümden sonra da onu kullanacaklarını göstermektedir. Durmuş, Göktürk döneminde geleneğe uygun olarak geyikli taşlar bulunduğunu, geyik tasvirlerinin külliyelerle sınırlı olduğunu ifade etmektedir. Durmuş, Bilge Kağan Anıtlığı’ndan çıkartılan geyik heykelciklerinin gümüş oldukları hakkında bilgi vermektedir (Durmuş, 2009: 113). Göktürk döneminde geyik tasvirlerinin yazıtların bulunduğu Bilge Kağan külliyesiyle sınırlandırılmış olması, diğer taraflarda olmadığı anlamına gelmemektedir. Türklerin hayatında önemli olduğu görülen geyiğin farklı bölgelerde yer alması muhtemeldir. Mitolojik bir unsur olarak gördüğümüz geyik motifine, mimaride de rastlanmaktadır. Tokat’ta Çöreği Büyük Tekkesinde geyik kabartması ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Geyik boynuzu gibi şekiller, resimler dikkat çekicidir (Tanyu, 1968: 97). Geyik motifinin yer aldığı diğer yapıtlar mezar taşlarıdır. Hikmet Tanyu, Afyon’daki mezar taşı işlemelerinde geyik motifinin yer aldığını ifade etmektedir (Tanyu, 1968: 177). Sonuç İslamiyet’ten önce Türklerin hayatında bazı hayvanlar önemli yer tutmuştur. Bu hayvanların başında şüphesiz onlara yol gösterici olarak bilinen kurt gelmektedir. Kurt, Türklerin hem yol göstericisi hem türeyiş efsanesine konu olan hayvandır. Kurt’un yol gösterici özelliğinden dolayı kurt, Türklerin ongun’u haline gelmiştir. Totem olarak kurt başları kullanılmış, bayraklarda dahi kurt başı sembol olarak görülmüştür. Göktürk bayrağı, mavi zemin üzerine çizilmiş kurt başıdır. Türklerin hayatında önem sırasına göre ikinci derecede geyik gelmektedir. Konargöçer Türklerde attan önce geyiğin gelmesi ise atın henüz evcilleştirilmemiş ve Türklerin hayatına girmemiş olmasıyla izah edilebilir. Geyik, Türklerde önemli av hayvanlarındandır. Bu açıdan Türklerin ekonomilerini etkileyen bir özelliğe sahiptir. Geyik ile ilgili mitolojik unsurlar, destan - 391 - ve efsanelerde görülmektedir. Orhun Abideleri, Divan-ı Lugat’it Türk gibi çağdaş kaynaklarda geyiğin geçmesi, Türklerin hayatında onun önemli olduğunun bir göstergesidir. Geyik ile ilgili efsaneler, Türklerin anayurttan batıya yaptıkları göçlerinin neticesinde Anadolu coğrafyasına taşınmış, İslamiyet’in kabul edilmesiyle birlikte İslam inancı içerisinde yer almıştır. Geyik efsaneleri, zamanla İslam dininin içinde imiş gibi algılanmış, özellikle yatır, türbe gibi dini mekânlarda geyik ile ilgili rivayetler ve uygulamalar göze çarpmıştır. Anadolu halk kültürü içinde çeşitli yerlerde nazara karşı koruyucu olması düşüncesiyle evlerin çatılarına veya duvarlarına geyik boynuzları asılmıştır. Böylece o ev veya yerleşim yeri kötü ruhlardan korunmuş olacaktır. Geyik, Türk kültürü açısından önemli bir özelliğe sahip olduğundan ele geçirilen kurgan kalıntıları içerisinde de göze çarpmaktadır. Kurganlardan çıkarılan eserler arasında geyik heykellerinin yer alması bunu doğrulamaktadır. Mimari yapılarda, özellikle mezar taşlarında geyik kabartma ve motiflerinin yer alması önemlidir.

KAYNAKÇA ALMUTAK, Altan (2002). “Doğu ve Batı Mitolojilerinde Hayvan Motifi”, İ.Ü. Veteriner Fakültesi Dergisi, 28 (2), s. 411- 427. AYTAŞ, Gıyasettin (1999). “Türk Kültür ve Edebiyatında Geyik Motifi ve ‘Haza Destan-ı Geyik’ ”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Veli Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 12, s. 161-170. ÇORUHLU, Yaşar (1999). Türk Mitolojisinin ABC’si, İstanbul. ÇORUHLU, Yaşar (2002a), “Hun Sanatı”, Türkler, Cilt IV, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 54-76. ÇORUHLU, Yaşar (2002b). “Göktürk Sanatı”, Türkler, Cilt IV, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 91-99. DİYARBEKİRLİ, Nejat (1972). Hun Sanatı, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. DURMUŞ, İlhami (1993). İskitler (Sakalar), Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları. DURMUŞ, İlhami (2002). “İskit Kültürü”, Türkler, Cilt IV, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 15-25. DURMUŞ, İlhami (2009). Bilge Kağan, Köl Tigin ve Bilge Tonyukuk, Ankara: Maya Akademi Yayınları. EBERHARD, W. (1996). Çin’in Şimal Komşuları, Çev: Nimet Uluğtuğ, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ERGİN, Muharrem (1983). Orhun Abideleri, 9. Baskı, İstanbul: Boğaziçi Yayınları. ERGİN, Muharrem (2003). Dede Korkut Kitabı, Yayına Hazırlayanlar: Murat Emre Şahin-Hasan Kadıköylü, www.hisargazetesi.com/erişim: 10.02.2013 GÖKALP, Ziya (1976). Türk Medeniyeti Tarihi, Hzl: İsmail Aka-Kazım Yaşar Kopraman, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları. GÜLENSOY, Tuncer (1989), Orhun’dan Anadolu’ya Türk Damgaları, İstanbul. GÜNAY, Ünver- GÜNGÖR, Harun (2003). Başlangıçlarından Günümüze Türklerin Dini Tarihi, İstanbul: Rağbet Yayınları. İNAN, Abdülkadir (1976). Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları. İNAN, Abdülkadir (2000). Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, 5. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu. KAFESOĞLU, İbrahim (1993). Türk Milli Kültürü, 10. Baskı, İstanbul: Boğaziçi Yayınları. KARADAVUT, Zekeriya – YEŞİLDAL, Ünsal Yılmaz (2007). “Anadolu Türk Folklorunda Geyik”, Milli Folklor Dergisi, Yıl 19, Sayı 76, s. 102-112. KARAKURT, Deniz (2011). Türk Söylence Sözlüğü, Açıklamalı Ansiklopedik Mitoloji Sözlüğü, 2. Baskı, E-kitap, Türkiye. KAŞGARLI MAHMUD (1985), Divan-ı Lugat’it Türk Tercümesi, Cilt I, Çev. Besim Atalay, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. KAŞGARLI MAHMUD (1985), Divan-ı Lugat’it Türk Tercümesi, Cilt III, Çev. Besim Atalay, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. KOCA, Salim (2003). Türk Kültürünün Temelleri, C. II, Ankara. KUZUBAŞ, Muhammet (2008). “Manzum Bir Destan Kitabı (Destân-ı Veysel Karânî, Vefât-ı Hz. Fâtıma, Vefât-ı Hz. İbrâhîm, Hikâyet-i Gügercin, Hikâyet-i Geyik), Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Volume 1/2, s. 304-340. ÖGEL, Bahaeddin (1993). Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları İle Destanlar), Cilt I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. RASONYI, Laszlo (1971). Tarihte Türklük, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları. RICE, Tamara Talbot (1957). The Scythıans, London. TANYU, Hikmet (1967). Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları Ankara Üniversitesi Basımevi. TANYU, Hikmet (1968). Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları Ankara Üniversitesi Basımevi. TAPLAMACIOĞLU, Mehmet (1983). Din Sosyolojisi, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. TARHAN, M. Taner (2002). “Ön Asya Dünyasında İlk Türkler: Kimmerler ve İskitler”, Türkler, C. I, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 597-610. TEKÇE, E. Fuat (1993). Pazırık Altaylar’dan Bir Halının Öyküsü, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. YILMAZ, Anıl (2002). “İskit Sanatı”, Türkler, Cilt IV, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 26-32. YÜCEL, Ersan (1975). “Totemizm”, Sosyal Antropoloji ve Etnoloji Dergisi, Sayı 2, 1975’ten ayrıbasım, s. 69-78.

16 Nisan 2016 Cumartesi

BİLGELİKTEN KÖTÜLÜĞE BAYKUŞ



Göktürk devletinin kurucusu BUMİN KAĞANDIR .

Bumin puhu kuşu yani baykuş demektir bumin kağan Türkleri için çok önemli bir insandır Türklerin en büyük önderlerindendir bu yüzdende bilge sayılır, ve bu baykuş bilgeliği yunan mitolojisine girmiştirTürk Şaman kültüründe, Şaman abasında resmedilir, gelecekten haber veren kutsal kuştur.

KIZILDERİLİ KÜLTÜRÜNDE BAYKUŞ Kızılderili kültüründe baykuş; bilgelik, algı, ayırd etme ve hileyi anlama özelliklerinin öğreticisi olarak düşünülür.Baykuş tüyünün şifalı olduğuna, kırmızı bir beze sarılan tüyün kötülüklerden koruyacağına inanılırdı.

ANADOLU’DA BAYKUŞ

Anadolu’da “baykuş öten evden cenaze çıkar” şeklindeki yaygın bir batıl inanç vardır.

İSLAMİYET’TE BAYKUŞ

İslâmiyet’te virane bülbülü olarak geçer. Uğursuzluk getirir.
Süleyman Peygamber söylemlerinde Seba Melikesi’nin isteklerine karşı çıkan, Peygamberin kararının değişmesine neden olan kuştur.

YUNAN MİTOLOJİSİNDE BAYKUŞ
Baykuş; Yunan mitolojisinde, Tanrıların tanrısı Zeus ve Hikmet Tanrıçası Metis’in çocukları olan Athena’nın sembolüdür. Athena(Minerva); zeka, sanat, barış, savaş ve strateji Tanrıçasıdır.
Hellenler’in bir deniz zaferi umuduna kapılmalarını sağlayan en önemli sebep ilahi bir işaretti.Bir kartal İskender’in gemisinin kıç güvertesine konmuştu.

Yunan Mitolojisi’nde ve Tarihi’nde birçok simgesel kuşlardan bahsedilmektedir. Baykuş , Kartal , Şahin , Güvercin… Hepsi neredeyse birçok Tanrı ile ayrı ayrı özdeşleşmiş ve sonrasında başka kültürleri de etkilemiştir.Yunan Mitolojisi’nde kuşlarla özdeşleşen Tanrılar hakkında bilgiler Homeros ve Hesiodos’un eserlerinde verilmeye başlamış , Ovidius’un Dönüşümleri’nde detaylandırılmıştır . Ayrıca Arrianos , Ksenophon gibi Antik Yunan Çağ yazarları ilahi semboller olarak kuşlardan bahsetmişlerdir

Baykuşlar , her ne kadar Yunanistan’da bilgelik anlamı taşısa da birçok yerde uğursuzluk ve ölüm getiren anlamı da taşımaktadır . Bir dönem cadılarla birlikte de bu hayvanın adı anılmıştır . Peki Yunan Mitolojisi’ne nasıl girmiştir baykuş ?Efsaneye göre , Tanrıça Athena ,baykuşun bakışlarından , gece görme yeteneğinden çok etkilenmiş ve gece kuşu olan kargayı bu görevden sürerek yerine baykuşu getirmiştir . Baykuş , Athena’nın görmediklerini görüp Tanrıça’yı her daim haberdar etmiştir. Tanrıça’nın kendisine ait baykuşun adı ‘Athene Noctua’ olarak geçer ( Küçük Baykuş olarak da bilinir ) ve Acropolis’in koruyucusu olduğu söylenir . Antik Yunan paralarına baktığımızda üzerinde baykuşu görmemizin bir sebebi de bu kuşun ayrıca ticaret üzerinde bir koruyucu gözlemci olduğuna inanılmasındandır . Rivayete göre baykuşa gece görme yetisini kazandıran , içinden gelen sihirli bir ışıktır .Antik Yunan Çağı’nda baykuşlar ordunun da koruyucusu olarak görülürdü Tabii bunu bir yerde Athena’nın bilgeliğin yanısıra Savaş Tanrıçası ( Ares’ten farklı olarak ) olmasına , baykuşun da Athena’nın simgesi olmasına bağlayabiliriz . Rivayete göre , savaş sırasında Yunan Ordusu’nun üzerinden uçan bir baykuş zafere işarettir .Baykuş’un Yunan Mitolojisi’ndeki yeri bunlarla sınırlı kalmamaktadır . Ovidius’un Dönüşümler adlı eserinde Ascalaphus’un bir baykuşa dönüştürülmesi anlatılmaktadır . Efsane’ye göre Ascalaphus , Hades’in bahçesinde dolaşan Persephone’nin bir nar tanesi yiyerek orucunu bozduğunu görür . Orucunu bozan Persephone , bu yüzden gün ışığına çıkma umudunu iyice yitirmiştir . Ascalaphus Persephone’yi ihbar eder ve bu duruma kızan Demeter Ascalaphus’u bir baykuşa çevirir .Başında Phlegeton sularıyla ıslanan bir gaga , tüy , kocaman gözler yarattı . Değişti tüyle kaplandı sarımsı gövdesi , büyüdü başı , kıvrıldı , uzadı tırnakları , güçlükle titrerdi kımıldayan kolunda tüyler . Yıkımların ulağı , uğursuz sayılan , bütün ölümlülerin kaçındığı baykuş derler buna .Ovidius’un dizelerine baktığımızda baykuşun uğursuz bir sembol olduğunu görürüz . Hakikaten de Yunan Kültürü’nde bilgeliğin simgesi olan bu kuş , Roma Kültürü’ne uğursuz , yıkım getiren olarak geçmiştir . Erken Roma Dönemi’nde evin kapısına çivilenmiş bir baykuş ölüsünün evi baykuşun daha evvel neden olduğu kötülüklerden koruduğuna inanılmıştır . Gene Julius Caesar’ın , Augustus’un , Agrippa’nın ölümlerinin bir baykuş tarafından daha evvel bildirildiği söylenmektedir .Peki baykuşun Yunanlılar tarafından kutsal sayılıp , Romalılar tarafından uğursuz olarak nitelendirilmesi neye dayandırılabilir ? , bu inancın köklerini Truva Savaşı’nda olabilir. Roma kendi soyunu Truvalılara dayandırmaktadır . Truva Savaşı’nda Baykuş Gözlü Tanrıça Athena Yunanlılar’ın yani Akhalar’ın tarafında yer almıştır . Akhalar Truvalıları büyük yıkıma uğrattırmıştır . Dolayısıyla Athena’ya karşı buradan kaynaklanan bir kin duymuşlar , simgesi baykuşa da yıkım getiren bir anlam yüklemişler sonra bu kötülük simgesi mısıra geçmiş

ESKİ MISIR’DA BAYKUŞ
Eski Mısır’da baykuş soğukluğun, karanlığın ve ölümün simgesiydi.
Mısır alfabesindeyse M harfi baykuşla sembolize edilmektedir.HRİSTİYANLIKTA BAYKUŞHıristiyanlıkta cadıların ve Şeytanın simgesi olarak Baykuş, inançsızlığın körlüğünü simgeler.

TÜRK ŞAMAN KÜLTÜRÜNDE BAYKUŞ
Türk Şaman kültüründe, Şaman abasında resmedilir, gelecekten haber veren kutsal kuştur.
ANADOLU’DA BAYKUŞ
Anadolu’da “baykuş öten evden cenaze çıkar” şeklindeki yaygın bir batıl inanç vardır.

İSLAMİYET’TE BAYKUŞ
İslâmiyet’te virane bülbülü olarak geçer.
Süleyman Peygamber söylemlerinde Seba Melikesi’nin isteklerine karşı çıkan, Peygamberin kararının değişmesine neden olan kuştur.




15 Nisan 2016 Cuma

Neden Barbar Türkler?

Bildiğiniz gibi Avrupalılar her zaman Türkleri göcebe ve barbar kavimleri olarak görmüşler kendilerini ise medeni olarak saymışlardır.
barbar türkler yakıştırması 15. yüzyıl avrupasında yaşamış eziklerin çıkardığı bir yakıştırmadır.1453 yılında istanbulun fethinden sonra hristiyanlığın merkezi düşmüş ve müslümanların eline geçmiş ve onlar için çok büyük kutsal öneme sahip ayosafya kilisesi de cami haline getirilmiştir
Helenistlik döneme ve roma medeniyetine övgüler getirmişler Türkleri ise hep küçümsemişlerdir
Yerleşik hayata geçen ve Grek toplulukları kuran ve burada büyük tapınaklar yapan yunanlılar kendilerini medeni olarak görürken Türklere barbar ismini vermişlerdi.
Bu çok medeni olan grek toplulukları küçük Yunan şehirleri birbirlerine çok yakın oldukları halde, yakın tabiat engellerini aşıp birbirleriyle kaynaşmamış, birleşmemişlerdi. Bu yüzden dilleri ve gelenekleri dahi ayrı olmuştu
Türkler bozkır şartları sonucu ve şavaşlar nedeniyle yazlık ve kışlık şeklinde dönüşümlü bir yaşam tarzları vardı ama bilinen genel düşüncenin tersine Türklerin çok önceden tam yerleşik hayata geçtiği de bilinmektedir
Türk yazı dilini 2500 yıl öncesine götüren belge Alma-Ata'nın 50 km. kadar yakınında, Isık Göl civarındaki Esik kurganında bulundu. Açılan mezardan çıkan eşya göz kamaştırıcı idi. Bir Türk tiginine (prensine) ait olduğu anlaşılan bu mezara prens altın elbisesi, altın tacı ile gömülmüştür. Mısır firavunu Tutankamon'un mezarından sonra en çok altın bu Türk prensinin mezarında bulundu. Tam 4.800 parça altın vardı. Fakat tarih için, Türk tarihi için, eşsiz değerdeki belgeler ne bu altınlardı ne de öteki eşyalar. Eşsiz değerdeki belge, yarısı okside olmuş bir gümüş ta-bağın üzerindeki iki satırlık yazı idi. Bu yazı, bu mezardan 1250 yıl sonra dikilmiş Orhun âbidelerindeki Gök-Türk harfleriyle yazılmıştı, yani Türkçe idi. Okundu, tercüme edildi. Yapılan radyo-karbonik tahlilden, Orhun hurufatlı yazının M.Ö. 5. yüzyıla ait olduğu anlaşıldı.
Esik'teki kazı 1970'te başladı ve devam ediyor. Civarda yağmalanmış başka mezarlar da bulundu, ama yağmalanmamış başka höyüklerin varlığı da anlaşılmış bulunuyor. Bunlar er-geç ortaya çıkarılacak.
1406 yılında ölen ünlü İslâm tarihçisi İbni un toplumları "bedevî ve "medenî" olarak iki ana gruba ayırmasını, bedevilerin medeniyet kuramadıklarını, tarihsiz olduklarını, Türklerin de bedevi oldukları için medeniyet kuramadıklarını ve tarihsiz olduklarını söylemiş olması, birçok tarihçiyi yanılttı. Bu büyük yanılgıyı uzun süre gerçek saydılar. Oysa İbni Haldun, bir "bozkır medeniyeti"nin varlığından, Türk tarihinden habersizdi. Bozkır iklimi ile çöl iklimini, bozkırdaki göçebelikle Arabistan ya da Afrika çölündeki göçebeliği, hatta Afrika ormanlarına sıkışmış kabilelerin göçebeliğini bir saymıştı. Aradaki büyük farkı bilmiyordu. Yaygın ve gerçek anlamı ile göçebelik, bir toplumun toprağı işlemeden, zanaat ya da sanatla uğraşmadan, sadece hayvan besleyerek bir yerden başka yere sürekli göç etmesi, hayvancılıkla, avcılıkla, yenebilir otları ve meyveleri toplamakla (la chasse et la cueillette) geçinen toplumlardır. Bunlar gerçekten medeniyet kuramamışlardır.
Bozkırda yaşayan Türkler ise, besicilik yapmış, demiri, çeliği, altını işlemiş, toprağı ekmiş, bark yapmış, kurgan yapmış, anıt dikmiştir. Teşkilatçılığı sayesinde de birçok devletler kurmuştur. Gerçek göçebe toplumlarda bu özellikler yoktur. Onlarda ne bir Esik kurganı, ne Pazırık kurganları, ne bir Altın Elbiseli Adam, ne bir Orhun Anıtı, ne de cihangir hükümdarlar vardır.
Aynı şekilde Ünlü Türkologlardan biri olan Radloff da Türklerin göçebeliği meselesinde yanılmıştır. Radloff, geçen yüzyılın sonlarında yaptığı bir araştırmadan sonra Türklerin göçebe olduklarını söylemiş ve o söylediği için çok kişi böyle kabul etmişti. Ama onun göçebeliği tarifi İbni Haldun'un tarifinden çok farklıydı. Ayrıca o incelemesini, yüzyıllarca Moğolların sonra da Rusların egemenliğinde kaldıkları için kültür kaybına uğramış ve artık mahkûm ve bölük-pörçük bir durumda bulunan Türk toplumları arasında yapmıştı. Daha eskiye, daha ötelere gidememişti ve Türk tarihi ile ilgili belgeler de bugünkü kadar gün ışığına çıkmamıştı. Yanılgısı buradan ileri geliyordu.
Nehir boyları, nehir araları gibi verimli topraklar üzerinde yaşayan Türkler buralarda uzun süre yerleşik kalmışlardır. Meselâ Yenisey boylarında, Maveraünnehir'de, yani Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Sırderya) havzalarında sürekli yerleşik hayat yaşamışlardır. Fakat, geniş Türk illerinin her bölgesi aynı verimlilikte değildi. dolayısıyla zaman içinde Türkler gerek fetihler gerekse yaşam koşulları nedeniyle yer değiştirmek zorunda kalmıştır
Türkler tabiat âşığı idiler. Gür ormanlar, yalçın dağlar onlar için aşılmaz engel değil, kucaklanması gereken kutsal güzelliklerdi. Toprakları, kurganları (atalar mezarı) kutsaldı. Onları korumak için savaşır ve terketmez-lerdi. Ama bir yerde saplanıp kalamayacak kadar da coşkulu idiler. Hayalleri, dağları, ufukları aşıyordu. Bu karakterleri destanlarında, sözlü-yazılı edebiyatlarında da görülmektedir. Meselâ Oğuz Kağan halkına şöyle hitap eder. "Kargıları demirden bir ormanı andıran büyük ordumuzla zaferden zafere koşacağız. Başka denizlere, başka nehirlere ulaşacağız. Yurdumuz öyle büyüyecek ki, onun üzerine kuracağımız otağ ancak gök kubbesi, otağın tepesine dikeceğimiz tuğ ise ancak güneş olacaktır!"
Bu karakterde, bu duyguda olan bir milletin, nüfusuna göre çok geniş alanlarda egemenlik kurmuş olması, milyonlarca hayvandan oluşan sürülerini otlatmak için, mevsimlere göre bir bölgeden bir bölgeye göç etmeleri tabiidir. Ama bu göçebelik, medeniyet kurmamış, tarihî anıtlar bırakmamış bazı çöl ve orman toplumlarının göçebeliği değildir. Türklerin besicilik ve çobanlık yapanları yılkı, sığır ve davarlarını otlatmak için diyar diyar dolaşırken, bir kısmı da asıl yurtlarında, büyük şehirlerde ve köylerde oturuyorlardı. Onun için, her göründükleri yerde bayındırlık eseri bırakmamış olmaları da tabiidir.
Türkler, yerleşik olarak yaşadıkları şehirlerde, köylerde taş evler, saraylar, anıtlar, ama en çok ahşap evler yapmışlardır. Çünkü tabiat âşığı idiler ve taştan ziyade ağacı seviyorlardı. Bozkır Türklerinin göründükleri ve bulundukları yerde tarihî anıtlar arayan ve bunları bulamadıkları için de "Çünkü Türkler göçebedir, göçebe milletler medeniyet kuramaz, onların tarihi yoktur" hükmüne varanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini, son zamanlarda, hele şu son çeyrek yüzyıl içinde, anlamayan kalmamıştır.
Araştırmaları takip, etmedikleri için, bazı bulgular çok büyük yankılar uyandırmış olmasına rağmen bunlardan habersiz oldukları için, eski saplantılarından kurtulamayanlar da az değildir
Türklerin medenî mi yoksa bedevî mi oldukları sorusuna cevap teşkil edecek çok ünlü görgü tanıklarının bir iki cümlesini vermek de faydalı olacaktır:
Abbasî Halifesi Muktedir-billah, 920 yılında (h.308), Türkistan'a bir elçilik heveti göndermişti. Bu heyette görev alan İbn-i Fadlan, henüz Müslüman olmayan Türk illerinde gördüklerini "Er-Rıhle" (Seyahatname) adlı risalesinde anlatmıştır. Bu seyahatnamede şöyle diyor. (...Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık... Müslüman olmayan bu Türklerden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse, başını semaya kaldırıp "Bir Tengri" der. Bu "Bir Allah" anlamına gelir. Çünkü Türkçe'de bir "vahid", Tengri ise "Allah" demektir. Türk kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar, vücutlarını gizlemezler, ama zina diye bir şey bilmezler, Türkler, böyle bir suç işleyeni ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler... Misafiri olduğum Türk, tercümanıma: "Bu Arab'a sor, Rablarının karısı var mıymış?" dedi. Onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum. Bu hareketim hoşuna gitti. O da benim gibi tövbe etti ve "estağfurullah" dedi. Türk'ün âdeti böyledir... Bir Türk'ün yurdundan, tanımadığı bir kimse geçip, ona "Ben senin misafirinim, develerinden, hayvanlarından ve parandan şu miktara ihtiyacım var" derse, Türk istediklerini ona verir
İbn-i Fadlan'ın bu tespitlerini Turkler'in İslâmiyetten önceki inançlarına, âdetlerine çok kısa bir örnek vermek, İslâmiyeti niçin baskısız, zorlamasız, istekle benimsemelerinin bir sebebini ve putculukla ilgileri bulunmadığını göstermek için aktarıyoruz. Elbette İslâmiyeti bütün Türkler bir anda ve hiç direnmeden kabul etmediler. Ama, direnen boylara bu dini kabul ettiren ve öğretenler yine Türklerin kendileri oldu.
Ibn-i Fadlan'ın şu tespitini de belirtmek istiyoruz: "...Bundan sonra Peçeneklerin ülkesine vardık. Bunlar denize benzer, akmayan bir suyun (gölün) kıyısına konaklamışlar... Hepsi sakallarını tıraş etmişler... Oğuzların aksine fakir idiler. Zira Oğuzlardan on bin büyük baş hayvana, yüz bin baş koyuna sahip olanları gördüm..."
Bu kadar çok hayvanı, bu kadar büyük sürüleri olanların, onları otlaktan otlağa ulaştırmak için yer değiştirmelerinden daha tabiî ne olabilir? Bozkırda yaşayan besiciler göç ediyor, şehirde oturanlar ise yerleşik hayat yaşıyorlardı.
İbn-i Fadlan gibi, Ebû Dülef de 942 (h.331) yılında bir elçilik heyeti ile Türk illerini dolaşmış ve bir seyahatname yazmıştır. Şöyle diyor: "...Oğuzların yanına vardık... Bu Oğuz şehrinde evler taştan, ağaçtan, bambudan yapılmış, içinde put bulunmayan mâbedleri de var. Hindistan ve Çin'le ticaret yaparlar... Buğday, koyun ve keçi eti yerler... Keten kumaştan veya kürkten yapılmış elbiseler giyerler. Sof (yünlü kumaş) giymezler... Büyük bir hükümdarları var..."
Ebu Dülef Oğuzların büyük bir şehri olduğunu böylece bildirmiş oluyor. Tabiî bu şehir yüzlerce yıldan beri vardı.
Yine bir Arap seyyahı olan Şeref el Zaman el Mervezî, 1120 yılında (h.514) hem kendi görgülerine hem de daha eski kaynaklara dayanarak yazdığı "Tabâî el-hayavân" adlı kitabında şu bilgiyi veriyor: "...Türkler kabilelere, oymaklara ayrılan büyük bir millettir. Bir kısmı şehirlerde ve köylerde, bir kısmı ise bozkırlarda ve çöllerde otururlar..."
Türklerin, yaygın anlamındaki göçebelerle ilgileri olmadığını, engin tarihleri, büyük medeniyetleri bulunan bir millet olduklarını bildiren kaynaklar elbette sadece bunlarla sınırlı değildir.



Saka Türkleri (İSKİTLER)

İskitler, tarihe Sakalar olarak geçmiş, Ön Türk Tarihinin antik çağdaki temsilcisi olarak Avrasya steplerindeki varlıklarını 7 asır boyunca devam ettirmişlerdir. M.ö. 10. Yüzyılda Tanrı Dağlarında başlayan tarih serüvenleri, M.ö. 250 yılında Kırımda sona ermiştir.
İskitler, M.ö. 9. Yüzyılda Doğu Asya’da ortaya çıkmış, M.ö. 8. Yüzyılda Hazarlar üzerinden Tuna boylarına ulaşarak burada yerleşik yaşayan soydaşları Kimmerler üzerinde baskı kurarak Doğu Avrupa ve Kuzey Karadeniz hattına hâkim hale gelmiş, Urartular, Asurlular ve Medler ile münasebetlerde bulunarak bu coğrafyadaki varlıklarını 200 yıl boyunca devam ettirmişlerdir. M.ö. 6. Yüzyılda zayıflayan ve Anadolu’yu terk etmek zorunda kalan İskitler Kuzey Karadeniz ve bölgesine yerleşerek M.ö. 3.Yüzyıla kadar burada yaşamışlar ve kendileri gibi atlı göçebe bir kavim olan Sarmatlar ve Gotlar tarafından yıkılarak bölge halkları arasında asimile olmuşlardır. 
İskitler, Ön Türk Tarihinin önemli bir taşıyıcısı olmuşlar ve tarihe bir Türk Kavmi olarak kaydedilmişlerdir. Her ne kadar bizler soydaşlarımız olan İskitlerin Türklüğünü kanıksamış olmasak ve tartışılır görsek de Dünya Tarihi, İskitlerin Türk olduklarını kabul ve ilan etmişlerdir.
İskitlerin Türklüğü
İskitlerin Türk olduğu gerçeği tarihin bilimsel metotlarıyla ispatlanmış, elde edilen bulgular bu toplumun, Türkleri Meydana getirmiş olan Turanid (Ön Türkler) kavmin bir mensubu olduğunu ortaya koymuştur. İskitler ile yakın münasebetler içerisine girmiş olan ve bu münasebetleri yazılı hale getirebilen en mühim kaynak Grek(Yunan) Tarih kaynakları olmuştur. Medeniyetler tarihinin bilinen ilk tarihçisi olan Herodot, İskitler döneminde yaşamış, İskit yurtlarında seyahat etmiş ve İskit toplumu hakkında pek çok bilgi kaleme almıştır.
Heredotos, İskitler hakkında kaleme aldığı bilgilerle onların Türk Olduğu gerçeğini bilim dünyasına nakşetmiştir. Her ne kadar Türklük ifadesi bu tarihte milli bir isim olarak kullanılmıyor olsa da İskitlerin kültürel, toplumsal, askeri ve fiziki tasvir bilgileri, Herodotos’un ardılları olan diğer Yunan tarihçiler tarafından tetkik edilmiş ve ihtilafsız olarak bu toplumun Türklerin ataları olduğunda tespit edilmiştir.
Her ne kadar İskitlerin Turanid bir kavim olduğu genel tetkik ve bulgularla kabul görmüş olsa da bazı tarihçiler, kısmi Linguistik (Dil bilimi) çalışmalarla bu toplumun İran kökenli bir halk olabileceğini iddia etmişlerdir. Bu iddia, bazı İskit kelimelerinin Pers kökenli kelimelerle benzeşmesinden yola çıkılarak ortaya atılmıştır. Ancak biyolojik ve arkeolojik olarak desteklenmemiştir. Pers dili ile İskit dili arasındaki kısmi benzerliklerin kökeni Soğd toplumuna dayanmaktadır. Pers toplumu, Soğd kültüründen etkilenmiş, Antik Pers Alfabesini terk ederek Soğd alfabesine geçiş yapmış, bu etkilemişin bir sonucu olarak da Soğd dili ile kaynaşmıştır. Oysa İskitler, Perslerin Soğd kültüründen etkilenmelerinden çok önce Soğd kavmi ile münasebet içerisine girmişlerdi. M.ö. 9. Yüzyılda Orta Asya da Soğd kavmi ile komşu olan İskitler, Çin ve Hign-Nu baskısına maruz kalarak bu bölgeyi terk etmeden evvel Soğdlar ile geliştirilen toplumsal münasebetler ile Soğdca kelimeleri kendi dilleri içerisine almışlardır. Bu münasebetin tam anlamıyla bilimsel bir tetkiki yapılmadığını, bilakis kronolojik bir tekzibinde söz konusu olduğunu düşünürsek İskitlerin Pers kökenli olabilecekleri olasılığı ortadan kalkmış olur. Zira Herodotos, Akhamenid Hükümdarı Darius’un İskitler üzerinde yaptığı seferle ilgili notlarında İskitlerin gerek fiziki görünümleri, gerek savaş taktikleri, gerekse kültürel vasıfları bakımından Perslere hiç benzemediğini açıkça belirtmiştir.
İskitlerin Turanid kavme mensup olduklarına dair bulgular ise çok daha açık ve nettir. Zira bu bulgular Arkeolojik, Antropolojik ve Kültürel faktörlerle birbirini tamamlamakta ve bütünlük arz etmektedir. İskitlerin Turanid kavmin bir parçası olduğunu gösteren en açık Arkeolojik bulgular Kurganlardır. Kurgan Kültürü, Ön Türk toplumlarının kültürel karakteristiğine dair en bariz kalıntı olma özelliğini taşır. Tarih öncesi devirlerde yaşayan hiçbir toplumda görülmeyen bu kültürel değer, yalnızca Afanasyevo kültürüne mensup Turanid kavim tarafından, Atalar Kültü olarak bilinen geleneğin muhtevası olarak binlerce yıl boyunca yaşatılmıştır. Ölümden sonra bir hayat olduğuna inanılan ve “Türk Dini” olarak tarihe mal olan Gök Tanrı İnancını benimseyen Ön Türkler, önemli devlet adamlarının mezarlarını korunaklı (korugan) hale getirip birer anıt inşa etmişler, “Ata” unvanına sahip olan bu kişiler buraya defnedilerek dirileceği gün kendisine hizmet etmesi için hizmetkarlarının naaşları, yeniden dirildiğinde kullanabilmesi için değerli eşyaları, silahını ve hatta atı kendisiyle birlikte bu Kurganlarda muhafaza edilmiştir. Kimi zaman yerin altına, kimi zaman bir tepenin içerisine, kimi zaman ise taş lahitlerin içerisine yerleştirilen bu kurganlar, tarih öncesi devirlerdeki Ön Türk İmzası olarak karşımıza çıkmaktadır. İskitler, M.ö. 8. Yüzyılda ayak bastıkları Doğu Avrupa ve ardından göç ettikleri Anadolu coğrafyası üzerinde çok sayıda Kurgan inşa etmişlerdir. Bu kurganlar, son 2 yüzyıl içerisinde gün yüzüne çıkartılmış ve İskitler hakkında çok daha detaylı bilgiler elde etmemize olanak tanımasının yanında bu toplumun Turanid kavmin mensubu olduğunu da açıkça ortaya koymuştur.
İskitlerin Türk Tarihine mal eden en mühim bulgular Antropolojik araştırmalar ışığında ortaya çıkmıştır. Genetik bilimin ışığında elde edilen bulgular, İskit genlerinin günümüzde Türk Coğrafyası içerisinde var olduğunu, hatta bu varlığın melezleşme olmaksızın küsuratlı bir kalıntı değil müstakil olarak süre geldiğini ortaya koymaktadır. İskitlerin İç Asya’dan Anadolu ya doğru giriştikleri göç hareketlerini ve Kafkaslar-Anadolu hattında arkalarında bıraktıkları Kurganları inceleyen tarih araştırmacısı Dr. Jeannie Davis Kimball, İskit coğrafyasında yaşayan Kadın Savaşçılar (Amazonlar) ile ilgili yaptığı araştırmalar neticesinde çok önemli bulgulara ulaşmıştır.
Amazonlar, İskitlerden çok daha önce Karadeniz hattına ulaşan Kimmerler ile birlikte bu bölgeye yerleşmiş ve uzun süre Kimmer coğrfayası içerisinde yaşamış savaşçı bir ulustu. Anaerkil bir yapıya sahip olan bu toplumda kadınlar savaşıyor, erkekler ise köle olarak ya da doğurganlık amacıyla kullanılıyordu. Esasen Kimmer toplumunun bir parçası olan Amazonlar, İskitlerin Kimmerleri yıkması ile yine soydaşları olan İskitler ile münasebet içerisine girmiş ve zamanla İskit tarihine de mal olmuşlardır. Onlarca İskit Kurganı açan ve İskitlere ait pek çok arkeolojik çalışmanın içerisinde yer alan Kimball, izini sürdüğü Savaşçı İskit Kadınları Amazonların kökenine ulaşmayı başarmış, İskitlerin soydaşları olan Amazonların günümüz Türklerinin Ataları olduğunu ortaya koymuştur.
Dr. Kimball, araştırma konusu olan Amazon savaşçılarının izini sürerken aradığını İskit Kurganlarında bulmuş, bu serüveni onu İskitlerin kökenine kadar götürmüştür. Pek çok İskit kurganının açan Kimball, Amazonların İskitler ile birlikte yaşayan savaşçı kadınları olduğunu, yani Kurganlardaki savaşçı kadınların İskit toplumunun bir parçası olduğunu tespit etmiştir. Amazon Savaşçıları ile ilgili bilgilere Yunan Tarih kaynaklarından ulaşan Kimball, Antik Yunan döneminin büyük savaşçısı Aşil’in bir Amazon Kraliçesi Pentesile ile mücadelesine rastlar. Bu hikâyede Aşil, Amazon kadın savaşçısı Pentesile ile çetin bir mücadeleye girişmiş, uzun uğraşlar sonunda Pentesile’yi mağlup etmeyi başarmış ve onu öldürmüştür. Rakibini öldüren Aşil, yüzünü görmek için rakibinin miğferini çıkarttığında sarı saçlı ve çok güzel bir kadın olduğunu görür ve Pentesile ye aşık olur.
Aşil ve Pentesile’nin hikayesinden esinlenen Kimball, Amazon Savaşçılarının İskit kurganlarından çıkmasından hareketle Kurganlara rastlanan bölgeleri takip ederek Kuzey Kazakistan bölgesindeki Pokrovka bölgesine kadar ulaşır. Buradaki kurganları inceleyen Kimball, bu kurganların Anadolu-Kuzey Karadeniz bölgelerindeki İskit Kurganlarıyla aynı olduğunu tespit eder. İskitlerin ve Kimmerlerin bu hat üzerinden Karadeniz ve Anadolu’ya ulaştığına karar verir. Ancak bu bulgu, kısa süre sonra burada yapacağı muhteşem keşfin yanında küçük bir detay olarak kalacaktır. Dr. Kimball, at üstünde gezen sarışın, küçük bir kız çocuğu görür. Bu kız çocuğunun adı Meryemgül’dür. Meryemgül, Dr. Kimball’a Amazon Savaşçısı Pentesile’yi anımsatır. Bu küçük Kazak kız çocuğundan bir Dna örneği alarak Anadolu’daki İskit kurganlarından çıkan Amazon Kadınların Dna örnekleriyle karşılaştırır. Mitokondrial DNA örneklerinin karşılaştırılmasıyla ortaya çıkan sonuç inanılmazdır. Sonuç %99.9 oranında uyumludur. Kazakistan bozkırlarında at üstünde gezen bu küçük kız çocuğu Amazon Savaşçılarıyla aynı geni taşımaktadır. Yani Amazonların torunudur.
Dr. Kimball, bu araştırmasını bilim dünyasına sunar ve bu konu hakkında bir kitap çıkartır. Bu tespit doğrultusunda Amazonların İskit Kurganlarından çıkması hasebiyle onların İskitli savaşçı kadınlar olduğunu, Dna karşılaştırmasının sonuçlarıyla da Amazon Savaşçı Kadınlarının yani soydaşları İskitlerin ve Kimmerlerin Türk olduğunu ilan eder. Dr. Kimball’ın bu tespiti ile birlikte bilim dünyası Amazon kadınların bir efsaneden ibaret olmadığını ve Türk olduklarını kabul etmişlerdir.
Elde edilen bulgular ışığında hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki İskitler, Türklerin ataları olan kadim Turanid (Ön Türk) toplumunun bir parçasıdırlar ve Türk Tarihinin 3.000 Yıl önceki temsilcisidirler.
İskitlerin Tarih Serüveni
İskitler, münasebet içerisine girdikleri pek çok toplumun tarih kayıtlarına geçmişler ve bu toplumların tarihlerinde satırbaşı olmuşlardır. Grekler İskitlere Skytai, İskit hükümdarlarına ise Sokot, Sak ve Saka demişlerdir. Asur kaynaklarında Aşguzai, İşkuza, Asagarta, Sakarta, Zakarti, Zakruti, Zikirtu telafuz edilmişler, Pers kaynaklarında Sakalar olarak geçmişlerdir. Çin hanedanlığının kaynaklarında İskitlerin kurucu sülalesinin isminin Sai, Su ve Se olduğunu belirtir. Hint kaynaklarında Şakya olarak isimlendirilirler. Bu kadim toplum Tevrat da yer bulmuş ve Aşkenaz olarak geçmiştir. Referans alacağımız en yakın kaynak olan Divanı Lugati Türk de ise yine kurucu sülalenin ismi Su/Şu olarak telaffuz edilir. 
Ulaşımın, tabiat şartlarının, salgın hastalıkların ve tabi meşakkatlerin insanlığı tehdit ettiği bir çağda Asya’nın bir ucundan Avrasya Bozkırlarına kadar isimlerini duyuran, münasebet içerisine girdiği tüm toplumların tarihlerine yön veren bu kadim Ön Türk Toplumu tarihe İskitler olarak kaydedilmiştir.
İskitlerin kökeni, diğer tüm Ön Türklerde olduğu gibi yine Sümer Medeniyetine dayanır. M.ö. 7000’li yıllarda Aral gölünde ortaya çıkan Afanasyevo Kültürüne mensup Brakisefal (Yuvarlak Başlı) toplum M.ö. 5000’li yıllarda bugünkü Türmenistan havzasına ulaşmış, buradan da Orta Doğu bölgesine yerleşerek Sümerler Medeniyetini tarih sahnesine çıkartmışlardı. Bu tarihe kadar ortak kültür ve toplumsal yapıya sahip bu toplum, Sümerler dönemine kadar kendilerine muhtelif isimler vermiş, özerk bir yapıya sahip olsalar da toplumsal ayrışmaların meydana gelmediği bu tarih öncesi devirlerde müstakil bir kültürel doku kazanarak diğer tüm medeniyetlerden ayrılmışlardı. Sümerler dönemi ile Dünyanın ilk medeniyetini inşa eden bu toplum, Sümerlerin yıkılmasından sonra küllerinden kavimler, medeniyetler ve toplumlar çıkartmış, bu toplumlardan biri de Türkler olmuştur.
Sümerlerin Semitik kavimler tarafından yıkılmasından sonra (M.ö. 2000) Sümer Medeniyetinin mensupları olan toplumlar Sümer bütünlüğünden ayrılarak kendi kimliklerini ve unvanlarını kazandılar. Merkezi koruyucu idarenin ortadan kalkması ile birlikte aynı otoritenin altında birleşemeyen bu toplumlar, hükümdarlarının isimlerini alarak kendi kimliklerini edindiler ve kendi merkeziyetçi yapılarını muhafaza ederek tarih sahnesine müstakil birer toplum olarak çıktılar. Bu toplumlardan Asşur’a bağlı olanlar Asurlular, Arpadşad’a bağlı olanlar Araplar, Aram’a bağlı olanlar Aramiler, Elam’a bağlı olanlar Elamlılar, Türk’e bağlı olanlar Türkiler olarak tanımlandılar.
Sümer toplumu asli unsur olan Afanasyevo insanları tarafından kurulmuşlardı ancak devletin asli unsurları olan Afanasyevo insanları (Turanid Kavİm), Sümer devleti sonrasında bir kısmı yerleşik kalarak Mezopotamya’nın yerlileri olmuş, bir kısmı ise bu coğrafyadan göç ederek farklı medeniyetleri tarih sahnesine çıkartmıştır. Mezopotamyada kalmayın tercih eden Sümerliler Semitik kavimlerle yakın münasebet içerisine girerek günümüzdeki Ortadoğu kavimlerinin atalarını meydana getirdiler (Asurlar, Urartular, Elamlılar, Aramiler, Museviler, Ortadoğu Arapları, v.b.). Sümer Medeniyetinin yıkılmasından sonra burada kalmayıp göç eden Sümerliler ise sahip oldukları kadim kültürü (Afanasyevo Kültürü) Anadolu, Kafkaslar, İç Asya ve Balkanlara taşıyarak Ön Türk Kültürü olarak tanımladığımız Afanasyevo kültürünü dünya coğrafyasına taşıdılar. Bu sebeptendir ki Ön Türkler olarak adlandırdığımız Afanasyevo kültürünü taşıyan Turanid Kavmin izlerini tarih öncesi devirlerde çok farklı coğrafyalarda görebilmekteyiz.
İskitler de Sümer Medeniyetinin yıkılması sonrasında vücut bulmuş ve tarih sahnesine çıkmışlardır. Sümer Medeniyeti, birliğini kaybettikten sonra Semitik kavimlerin (Akadlar) istilalarına maruz kalınca Mezopotamyayı terk eden Turanid Kavim üç farklı kola ayrılarak bölgeyi terk ettiler. Birinci kol doğu istikametinden İç Asya’ya göç ederek Hing-Nu’ları meydana getirdiler. Diğer bir kol Anadolu’nun içerisine girerek Batı’ya ilerlediler ve Etürks/Truska toplumlarını meydana getirdiler. Diğer bir kol ise Kuzey’e doğru ilerleyerek Kafkaslar ve Kuzey Karadeniz hattına göç edip Kimmerler’i meydana getirmişlerdir.
İskitler, tıpkı Hing-Nu’lar gibi batıya göç eden kalabalık Ön Türk Toplumları içerisinden filizlenmiş ve aradan geçen 10 asırdan sonra komşuları ve soydaşları olan Hing-Nu’lardan ayrılarak kendi saltanat aileleri etrafında birleşmişlerdir. Çin kaynaklarına göre Su/Se/Sai olarak ifade edilen bu sülale (Aşiret/Beylik) zamanla kendi nüfuzlarını kazanarak müstakil bir güç haline gelmiş ve Hing-Nu’lardan idari olarak ayrılarak kendi kararlarını veren bir toplum haline gelmişlerdi. Binlerce yıllık Türk Coğrafyası olan Tanrı dağları bu tarihlerde yoğun olarak Türk toplumlarına ev sahipliği yapmaktaydılar. Bu dönemde (M.ö. 20-10. Yüzyıl) İç Asya’nın en doğusunda Ön Moğollar, Taklamakan Çölünün Doğusunda Ön Türkler, Ön Türklerin batısında ise Ön Tunguzlar yaşamaktaydılar. Bu üç toplumun güney hattında ise kalabalık Çin toplumu giderek güçleniyor ve bölgedeki nüfuzlarını arttırıyorlardı. M.ö. 10. Yüzyılda güçlü bir hanedanlık etrafında birleşen Çinliler, Hing-Nu’ların üzerinde baskı kurmaya başladılar. Bu baskı neticesinde doğudaki Ön Moğollarında tesiriyle Batıya doğru göç etmek zorunda kalan Hing-Nu’lar, kendileriyle aynı coğrafyayı paylaşan Su hanedanlığın etrafında birleşen İskitleri önlerine katarak batıya doğru sürüklenmeye başladılar.
M.ö. 9. Yüzyılda İç Asya, Taklamakan Çölünün etrafına yaydığı şiddetli sıcaklar nedeniyle kuraklık dönemine girmişti. Taklamakan çölünün de çölleşmiş arazilerinin genişlediği bu tarih, İç Asya’da bozkır hayatını yaşanmaz hale getirmişti. At ve hayvan yetiştiriciliği ile yaşayan İskit ve Hunlar, daha ılıman iklimlere sahip coğrafyalara ulaşmak için Batı ve Güney istikametlerine doğru göç hareketine giriştiler. Bu göç dalgasının en uç hattında bulunan İskitler, arkalarından gelen Hing-Nu’ların baskısı neticesinde önce Balkaş gölü, ardından Aral gölü hattına, buradan da Massagetilerin baskıları neticesinde Kuzey Hazar bölgesine doğru ilerlediler.
İskitler’in M.ö. 10. Yüzyılda başlayan göç hareketi bir asır boyunca devam etti. M.ö. 9. Yüzyıla gelindiğinde İskit toplumları Avrasya-Kafkasya bozkırlarını kendilerine yurt edinmişlerdi. Bu tarihlerde Kuzey Karadeniz, Avrasya Bozkırları ve Hazar Denizinin Batısı, başka bir Ön Türk Toplumu olan Kimmerler’e ev sahipliği yapıyordu. Sümer devleti yıkıldığında İskitlerin içerisinde bulunduğu Turanid Kavim doğuya doğru göç hareketine giriştiği dönemde Kimmerler de Kuzey ve Batı hattına yönelerek Kuzey Karadeniz hattına ulaşmıştı. İskitler, soydaşları Kimmerler’in Doğu Avrupa üzerindeki 10 asırlık hakimiyetine son vererek bu bölgeyi kendi yurtları haline getirdiler.
İskitler’in Batı Hazar’dan Güney hattına doğru ilerlemesi Antik Yunan Tarih kaynaklarında geçmektedir. Antik Yunan Tarihi, Aşağı Don Havzası ve Ön Kafkasya boylarının M.ö. 9. Yüzyılda İskit akınlarına maruz kaldığını, bu bölgede yaşayan Kimmerler’in İskit akınlarına karşı koyamadığı belirtilir. Aslında İskitler gibi kalabalık ve köklü bir kavim olan Kimmerler, İskitler kadar kalabalık ve savaşçı bir kavimdi. Ancak atlı süvarileri ile çok hızlı hareket edebilen İskitler, savaş teknikleri bakımından Kimmerler’e üstün durumdaydılar. Bu teknik üstünlük neticesinde 1000 yıllık Kimmer yurdu olan Kuzey Karadeniz, M.ö. 9. Yüzyıldan itibaren İskit yurdu haline gelmeye başlamıştır.
İskitlerin Kuzey Karadeniz bozkırlarındaki demografik hareketleri bölgedeki kültürel akımı da önemli ölçüde etkiledi. Zira bu bölge, iki büyük savaşçı ulusun yüzyıllar sürecek mücadelesinin başlangıç noktası olmuştur. Kimmerlerin yüzlerce yıldır yaşadığı karma ekonomik sistem, İskitlerin bu bölgeye yerleşmesi ile giderek Hayvancılığın ön plana çıktığı bir sosyal hayata dönüşmeye başladı. İskit-Kimmer mücadelesi M.ö. 800’lü yıllara kadar bu coğrafyada devam etti. Nihayet Kimmerler İskitlerin baskılarına karşı koyamayarak Karadeniz’in doğusu üzerinden Kafkaslara ve Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar. İskitler Kuzey Karadeniz hattında kurdukları hâkimiyet sahalarını Kimmerler’in göç yolları üzerinden devam ettirerek önce Kafkaslar, ardından Doğu-Kuzey Anadolu hattına kadar genişletmeye başladılar. Bu yayılım hareketi planlı ve tek bir koldan gerçekleşmedi. Ünlü yunan tarihçi Heredotos, Kimi İskit kitleleri Hazarın Kuzey’inden ve Doğusundan dolaştıklarını, kimi kitlelerin ise Transkafkasya dağlarından Anadolu hudutlarına ulaştığını belirtir.
M.ö 9. Yüzyılda başlayan İskit akınları, dağınık ve plansız olarak hareket ettiği tespit edilen İskit kitleleri tarafından M.ö. 8. Yüzyılda Anadolu’nun kuzey hattına ulaştı. İskitlerin Anadolu hudutları içerisinde tespit edilebilen ilk yerleşik yurtları bugünkü Trabzon’un Kilat (Yeşilbük) köyü olmuştur. Bu köy, İskit göçlerinden önce Kimmerler içerisinde yaşayan bazı Turanid Toplumlar ve Yunan kökenli Miletoslular tarafından idare edilmekteydi. İskitlerin bu bölgeye yerleşmeleri ile Miletoslular bölgeden uzaklaşmış, Kilat köyü İskitler’in ilk Anadolu durakları olmuştur.
İskitlerin Anadolu hattına girmelerinden sonraki göç yolları oldukça geniş ve düzensiz olmuştur. Belli bir yöne kalabalık kitleler halinde değil pek çok yöne kabileler halinde göç ettikleri görülür. Bu dağınık göç hareketleri İskitlerin bir kral ya da tek bir önder etrafında toplanmadıklarına işaret eder. Buna rağmen bölgede yaşayan toplumların içerisine karışmayarak müstakil kültürlerini muhafaza etmişlerdir. Bu durum, İskitlerin, tıpkı Bozkır Kültüründe olduğu gibi Boy-Budun teşkilatlanmasına sahip olduklarını düşündürür. Görünen odur ki; İskitler, birkaç yüz çadırdan oluşan aşiretler halinde küçük parçalara ayrılmış şekilde özerk olarak yönetiliyor, komşu kabile ve aşiretlerle birlikte hareket ediyor ancak topyekûn bir millet halinde göç hareketlerine girişmiyorlardı. İskitler, bu sosyo-politik davranışları hasebiyle Tanrı Dağlarından Tuna Boylarına, Doğu Anadolu’dan Fergana Vadisine geniş bir coğrafyada izlerini bırakmışlar ve çok geniş bir coğrafyada varlıklarını devam ettirmişlerdir.
İskitlerin Fergana ve Aral Gölü boylarındaki varlıklarını yalnızca arkalarında bıraktıkları kurganlardan takip edebilsek de Anadolu’daki serüvenleri hakkında detaylı bilgilere ulaşabiliyoruz. İskitlerin Anadolu’daki varlıklarını yoğun münasebet içerisinde bulundukları Asur kaynaklarında görebiliyoruz. İskit toplumunun Asurlular ile ilk münasebetlerini M.ö. 7. Yüzyılda gerçekleşmiştir. Asur kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre M.ö. 679 yılında, en azından Doğu Anadolu’da yaşayan İskitler bir liderin etrafında birleşmiş durumdaydılar. Asurlular İskit toplumuna İşkigulu, İskit kralına ise İşpakai demişlerdir.
Doğu Karadeniz hattından güneye doğru ilerleyen İskitler, Urartular ile Asurlular arasında politik bir öneme sahip olan Mannai bölgesini istila hareketlerine girişmişlerdi. Mannai bölgesi Asurlular içinde önem taşıyordu ve buraya hakim olmak isteyen Asurlular Urartular ile mücadele halindeydi. İskit akınlarına maruz kalan Urartu Kralı 2. Rusa, İskit Kralı İşkigulu ile anlaşma yaparak bu bölgede barınmalarına müsaade etmiş, böylelikle hem İskit taarruzlarından kurtulmuş hem de Asurluların Mannai bölgesindeki emellerine karşı İskitleri kalkan olarak kullanmıştır.
Mannai bölgesine yerleşen İskitler, Asurlulara karşı da istilacı bir tavır izlediler. Asur Kralı Asarhaddon’un hükmettiği Kuzey Batı İran’a girerek taarruzlara giriştiler ve bu taarruzların sonucunda büyük bir savaşa girişerek mağlup oldular. İskit Kralı İşpakai bu savaşta öldü ve yerine oğlu Bartatua geçti (M.ö. 674). Bu savaşa dair izler, yakın zaman önce gerçekleştirilen Arkeolojik çalışmalarla gün yüzüne çıkartılmıştır. Bastam/Rusa, Uru ve Tur adlı yerleşim bölgelerinde Asurluların İskit taarruzlarına karşı inşa ettiği kaleler ve savunma hatları bulunmuştur. Bunun yanında Siyah Kale, Kız Kalesi, Danalu, Kaleoğlu ve Sangar olarak isimlendirilen tarihi eserler de bu dönemden kalma önemli bulgulardır. Ayrıca Urmiya gölünün 50 Km. doğusunda yer alan Ziwiye’de bulunan arkeolojik kalıntılar da İskit kralının bu bölgeyi hükümdarlık makamı olarak kullandığını göstermektedir.
İskitlerin yenilmeleri üzerine Mannai bölgesi yeniden Asurluların hakimiyeti altına girdi. Bu bölgede yerleşik hale gelen İskitler ise Asurlulara karşı galip gelemeyince iyi ilişkiler içerisine girmek zorunda kaldılar. İskit Kralı Bartatua, Asarhaddon ile yakınlık kurabilmek için kızı Serna ile evlenmek istedi. Asarhaddon önceleri istemese de tanrıları Samas’a fal açtırıp sorarak onayladı. Bu kan bağı ile Asurlular ile İskitler arasında ittifak dönemi başlamış oldu (M.ö. 674). 
Asur Kralı Asarhaddon vefat edince yerine oğlu Asurbanipal geçti. M.ö. 654’de de Bartatua öldü ve yerine oğlu Madyes geçti. İskit-Asur barışı bu döneminde de devam etti. Asurlular, M.ö. 653 de yeni bir tehditle yüz yüze geldiler. Giderek güçlenen ve hâkimiyet alanını genişleten Medler, Asur Krallığını tehdit eder duruma gelmişti. İskitler, Asurluların Medlerle olan mücadelelerine destek verdiler (M.ö. 654-652). İskitlerin Asurlularla geliştirdiği iyi ilişkiler zamanla ittifak halini alınca İskitlerin bölgedeki nüfuzları da artmaya başladı ve zamanla daha da güçlendiler.
Asurbanipal vefat edince Asurluların büyük hükümdarlığına gölge düştü (M.ö. 627). Giderek güçlenen Medler, Asurbanipal’in ölümü üzerine Asur toprakları üzerinde taarruzlara giriştiler. Asurbanipal’in yerine vekâleten geçen oğlu Asuretil, Medler üzerinde baskı kuramayınca Medler daha da güçlendiler. İskitlerin desteğine rağmen durdurulamayan Med akınları Asur İmparatorluğunun sonunu hazırladı. Medler, önce Babillilerle sonra ise İskitlerle ittifak kurarak Asurlular üzerine büyük bir taarruza giriştiler ve Asur Krallığını yıkarak toprakları üzerinde kendi imparatorluklarını kurdular (M.ö. 612).
Asurluların yıkılması İskitler için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. İskit Kralı Madyes, müttefiki olduğu Asurlulara desteğini çekerek Medlerle işbirliği yapmıştı. Ancak Asurluların yıkılmasından sonra bu kez Babillilerle işbirliği yaparak Medlere karşı mücadeleye giriştiler. Med Kralı Kyaxares, bu ittifak karşısında kazanamadı. Medleri mağlup eden İskitler, Kuzey İran ve Suriye hattında söz sahibi duruma geldiler. Bölgede değişen politik dengeler Urartuları da etkiledi. İskitler, Asurluların yıkılmasında olduğu kadar Urartuların yıkılmasında da pay sahibi oldular. İskit akınlarıyla zayıflayan Urartular, Med akınlarıyla yıkıldılar. Urartuların yıkılmasıyla bölgedeki siyasi dengeler tamamen değişti. Güney Doğu Anadolu bölgesinde yalnızca İskitler ve İskitlerin Mağlup ettiği Medler söz sahibi duruma gelmişlerdi (M.ö. 610).
İskitler, Güney Doğu Anadolu’da nüfuzlarını arttırmış ve güçlenmişlerdi. Üstelik Medlere karşı üstünlük sağlanmış ve bölgede başkaca önemli bir düşman da kalmamıştı. Bunun üzerine büyük bir sefere çıkan İskitler, Suriye’den Filistine kadar uzanan Akdeniz sahilleri boyunca yağma ve istila faaliyetlerine giriştiler. Filistin bölgesini hâkimiyeti altına almış olan Mısır Kralı Psemmetikos, İskit tehlikesinin yaklaştığını görerek İskit ordusunu Filistinde karşılayıp iltifatlar ederek hediyeler vermiş, kurulan iyi ilişkiler ile İskitlerin Mısır’a girmesine mani olmuştur. Daha fazla ilerlemeyen İskitler, dönüş yoluna düşerek geldikleri güzergâh boyunca geri döndüler. Med Kralı Kyaxares, İskit tehdidini ortadan kaldırmak için bir suikast planladı. Kyaxares, İskitlerin başarılı seferlerini kutlamak için Kral Madyes onuruna bir ziyafet düzenledi ve İskit Kralını, ordu komutanlarıyla birlikte ziyafete davet etti. Bu davete icabet eden Madyes, ziyafetin ilerleyen saatlerinde sarhoş edilerek öldürüldü. Madyes’in ölümü İskitlerin Anadolu tarihlerinde dönüm noktası oldu. İskitler için ilerleme dönemi sona erdi ve önce gerileme sonra ise yıkılma devirleri vuku buldu.
İskitler, Kral Madyes’in ölümünden sonra yerine kudretli bir hükümdar tayin edemediler. Medler de bu durumdan istifade ederek İskitler üzerine baskı uygulamaya başlayınca Doğu Anadolu’daki bölgelerini hâkimiyetleri altında tutamayarak Tuna Boylarına göç etmek zorunda kaldılar. Madyes’den sonraki 100 yıl, İskitler için göçler ve politik istikrarsızlıkla geçti. Bu süreçte Tuna Boyları, Diyenper, Kuzey Karadeniz ve Doğu Avrupa Steplerinde yerleşik bir hayat yaşamaya başlayan İskitler, hayvancılıktan karma ekonomiye geçerek tarım ve ticaretle meşgul olmaya başladılar. İskitlerin yeniden tarihi vakalarla anılması M.ö. 512 de mümkün olabilmiştir.
İskitlerin zayıflamasına neden olan Medler, bu süre zarfından daha da güçlenmişler ve Babilliler ile birleşerek Akhamenid İmparatorluğuna dönüşmüşlerdi. Akhamedin imparatoru Büyük Darius, İran coğrafyasındaki hâkimiyet alanını genişletmek için tarihe Darius seferleri olarak kaydedilen iki büyük sefere çıktı. Bu seferler İskitlerin Anadolu’da ki varlıklarını ortadan kaldıracak sürecin başlangıcı oldu.
Darius, ilk seferini doğrudan İskitler üzerine yapmıştır. Bu sefer ile Aral Gölü ve Hazar Denizi civarında yaşayan İskitler üzerine taarruz ederek İskitlerin Hazar Denizi doğusundaki İskit varlığının ortadan kalkmasına neden oldu (M.ö. 514). Hazar Seferini başarıyla tamamlayan Darius, bu kez yüzünü batıya çevirdi ve İstanbul Boğazı ile Tuna Nehri boyunca ikinci büyük seferine girişti. İskitler, Kuzey Karadeniz hattında, Hazar’ın Doğusunda olduğundan daha güçlü durumdaydılar. Grek kabilelerle ticaret yapan ve yerleşik yaşama geçen İskitler, barış içerisinde yaşıyor olsalar da kalabalık ve güçlü ordularıyla büyük bir güç durumuna gelmişlerdi. Akhamenid Kralı Darius, ikinci seferinde beklemediği bir mağlubiyet alarak Tuna Boylarına geri çekilmek zorunda kaldı.
İskitler, Hazar Denizinin doğusundaki varlıklarını kaybetseler de Kuzey Karadeniz hattı boyunca kurdukları yerleşik hayatı devam ettirdiler. Darius’a karşı alınan galibiyet İskitlerin Kuzey Karadeniz hattı boyunca yaşayan güçlü Grek (Yunan) krallıklarında İskitler ile yakınlaşmasını sağladı. Darius tehdidine karşı güçlü bir müttefik edinen Yunan Krallıklar bu tarihten sonra İskitler ile hem toplumsal hem askeri alanda daha sık münasebetler geliştirmişlerdir.
M.ö. 5. Yüzyılın başlarından itibaren gelişen İskit-Grek yakınlaşması ilerleyen yüzyıllar boyunca da devam etti. İskitler, yerleşik hayat ve karma ekonomik sisteme geçmiş olmaları, güçlerinin esas unsuru olan askeri anlamda zayıflamalarına yol açtı. Diğer taraftan ekonomik anlamda Yunan Köylüler ile geliştirilen ekonomik münasebetler, zamanla İskit kültürünün ve dilinin Yunan tesiri altına girmesine yol açacaktır.
İskitlerin Yunan Krallıklarıyla geliştirdikleri yakın münasebet ve bölgesel bir tehdit altında kalmadan barış içerisinde süregiden yaşantıları M.ö. 4. Yüzyıla kadar devam etti. Bu süre zarfında mühim tarihi vakalar içerisinde yer almayan İskitler, kültürleri, dilleri ve dini inançları tahrif olsa da müstakil kimliklerini kaybetmediler. Bu döneme ait pek çok tarihi eser yakın tarihte gün yüzüne çıkartılmış, M.ö. 4. Yüzyıla ait Kurganlar, el aletleri ve süs eşyaları İskitlerin Diyenper havzası ve Kuzey Karadeniz’in diğer bölgelerindeki varlıklarını devam ettirdiklerini ortaya koymuştur. İskitlerin Kuzey Karadeniz bölgesinde huzur ve sükûnet içerisinde geçirdikleri 200 yıl, büyük Makedon İmparator İskender’in doğu fetihlerinin başlamasıyla son bulur.
M.ö. 4. Yüzyılın ortalarında İskit Kralı Ataes, sınırlarını genişletmek için Makedon Kralı 2. Phillip ile mücadelelere girişmiş, bu mücadeleler neticesinde Tuna Nehri boyunca çetin savaşlar yaşanmıştır. Bu savaşlardan birinde Kral Ataes, Makedon Kralı 2. Phillip ile giriştiği bir savaşta mağlup olur ve savaş meydanında ölür (M.ö. 339). Ataes’in ölümü üzerine İskitler yeniden siyasi bir boşluk içerisine girdiler ve güçlü Makedon Krallığına karşı askeri üstünlüklerini kaybettiler. 2. Phillip’in ölümünden sonra yerine oğlu Büyük İskender geçti. Tarihin en büyük komutanı olarak ifade edilen Büyük İskender, babasının ölümü üzerine hayalini kurduğu büyük seferlerin hazırlıklarını yapmaya başlamıştı. İskitler ise 2. Phillip’in ölümü üzerine yeniden harekete geçerek Trakya’ya kadar ilerlediler. Büyük İskender, İskitlerin Trakya üzerindeki taarruzlarını haber alınca komutanı Zopyrion’u görevlendirip İskit ordusunun ardından gönderdi. Zopyrion, İskit ordusunu sefer yolunda yakaladı. İskitler beklemedikleri bu taarruz karşısında muvaffak olamadı ve mağlup oldu ve daha fazla zayiat vermemek için geri çekilerek Trakya istikametine doğru harekete geçti. Zopyrion, İskit ordusunu Olbia’ya kadar takip etti ve daha fazla ilerlemeyip geri döndü. Ancak İskit ordusu, kendisini takip eden Makedon ordusunu kendi dönüş yolu üzerinde pusuya düşürerek Makedon ordusunu tümüyle yok etmeyi başardı. İskitler’in Büyük İskender’in ordusuna yaşattığı bu mağlubiyet, Büyük İskender’in hâkimiyeti döneminde yaşadığı sayılı mağlubiyetlerden biri olmuştur. Hatta top yekun bütün ordusunu yalnızca İskitler ile giriştiği mücadele sonucunda kaybetmiştir. 
İskitler, Büyük İskender ile giriştiği mücadelesini kazanmış, bu tarihten sonra Makedon saldırılarına maruz kalmamıştır. Bu bakımdan Makedonlara karşı koyabilen tek ordu olma özelliğini taşır. Makedon galibiyetinden sonra Trakya seferini yarım bırakan İskitler, bu tarihten sonra yeniden barış ve sükûnet içerisinde bir döneme girdiler. Yunan Krallıkları ile girişilen ticari, kültürel ve ekonomik münasebetler artarak devam etti. Göçebe yaşantısını neredeyse tamamen terk eden İskitler, bu süre zarfında askeri alanda zayıfladılar. Siyasi olarak yok olmasalar da müstakil varlıklarından ödün vererek varlıklarını uzun bir süre daha devam ettirdiler.
İskitlerin sonunu hazırlayan demografik gelişme Sarmatlar’ın İs Asya’dan kopup Doğu Avrupa bozkırlarına göç etmeleriyle gerçekleşti. Asırlardır Aral Gölü ve Ural Dağları civarında yaşayan Turanid Kavimler, Pers (İrani) halklar ile birleşerek ortak ve güçlü bir bozkır kültürü meydana getirmişlerdi. Bu kavim, Türk ve Pers kültürlerinin bir sentezi olmuşlardır. Gerek toplumsal, gerek kültürel, gerekse askeri olarak yoğunlukla Antik Türk kültürünün temalarına rastlanan bu toplum, konuşulan dil ve inanç bakımından da Pers tesiri altına girmişti. Ön Türk kavimlerinde olduğu gibi Kurgan kültürünün hâkim olduğu Sarmatlar, göçebe kültürleri ve savaşçı kadınlarıyla da alelade bir Türk Kavmini andırmaktadırlar. Bunun yanında ateşe tapma adetleriyle antik Pers Dini olan Zerdüştlüğün izlerine rastlanmaktadır. Sarmatlar, Kültürel öğeleri tetkik edildiği zaman Türk-Pers melezi bir toplum olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Sarmatlar’ın M.ö. 4. Yüzyılda Don Nehrinde görünmeleriyle başlayan Doğu Avrupa göçleri, devam eden 100 yıl boyunca İskitlerin hâkimiyet alanlarını daraltmıştır. Yerleşik hayata geçerek zamanla savaşçı kimliklerini kaybeden İskitler, soydaşları olan Sarmatların istila hareketlerine karşı koyamayarak yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kaldılar. M.ö. 250’ye kadar devam eden Sarmat İstilaları, İskitlerin hâkimiyet alanlarını Kırım Yarımadasına kadar küçültmüştür. Bölgedeki nüfuzu ve gücü zayıflayan İskitlere son darbe ise İskandinav bölgesinden Karadeniz’e inen Gotlar dan gelir. Got istilalarına karşı koyamayan İskitler, siyasi birliklerini kaybederek bölge halkları arasında kaybolup Doğu Avrupa’nın gen havuzu içerisinde mühim bir yer edinir.
Siyasi birlikleri ortadan kalkan İskitlerin bir kısmı Soğdlarla kaynaşmış, bir kısmı Kuzey Hazar yolunu takip ederek Asya içlerine ilerlemiş, bir kısmı Avrupa halklarının içerisine karışıp Doğu Avrupa’nın gen havuzu içerisinde yer almışlardır. İskit toplumunun önemli bir kısmı ise kendilerini kültürel ve siyasi olarak izole edip günümüzde “Yakut Türkleri” olarak yaşamakta, bugün Yakutistan olarak ifade edilen bölgede varlıklarını devam ettirmektedirler.